Tarih, 17 Ağustos 1927… Bu olağanüstü gün, Türkiye´deki Yahudilerin hafızasına ilelebet, acı ve gözyaşıyla nakşoldu. Göz göre göre gelen korkunç bir cinayete kurban giden 23 yaşındaki Elsa Niego´nun naaşı, ebedi mekânı Arnavutköy Yahudi Mezarlığına, on binlerin “Adalet istiyoruz” haykırışları eşliğinde, ağır ve yorgun adımlarla taşındı. Bu olayın, ileride yaşanacak ırkçı hadiselerin ilk işaret fişeği olduğunu henüz kimse bilemezdi. Raşel Meseri ile, gerçek bir olaydan yola çıkarak kurguladığı; edebi üslubu ve metaforlarıyla zenginleştirdiği son kitabı ´Elsa Niego´nun Cenaze Alayı´nı, Yahudi toplumunun başkaldırışını, buna gelen tehditkâr tepkileri ve hâlâ süregelen kadına şiddeti konuştuk.
Elsa Niyego cinayeti, bana göre Türkiye’deki Yahudi toplumunun yaşadığı en trajik olaydır. Yaklaşık bir asır önce gerçekleşen bu vaka ile ilgili kitap yazmaya nasıl karar verdiniz?
Yakın bir zaman kadar Elsa Niego’nun başına gelenlerden ve sonrasında bir çığ gibi gelişen toplumsal olaylardan haberim yoktu açıkçası. Bu konuyu öğrendiğimde aslında başka bir kitabın hikâyesini kurmaya çalışıyordum. O esnada karşıma Elsa Niego üzerine yazılmış bir makale çıktı; yanılmıyorsam Bianet’teydi. Okuduklarım karşısında beynimden vurulmuşa döndüm; 1927 yılında bir Yahudi kadın bir subay tarafından sokak ortasında öldürülüyordu ve ardından adalet talebinin dile getirildiği bir isyan çıkıyordu. İlk tepkim bu bir roman olmalı diye düşünmek oldu. Yoğun duygular ve kaynayan fikirler her zaman yazma isteği uyandırır. Konuyla ilgili okumalara başladım. İlk kaynaklarım konuyu gün yüzüne çıkararak bilinmesini sağlayan Rıfat Bali ve Avner Levi’nin yazdıkları oldu. Ardından masamın üstü onlarca kitapla doldu. Konuyu çalıştığımı bilenler bana kaynak desteğinde bulundu. Ve kaçınılmaz oldu, Elsa Niego’nun merkezde olduğu, tarihsel olaylardan yola çıkan bir kurmaca metin tasarlamaya başladım.
Romanda, Zimbul ile karşılaşmak benim için sürpriz oldu; bir an için Karataş Yahudi mahallesine ışınlandım. ‘Meskûn Zaman’ın (yazarın bir önceki romanı) kahramanına neden bu kitabınızda da yer verdiniz? İki kitap arasında nasıl bir bağ kurmayı amaçladınız?
Bildiğiniz gibi Elsa Niego’nun katledilmesinin tarihi 1927. Nerdeyse yüzyıl geçmiş. Tarihi bir olayı arka plana alan bir roman yazma deneyimim yoktu. Sadece tarihi akışa dair değil, dönemin gündelik yaşamından mimarisine, ekonomik yapısından modasına, popüler mekânlarına varıncaya dek bilgi sahibi olmak gerekiyordu. Peki, bunlar sıkı bir okumayla başarılsa bile romanın kurgusu nasıl olmalı, zaman akışı nasıl sağlanmalı, geçmiş ve bugün nasıl iç içe geçirilmeli diye düşünüyordum. Keza bu hikâye sadece yüzyıl önce katledilen bir kadının dramı değildi; Elsa’nın ömrüne son veren vahim olayın evveliyatı vardı ve olayın kendisi, sonrasına taşınan toplumsal trajedileri barındırıyordu. Katman katman bir konuydu anlayacağınız. Sonunda kararımı vermiştim; geniş yıllara yayılan epik bir anlatımı, zamanlar üstü yolculuk yapan bir anlatıcı üstlenmeliydi. Bu nedenle bir önceki romanımın ana karakterlerden Zimbul’u yardıma çağırdım. Zamanlar arasında geçiş yaparak, tarihe bir minyatür gibi yukarıdan bakarak birçok şeyi eş zamanlı olarak görebilme yeteneğiyle bize hikâyeyi naklen anlattı, gösterdi. Bunun yanı sıra, aslında bu roman bir üçlemenin son kitabı olarak da düşünülebilir: her biri bir günde, İzmir’de geçen, Yahudi cemaatinin ve azınlıklara yönelik politikaların öyle ya da böyle konu edinildiği üç roman – Küt Oynayan Kadınlar, Meskûn Zaman ve Elsa Niego’nun Cenaze Alayı. Özellikle son iki roman arasında çeşitli metinler arası ilişkiler mevcut, Zimbul da onlardan biri.
