Başak Baysallı, ´Fresko Apartmanı´ ile başladığı üçlemeye, ´Sarkaç´ ile devam ediyor. Aynı lezzette yaşam öyküleri tarihi arka plan ile bu sefer roman tarzında karşımıza çıkıyor. Roman 2003 sinagog saldırıları ile başlıyor. Cenaze törenine hazırlanan Eleni eski gardırobunu açarken, orada sakladığı eşyalar aracılığıyla ailesinin hikayesini anlatıyor. Bu sayede Fresko Apartmanı´nın sakinlerinden Eleni´nin hatıraları aracılığıyla 1940´ların İstanbul´una doğru bir seyahate çıkıyoruz.
Fresko Apartmanı’yla başlayan üçlemenin ikincisi Sarkaç, apartmanın bir sakini olarak tanıdığımız Eleni’nin ve ailesinin hayatına odaklanıyor. Öncelikle okuyucular ilk kitabı okumadan da ‘Sarkaç’ı okuyabilirler mi?
Yolun başında üç kitabı ayrı ayrı ve birbirlerini bütünleyecek şekilde tasarladım, tasarının ardından da yazmaya koyuldum. Fresko Apartmanı ilk kitap olsun istedim; karakterler ve onların hikâyesi okurun hayal dünyasında yavaş yavaş belirsin diye düşündüm. Karakterlerin geçmişi ve ailelerinin yaşamı diğer iki kitapta yer bulacaktı kendilerine. Metni kurgulayan olarak Fresko Apartmanı’nın önce okunmasını isterim, ama elbette okurlar Sarkaç’la da başlayabilirler. Önce Sarkaç’ı okuyup ardından Fresko Apartmanı’nı okuyanlar hikâyenin bu şekilde de okunabildiğini iletti. Yazarken bunu da göz önünde bulundurmuştum, okurların da böyle hissetmesi beni mutlu etti.
Neden Sarkaç ismini seçtiniz?
Fresko Apartmanı’nda sözü edilen, ancak hiç görünmeyen Eleni ve hikâyesi Sarkaç’ın odak noktasını oluşturuyor. Eleni, yıllardır açmadığı kilitli gardırobunu bir vesileyle -bunu kitabı okuyacaklar için dile getirmiyorum- açıyor, orada sakladığı kıyafet ve eşyalar aracılığıyla geçmişi hatırlıyor. Eleni’yi bir geçmişte, bir bugünde görüyoruz. Eleni zamanlar ve mekânlar arasında sarkaç misali salınırken biz de Türkiye’nin yakın geçmişine, Cumhuriyetin ilk yıllarına gidiyoruz. Romanı yazarken ben de Eleni gibi bir geçmişte, bir bugündeydim. Kitabı tamamladığımda dedim ki şimdi hikâye benden okura geçiyor, tıpkı sarkaç gibi… Tüm bu çağrışımların sonucunda romanın adı ‘Sarkaç’ oldu.
UNUTMAK VE HATIRLAMAK ÜZERİNE
Fresko Apartmanı 6-7 Eylül Olaylarına, Sarkaç ise yine gayrimüslimleri derinden yaralayan Yirmi Kur’a Askerlik ve Varlık Vergisine odaklanıyor. Bu konulara ve toplumlara ilginiz nasıl oluştu?
Geçmişe duyduğum merak sayesinde, diyebilirim. İstanbul’a taşındığım günlerde -18 yaşındaydım- hangi pasajın, hanın, apartmanın kapısını aralasam buradan gitmek zorunda kalanların bıraktığı izlerle karşılaştım. Sonra “Neden gitmişler, neler olmuş, kalanlar ne yapmış?” gibi soruların peşine düştüm ve zamanla neler olup bittiğini öğrendim. Elbette yaşananlara bir süre inanamadım, olanlar akıl alır şeyler değil çünkü. Uzun süre bu hislerle ne yapacağımı, nasıl başa çıkacağımı bilemedim. Okumaya, araştırmaya, öğrenmeye devam ettim. Dert edindiğim meseleler de haliyle bir kenarda birikti. Bu hisler bugün de sürüp gidiyor, geçip bitmiş değil. Bulabildiğim tek çözüm ise öğrendiklerimi unutmamak, kendime ve başkalarına daima hatırlatmak.
Her iki kitap da unutmak ve hatırlamak üzerine. Eleni’nin uzun şehir yürüyüşleriyle adeta şehrin hafızasına, mekânlarına, insanlarına, seslerine kokusuna tanıklık ediyoruz. Çünkü hatırlamak, belleğine yerleştirmek istiyor, öyle değil mi?
