Neden kendimizi sürekli mutlu olmak zorunda hissederiz? Neden sürekli mutluluğu arar hatta mutluluğu yaşamın tek ve nihai amacı olarak görürüz? Peki bütün bu çabalarımız neden günün sonunda başarısız olur ve kendimizi bir mutsuzluğun içinde kaybolmuş buluruz? Bütün bu soruların tek ve basit bir cevabı yok. Yine de insan zihnini ve mutluluk arayışlarını günümüzün sosyal dünyası kapsamında ele almaya çalışacağım.
1543 yılında, Nicolaus Copernicus ‘De revolutionibus orbium coelestium’ (Gök Cisimlerinin Devinimleri Üzerine) adlı eserini yayınlayarak heliosentrik modelini ilk kez paylaştı. Bu teori, insanlığın kendini her daim merkezde hissetmesine karşı ilk büyük darbeydi. Bu teoriye göre dünya, evrenin merkezi değildi ve güneşin etrafında dönüyordu. Nasıl olurdu? İnsanlarla dolu bu dünya nasıl olurdu da evrenin merkezi olamazdı? İnsan belki de ilk kez kendini bu kadar aciz ve küçük hissetmişti. Toplumun ve güç sahibi yöneticilerin bu durumu bir süre kabul etmemesi de bundandı. Copernicus, bu teorisini yayımladıktan kısa bir süre sonra hayatını kaybetse de düşünceleri toplum tarafından uzunca bir süre kabul görmemişti. İnsanlığın kendini merkezde gördüğü egosantrik inancı derinden sarsılmıştı. Ve bu daha başlangıçtı.
Asırlar sonra, 1859 yılına gelindiğinde insanlık adına sarsıcı bir dönüm daha yaşanacaktı. Günümüzde halen belli kesimler tarafından tartışılan evrim teorisi, Charles Darwin tarafından o yıllarda ortaya atılmıştı. Doğal seçilim yoluyla türlerin zaman içinde nasıl değiştiğini ve evrimleştiğini açıklayan bu teori, insanın diğer canlılarla ortak bir atadan geldiğini göstermişti. Nasıl olurdu? Hem evrenin merkezinde değildik hem de bir maymundan mı türemiştik? Olamazdı ve bu kadarı fazlaydı. Bizler özeldik, özel olmalıydık. Bütün canlılardan farklıydık bir kere, hepsinden daha zekiydik.
İnsanın inançları, kendini özel hissetme uğraşları bir kez daha sarsılmıştı. Bugün Evrim Teorisinin hala tartışılması da insanın kendisini daha az önemli hissedecek olmasının bir yansımasıdır. Ya da daha doğru bir deyişle insanı özel hissettirecek birtakım inançlara karşı yapılan büyük bir darbeydi.
Önce, insan evrenin sonsuzluğuyla tanıştı. Bütün evrenin kendisi için yaratıldığına inanan insan işlerin çok da öyle olmadığını gördü. Yıllar sonra bu kez sahip olduğu güzelliği(?), zekayı, zenginliği ve sahip olduğu her şeyi milyonlarca yıllık bir biyolojik ve kültürel bir evrimleşmeden sonra elde ettiğini gördü. Bütün canlılarla ortak bir geçmişinin olduğunu gördü. Bu, tıpkı bütün evrenin kendisi için yaratıldığına inanan insan için sarsıcı bir diğer gerçekti. Ne bu evren insan için yaratılmıştı ne de insan canlılığın en “özel” halkasıydı.
Bütün bu gelişmeler toplumlarda, inançlarda tartışılmaya devam ederken ortaya bambaşka ama çok daha sarsıcı bir teori ortaya atıldı. Daha önce gördüğümüz keşiflerdeki gibi dışsal bir illüzyonun ortaya çıkması değildi bu sefer ki, bu teoriye göre insan evrene ve canlılığa olduğu gibi kendine de yabancıydı. İnsan, zihninin efendisi değildi. Bu kadar gelişmiş, zeki olduğuna inanan ve koskoca evrenin bile kendisi için yaratıldığını düşünen insan kendi zihnine bile söz geçiremiyor muydu? Sigmund Freud, 1899 yılında ‘Die Traumdeutung’ (Rüyaların Yorumu) adlı kitabında psikanaliz teorisini ve bilinçdışı kavramını ilk kez paylaştı. Bu teoriye göre, insan zihninin büyük bir kısmı bilinçdışı süreçlerle yönetiliyordu. Bu keşif, insanın kendi düşünce ve davranışlarının temelini anlamaya yönelik çok büyük bir adımdı. Şimdi de zihnimizi mi kaybetmiştik… Kendimizi bile tanımıyor muyduk?
Günümüzde hala tartışılan bu teori, insanın sahip olduğu zekaya yönelik düpedüz bir hakaretti. Bugün, “Benim terapiye ihtiyacım mı var, kim beni benden iyi bilebilir ki?” gibi sözlerle bilinçdışını reddeden kitle o günde -Freud’un eleştirilecek noktalarından bağımsız olarak- bu teoriyi reddediyordu çünkü insan zihninin efendisiydi.
Günümüze geldiğimizde de arayışlarımız ve savaştıklarımız bir çelişki içinde varolmaya devam ediyor. Hepimizin doğuştan gelen inançları ve farkında olmadığı önyargıları var. Hepimiz bir illüzyonun içinde yaşıyoruz ve bunu farkında bile değiliz. Mutluluğu arıyoruz, çünkü mutsuzluk yaşadığımız bu illüzyonun içinde kabul görmüyor. Mutluluğumuzu, başarılarımızı paylaşabiliyoruz. Ama mutsuzluğumuzu paylaşacak çok az kişi var. Başarısızlığımızı paylaşacaksa kimseler yok belki de. Sosyal medya çağında yaşıyoruz, sosyal medya artık bir araç olmaktan ziyade hayatın ta kendisine dönmüş. Halihazırda sahip olduğumuz bütün illüzyonlardan daha tehlikelisi, daha korkuncu ve çok daha etkilisi: Sosyal medya!
