Önceki yazımda caz piyanisti ve bestecisi Herbie Hancock’tan, ünlü bestesi ‘Watermelon Man’dan ve aynı dönemde birlikte anıldığı Chick Corea ile rekabetine rağmen ağır basan dostluklarından söz etmiştim. Hancock sadece cazın çeşitli türlerinde ürettiği müziklerle öne çıkmadı, aynı zamanda film müzikleri de besteledi. En bilineni, bir dönemin kült filmi olan Michelangelo Antonioni’nin yönettiği 1966 tarihli ‘Blow-Up’ adlı filmin müziğidir. Ülkemizde 1971’de ‘Cinayeti Gördüm’ adıyla gösterime girmişti. Hancock’un müziğiyle ve gerçeklik algısının büyüteç altına alındığı filmin içeriğiyle yolculuğumuza devam ediyoruz.
‘Blow-Up’, Antonioni’nin devrin ünlü yapımcısı Carlo Conti ile yaptığı üç filmlik anlaşma gereği yönettiği ilk filmdir. Eleştirmenlerin övgüyle andığı film, yönetmenin hem ticari hem sanatsal açıdan en başarılı yapıtlarından biri olup, 1967’de Cannes Film Festivalinde “Altın Palmiye” ile ödüllendirilmişti. Ünlü yönetmenin İtalya dışında yönettiği ve İtalyanca olmayan ilk filmidir.
Caz müziğine tutkun Antonioni filmlerinin yapımı için Conti’den oldukça geniş bir bütçe alınca, o dönemin genç gözde müzisyeni Herbie Hancock’tan ‘Blow-Up’ için müzik bestelemesini istemiş.
Filmin konusu, zengin, lüks yaşamı seven ve teknik yenilikleri kullanmaya meraklı ünlü genç bir fotoğrafçının (David Hemmings) sürekli fotoğraf çekerek yaşamı kayıt altına alma hevesi ile yaşamda mana ve gerçeklik arayışıdır. Savaş sonrası altmışlar Londra’sının hareketli ortamında geçen film, dönem gençliğinin moda, içki, uyuşturucu, cinsiyet özgürlüğü ve hayatı kalıplara bağlı kalmaksızın yaşama tercihlerini ön plana çıkarır. Tutucu toplumun dingin ve kuralcı yaşamı ile oluşturduğu zıtlığı, filmin konusunun gelişimine doğrudan katkısı olmayan ilginç ve yaratıcı figüran tiplemelerle vurgular.
Modanın yapay dünyası içinde donuk bakışlı güzel kızlar arasında ‘dolce vita’ bir yaşam sürer gibi görünen, ancak sıkıntılı ruh hali ve elinde sıklıkla şarap kadehiyle mutluluk ve gerçeklik arayışındaki kahramanımız, bir gün tenha bir parka gittiğinde, tesadüfen rastladığı ve gizlice buluştukları algısına kapıldığımız bir kadın (Vanessa Redgrave) ile daha yaşlı bir erkeğin fotoğraflarını onlardan habersiz çeker. Sıradan bir olayı kaydettiğini düşünmekte ve yaptığı ona eğlenceli gelmektedir. Ancak bir süre sonra kadın fotoğraflarının çekildiğini anlar ve fotoğrafların filmini alabilmek için önce parkta, sonra stüdyosunda onunla sıkı bir pazarlığa girer, hatta filmi alabilmenin karşılığında birlikte olmayı dahi teklif eder. Durumdan şüphelenen fotoğrafçımız, çektiği fotoğrafları büyütmeye başlar. Blow-up denilen ve filme adını veren büyütme işlemi sürdükçe nesneler gitgide netliği kaybolan siyah beyaz fotoğraflarda karaltılara dönüşür. Fotoğraflardan çiftin yakınındaki çalıların arasında bir ceset olduğu sonucuna varır. Aynı gece parka gider ve çalıların arasında bir ceset görür (acaba görmüş müdür?), ancak fotoğraf makinesini yanına almayı unutmuştur. Zaten, tüm film boyunca fotoğraf makinesi hep yanındadır, kaydetme tutkusu sanki ona güven vermektedir, makinesi yanında olmadığında ise çaresiz görünür. Stüdyosuna döndüğünde büyütülmüş fotoğraflar ortadan kaybolmuştur. Durumu arkadaşına ısrarla anlatmaya çalışır, ancak inandıramaz. Ertesi sabah aynı mekâna fotoğraf makinesiyle tekrar gittiğinde ise ceset artık orada değildir.
Gerçek mi, yanılsama mı?
Antonioni filmin senaryosunu, Arjantinli yazar Julio Cortazar’ın 1959 tarihli ‘Las babas del diablo / Şeytanın Salyaları’ adlı kısa hikâyesinden alıntılamış. Benzer şekilde bir fotoğrafçı Paris’te Sen Nehri kenarında Notre Dame Katedrali yakınında bir erkek çocukla yetişkin bir kadının fotoğraflarını çeker. Kadın durumu fark edip fotoğraf filmlerini ister; çocuk kaçar, endişeli çocuğun durumundan şüphelenen hikâye kahramanı fotoğrafları büyütür ve palyaço kılığındaki üçüncü bir kişinin varlığını keşfeder. Çocuk istismarını zamanında fark ederek çocuğu kurtardığına emindir artık. Ancak gerçek nedir? Objektif gerçeklik kişinin hakiki algısına mı, yoksa görece ve sadece yorumuna mı dayanmaktadır?