Eleni için İstanbul yaşamını sürdürdüğü bir yer değil sadece, aynı zamanda hafıza mekânı. Eleni şehri her yönüyle, ayrıntısıyla hafızasına kaydetmek istiyor, daima… Çünkü şehir onun sığınağı ve Eleni biliyor ki insanı sığınakta yalnızca hatıralar oyalayabilir. Hatıralar zihnimizde mekândan bağımsız canlanamaz, mekânın hatırlama eylemindeki etkisi öyle güçlü ki… Şehri değiştirerek, başka bir şeye dönüştürerek, var olanı korumayarak hem bireysel hem toplumsal hafızaya zarar veriyoruz. Geçmişi bilmeyen, hatırlamayan kuşakların geleceğe dair öngörüsü olabilir mi, hiç sanmıyorum. Hatıralar olmadan hayal kurabilmek mümkün değil.
Öte yandan tüm bu yaşanan olumsuzluklardan sonra kurbanlar unutmaya çalışmayı ya da konuşmamayı seçiyor; çocuklarına yaşananları aktarmıyorlar. Nedenini romanda farklı karakterlerin ağzından okuyoruz; doğdukları, bağlı oldukları ülkeden nefret etmesinler diye. Bu gayrimüslimlerin önemli bir varoluş stratejisi ve siz bunu çok iyi yakalamışsınız…
Araştırma sürecinde birçok kaynaktan yararlandım. Üniversite, müze ve kütüphane arşivlerindeki sözlü tarih çalışmalarında ve yazma sürecinde yolumun kesiştiği insanların benimle paylaştığı hikâyelerde bu ifadeye sık sık rastladım. “Çocuklarımız ülkemizden nefret etmesin diye sustuk,” diyenlerin sesine kulak verdim, onları anlamaya çalıştım. Olan biteni unuttuklarını söyleyemem, sadece dile getirmediler. Doğduğum, yaşadığım toprakları ben de çok seviyorum, yüreğimdeki sevgiden hareketle buradan gitmek zorunda kalanların ve her şeye rağmen burada yaşamayı tercih edenlerin hislerini yakalamaya çalıştım, kinden ve nefretten uzak durarak, dostluk ve sevgiden yana olarak yazmaya çabaladım.
Bu romanı bir dostluk romanı olarak da tanımlayabiliriz. Dostlarımız, emek vererek kurduğumuz bu ilişkiler bir noktada kendi yarattığımız ailelere dönüşüyor. Romanda da bu anlatılmış. Okurken keşke o dönemde farklı gayrimüslim toplumlar arasında sizin resmettiğiniz gibi bir dostluk kurulabilseydi diye düşündüm…
Hikâyeyi kurgularken kitap aynı zamanda bir dostluk romanı olsun istedim, çünkü dostlarımızı biz seçebiliyoruz ve aile bireyleri ile kurduğumuz ilişkiden çok daha gerçek bir ilişki kurabiliyoruz onlarla. Üzülmesinler, kırılmasınlar diye ailemize söyleyemediğimiz her şeyi dostlarımızla konuşabiliyoruz. Öte yandan aile bireyleri yaşadıkları sürece bizim hayatımızda hep var. Ama dostlarımızı yanımızda tutabilmek için çaba göstermemiz gerekiyor. Farklı kültürlere sahip toplumlar zaman zaman birbirleriyle çatışsa da her şeye rağmen dostluğa kıymet veren insanlar geçmişte de vardı, bugün de var, sayıları az olsa da… Ben onların hikâyesini yazmak istedim.
Roman boyunca 1940’lı yılların tanınmış isimleriyle roman kahramanlarının karşılaşmaları veya sohbetlerine tanık oluyoruz. En etkileyicisi ise Lena’nın Heybeliada’da rastladığı İsmet İnönü’ye yönelik sessiz isyanı. Ancak İnönü bu öfkeyi anlayamıyor, tam bir yüzleşme yaşanamıyor. Neden Lena konuşmuyor ve bakışları ile anlatmakla yetiniyor?