İnsan, varoluşu gereği her zaman kendini “özel” hissedeceği şeyler arar. Tanrı, sanat, aşk… Bütün bu arayış aslında insanın kendisine taktığı ve bir süre özel hissettirecek maskelerden ibaret.
Mutluluğu arayışımızın sebebi de özel hissetmek. Mutsuzluğu taşıyamayacak kadar kendini önemli hissetmek. İnsanlık varolduğundan beri özel olmak ve mutlu olmak arayışında. Mutlu hissetmemiz, özel hissetmemiz için bir mecburiyet.
Bugün, mutluluk arayışımız devam ediyor. Bugün, mutluluğu gerçekte sahip olamadığımız şeylerde arıyoruz. Bundan önce de durum çok farklı değildi, ancak demek istediğim. Bu sefer ki bir arayıştan fazlası, insanın kendini kandırması. Kendimizi mutlu göstermek ve bu yalana inanmak daha önce hiç bu kadar kolay olmamıştı. Mutluluğu, mutlu olduğumuzu göstererek arıyoruz, bunu paylaşacak yüzlerce arkadaşımız var. Bizim de mutlu olduğumuzu onlara kanıtlamamız gerekiyor. Konsere gidiyoruz, güzel bir yemek yiyoruz, geziyoruz, sohbet ediyoruz, aşık oluyoruz. Çünkü bunu paylaşacak çok arkadaşımız var. Başarısızlık mı? Yaratmaya çalıştığımız mükemmel hayatlarımızda elbette ki başarısız olmuyoruz. Mutsuzluk da zaten öldü.
1543 yılında, kendimizi özel hissetme uğraşımızın uğradığı ilk darbe olarak karşımıza çıksa da bir son değildi. Sırasıyla 1859 ve 1899 yıllarında da insan sahip olduğu şeylere ve kendine yabancılaşmıştı. Bütün bu dönüm noktaları bir şekilde insanlığa fayda sağladı. Bir şekilde diyorum çünkü toplumun bu gerçekleri kabul etmesi kolay olmadı. (Hala da tartışılıyor) Ancak artık gerçekliğimizin kaybolmaya başladığı bir dönemdeyiz. Bahsettiğim bütün bu keşifler bir illüzyonu değiştirmeye yönelikti. (Belki yerine başka bir illüzyon koyarak) Ancak bütün bu illüzyonlar bir hayat tarzından çok toplumsal inançlardan ibaretti. Bu sefer ki illüzyon toplumun çoğu bireyinin bir hayat tarzı haline gelmiş, gerçekliğinin çok büyük ve önemli bir parçası. Yani, önceden bir düşünceyle, bağnazlıkla savaşılırken bu sefer savaşılması gereken insanın ta kendisi.
Her şeyi biz yarattık, çünkü aslında hiçbir şey yok.
Milyonlarca yıllık biyolojik ve binlerce yıllık kültürel evrim insanın bugününü inşa etti. Olası bir diğer senaryo pek mümkün müydü, zannetmiyorum. Kültürel evrim, insanın yerleşik hayata geçmesiyle birlikte başlayan bir başkalaşımı temsil ediyor. Kaçınılmaz bir sonuç olması elbette ki bu durumu daha önemsiz yapmıyor. Tıpkı biyolojik evrimdeki gibi kültürel evrimde de -belki binlerce yıl sonra- hayatta kalabilenler ortaya çıkan düzene en çok uyum sağlayabilenler olacak. Bu uyumu sağlayabilecek olanlar da muhtemelen gerçekliğini kaybetmeyenler olacaktır.
Baştaki sorulara gelecek olursak, mutluluğu aramak belki de mutluluğa ulaşmamızdaki en büyük engel. Kendimizi tanımamak, sürekli mutlu olmaya çalışmak, mutsuzluklarımızı görmezden gelmek bizi mutluluktan uzaklaştıran şeyler. Mutsuzuz çünkü mutluluğu arıyoruz. Üzülmekten korkuyoruz. Mutsuzuz çünkü kendimize çok yabancıyız. Nereden geldiğimizi, kim olduğumuzu bilmiyoruz. Mutsuzuz çünkü mutluluğa ihtiyacımız var. Her şeyin satın alınabileceği bir dünyada mutluluğu da satılığa çıkardılar. Ama kimsenin, hiç kimsenin onu alacak kadar parası yok ve işin kötüsü kimse bunu farkına değil. İllüzyonlarımızdan kurtulmak hiç kolay değil, kendimizi tam anlamıyla tanımak yıllarımızı alabilir. Ancak yaşadığımız hayatı bir gerçeklik sanmak da bize hiç yardımcı olmuyor. Bir kez olsun mutluluğu aramayı bırakalım ve sahip olduğumuz her duygunun bize ne anlatmak istediğine bakalım. Kendimizi kimseyle, hatta kendimizle bile kıyaslamayalım. İnsanız, mutluluk gibi mutsuzluk da bizimle. Mutsuzluk ihtimalimizi kabul edelim. En önemlisi, gerçekliğimizi kaybetmeyelim. Sosyal medyadaki her çıkan yüksek sese kapılıp gitmeyelim. Kendimiz düşünelim, vicdanlarımızı dinleyelim ve duygularımızı takip edelim.