Antonioni hikâyeyi Paris’ten Londra’nın hızlı yaşantısına uyarlayarak filminde işledi. Kahramanımızın zihni fotoğrafları büyütme işlemi ilerledikçe gerçeklik ile yanılsama, algı ile yorum arasında gidip gelmeye başlar. Nihayet bir cinayet gördüğüne kendini inandırır. Gerçeğin ne olduğunun ucu açık kalır, seyirci bu cevabı öğrenemeden film sonlanır. Hikâye ile filmin ortak noktası, her iki fotoğrafçının gözlemci ve edilgen olarak fotoğraf çekip başkalarının hikâyelerini kaydetmeleri, ancak sonrasında yarattıkları gerçek olup olmadıkları belirsiz senaryolarla kendilerini bu hikâyelerin içine dahil etmeleri.
Filmin başında Londra’nın finans bölgesinde ve özellikle sonunda bir parktaki tenis sahasında kalabalık bir grup pandomim sanatçısının gerçeküstü sahnelerle yer alması, gerçek ile fantezi arasındaki çelişkiyi çarpıcı bir şekilde vurguluyor. Son bölümde, iki pandomim sanatçısı topsuz ve tamamen sessiz bir şekilde tenis oynamaktadır. Diğer sanatçılar sanki top varmışçasına onları izlerler, fotoğrafçımız başta yadırgayarak sonra kabullenerek izleme oyununa katılır, hatta kamera tenisçinin açısından farazi topu izleterek izleyiciyi dahi fantezinin içine dahil eder. Olmayan top sahanın dışına çıktığında, fotoğrafçı olmayan topa doğru koşar ve sahaya geri atar. Topsuz oyun tekrar başladığında, artık olmayan topun sesi duyulmaya başlamıştır, zira fotoğrafçı da artık fantezinin parçası olmuştur. Kamera kahramanımıza odaklanır, artık gerçekle fanteziyi ayırt edecek gücü kalmamıştır, son olarak fotoğraf makinesini yerden alır, koca çayırda küçücük bir nokta olarak kalır ve yönetmen onu yok ederek filmi sonlandırır. Yönetmen koca bir sorunu ortaya atar, film boyunca irdeler ve bilerek sonuca ulaştırmadan sona erdirir.
Filmin çekildiği mekanlar, karakterler ve çekilme şekli o denli özgün ve yaratıcı ki, gerek mekanların o zamanki ve bugünkü durumunu karşılaştıran çalışmalar, gerekse filmden kareler halen sergilenmekte veya yayınlanmakta. Antonioni kendine has hikâyeyi aktarma stili ile filmi adeta fotoğraf çeker (kaydeder) gibi geriye dönmeden ve aynı sahneyi hiç tekrar etmeden çekmiş.
Hancock’un parçaları
Herbie Hancock film sahnelerine uygun olarak kısa parçalar bestelemiş, ağır tempolu sahnelerde blues tonlarında, hareketli sahnelerde ise funky tempoda bestelere yer vermiş ve devinim içindeki Londra’nın yaşamını müziğiyle filme yansıtmış. Bestelerini önce İngiliz müzisyenlerle kaydetmiş, ancak kayıtlardan pek memnun kalmamış, bestelerini Phil Woods, Jack DeJohnette, Joe Henderson ve Freddie Hubbard gibi usta Amerikan caz müzisyenleri ile tekrar kaydetmiş. Tek bir parça hariç tüm müzik Hancock’a ait.
Sadece hard rock tonundaki ‘Stroll On’ adlı parça filmin konser sahnesinde yer alan Yardbirds grubunun bestesi. Fotoğrafçı parktaki cinayeti görme deneyiminden sonra gittiği rock konserinde kendinden geçmiş seyircilerle birlikte devrin iki ikonik gitaristi, Jeff Beck ve daha sonra Led Zeppelin ile ünlenecek Jimmy Page’in yer aldığı Yardbirds grubunu dinler. Gitarının akor ve tınılarını beğenmeyip sinirlenen Beck solosu sonrasında gitarını parçalar. Ortam, fantezi ve gerçekliğin arasındaki tezatın gösterildiği diğer bir çarpıcı sahnedir.
Seçkide ‘Blow-Up’ film müziğinden parçaları ve Hancock’un farklı albümlerinden, ayrıca Sting ve Santana’nın dahil olduğu eserleri dinleyebilirsiniz.
KAYNAKÇA:
HERBIE HANCOCK
https://open.spotify.com/playlist/495FIXPkkkOuIBntpEob5B
Hemmings ve Redgrave fotoğraf stüdyosunda
Fotoğrafçı (David Hemmings) mankenleri ile moda çekiminde
Michelangelo Antonioni, Vanessa Redgrave ile film setinde
Herbie Hancock ve Carlos Santana