Tanığı olmadığım bir dönemi yazmak epey zordu, romanı olabildiğince gerçekçi kılabilmek için kurgu karakterlerle 1940 ve 1950’li yıllarda gerçekten yaşamış karakterleri bir araya getirmeyi tercih ettim. Romanı yazmaya başladığım andan itibaren Eleni ve Lena’yı İsmet İnönü ile karşı karşıya getirmeyi çok istiyordum, ama bu karşılaşma olabildiğince gerçekçi olmalıydı. O yıllarda İnönü’nün nerelerde bulunduğunu araştırmaya başladım ve 1940’lı yıllarda yaz mevsimini Heybeliada’da geçirdiğini öğrendim, hatta o günlerde kaldığı ev şimdi müze. Bu bilgi, işimi kolaylaştırdı; çünkü Eleni ve Lena’nın yolu Heybeliada’ya düşecekti. Lena’yı konuşturamadım, çünkü onca acıdan sonra söylenecek ne kalmıştı? Başka bir soru da Lena gibi sıradan biri, iktidarın karşısında isyan edebilir miydi? Bir de insan, iyi bildiği yerden yazabiliyor. Ben çok kızgın olduğum zamanlarda sessiz kalarak öfke dilinin esiri olmamayı tercih ediyorum. Lena, İnönü’yü başına gelen felâketin sorumlusu olarak görüyor ve onunla sessizce yüzleşiyor, ancak İnönü onun bakışlarına ve sessizliğine anlam veremiyor, orada sizin de belirttiğiniz gibi yarım kalmış bir yüzleşme söz konusu, çünkü ben gerçek bir yüzleşmeyi toplum olarak başarabileceğimize de, iktidarların günün birinde yüzleşmeyi göze alacaklarına da inanmıyorum.
ROMANIN SESİ, KOKUSU, RENGİ…
İstanbul başrolde bu romanda, özellikle de Kuzguncuk, Rumeli Han, Beyoğlu, İtalyan Lisesi ve Şehir Hatları vapurları. Bu mekânlar hem o dönem İstanbul’unu yansıtıyor hem de çok kültürlü, çok dilli bir kentin geçmişte kalan bir resmini çiziyor bize. Sonbahar mevsiminin ise bu romanı çok iyi anlattığını düşünüyorum. Siz de birçok yerde bunun ipuçlarını vermişsiniz gibi hissettim okurken. Ne dersiniz? Romanların mevsimi, kokusu, sesi, tadı olabilir mi?
Ne güzel ifade etmişsiniz; elbette romanların sesi, kokusu, rengi, mevsimi var. Sonbahara gelince… Böyle düşünmenize çok sevindim, çünkü romanı yazarken kurguda sonbaharın etkisi olsun, satır aralarında sonbahar okuru selamlasın istemiştim. Oldum olası sonbaharın roman türüne yakışan bir mevsim olduğunu düşünürüm, Mehmet Rauf’un ‘Eylül’ü de bu sebeple her okuyuşumda beni büyüler. Hüznü, ayrılığı, ölümü, aşkı çağrıştıran da bir mevsim aynı zamanda. Bu yönüyle de sonbahar Sarkaç’ın hikâyesini tamamladı, diye düşünüyorum.
Üçlemenin son kitabı hangi karakterlerin hikayesini bize anlatacak? Geçmişe mi, geleceğe mi gideceğiz? Ne zaman raflarda yerini alacak?
Üçüncü kitabın hikâyesi 1960 sonrasından 2022’ye uzanacak. Fresko Apartmanı’ndan tanıdığımız Defne’nin yolculuğuna tanıklık ederken yine geçmişle yüz yüze geleceğiz. 1964 sürgünleri ve Yahudi toplumunun İstanbul’dan İsrail’e göçü ele almak istediğim önemli meseleler. İkinci kitapta okurun zihninde birtakım soru işaretleri bırakmıştım. Onların yanıtı üçüncü kitapta yer alacak. Yeni karakterlerin hikâyesi de var, bu da benim için heyecan verici. İlk iki kitapta her ne pahasına olursa olsun İstanbul’da kalanların hikâyesi vardı, bu defa gidenleri, gitmek zorunda kalanları anlatacağım. Yazmaya başladım, ancak ne zaman tamamlarım, bunu kestirmek biraz güç.
Her bir hikâyenin bir filme veya diziye konu olabileceğini hatta çizgi romana çevrilebileceğini düşündüm her iki kitabı da okurken. Böyle bir teklif aldınız mı? Böyle bir projeniz var mı?
Hem Fresko Apartmanı’nı hem de Sarkaç’ı yazarken karakterlerin ve olayların okurun gözünde canlanabilmesi için sahneler yaratmaya gayret ettim, sanırım bu sebeple kitapları okuyanlar bu konuda sizinle hemfikir. Bu beni çok mutlu ediyor, demek ki hareketli sahneler yaratabilmişim, karakterlerimi görünür kılabilmişim. Bunu bazı yapımcı ve yönetmenlerden de duydum, aralarında her iki kitapla da ilgilenenler oldu, onlardan bazı teklifler aldım, üçlemeyi tamamlamamı bekleyenler de var. Bu fikre sıcak baksam da henüz içime sinen bir teklifle karşılaşmadım. Sanatın her dalı birbirini besler; ancak benim için önemli olan, uyarlamalarda metne olabildiğince sadık kalınması. Bir roman sinemaya ya da diziye uyarlandığında temel meselesinden, özünden bir şey kaybetmemeli.