Kitapta, ülkede halen yaşanan ciddi sorunlara atıfta bulunan tek sayfalık gri metinler var; kitabın dilinden farklı bir üslupta kaleme alınan bu yazılar, okura ne anlatmak istiyor?
Roman, Elsa Niego’nun katledilmesinden sonra başlıyor. Bir anlamda cenazenin kaldırılması ve defnedilmesi süresi içinde kalıyor. O süre zarfında ara ara cenaze alayına geri dönerek sürecin öncesi ve sonrasını yansıtarak genişliyor. Olayların gelişmesinden ziyade genişlemesine dayalı bir anlatım belki. Hem Zimbul’un duygusal tanıklığı sayesinde hem de dış sesin daha mesafeli bakış ve değerlendirmesi sonucunda çift anlatıcılı bir şekilde... Lakin zaman eğer eğilip bükülebiliyor ve zamanın enginliği içerisinde gördüğümüz, görmediğimiz birçok şey yaşanmaya devam ediyorsa, o halde bunların bazılarını, merkezi olayların dışında kalanları da anlatıya dâhil etmeliyim diye düşündüm. Belki de amacım Elsa’nın dramatik hikâyesine odaklandığım o süre içinde, ona benzer veya benzemez birçok acı veren ve adaletsiz olayın çeşitli veçhelerle süregittiğini hatırlatmak: yangın, deprem, tutuklamalar, çeşitli şiddet anları, vs.
“ADALET İSTİYORUZ”
Elsa’nın cenaze kortejinde yaşananlar, yüksek sesle adalet talep eden kalabalıklar, sanırım Türkiye’de yaşayan Yahudilerin tarihinde bir ilk ve son oldu. Sizce bu isyan, sadece Elsa’nın hunharca cinayetine mi yönelikti, yoksa yılların duygu birikiminin de rolü var mıydı?
Elbette vardı, bu bir birikimin sonucu. Toplumsal patlamaların daima evveliyatı vardır. Elsa Niego’nun katledilmesi ertesinde cenazeye katılan 10-15 bin kişiden bahsediliyor. Tek ses olarak “Adalet istiyoruz!” diye bağırıldığını görüyoruz. Osmanlı döneminden itibaren Yahudi cemaatinin kolektif ve kamusal olarak dile getirdiği belki de ilk ve son adalet talebi. Ulus devletlerin azınlıklara uyguladığı ayrıştırıcı ve ötekileştirici politikalar, elbette Türkiye’de de yaşandı. Bu cinayet sonrasında gerçekleşen olaylar da o cenaze alayında neden isyan duygusunun ayyuka çıktığını anlatır nitelikte.
Buradaki varlığımızın üzerinden 600 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen hâlâ ‘misafir’ olarak kabul görmemiz, hâlâ ‘hoşgörüyle’ karşılanmamız ve en ufak bir olayda, doğrudan sorumlu olmasak bile bütün bunların tekrar hatırlatılması, ezelden beri sürdürülen ‘kayadez’ politikasına mecburen yol açmamış mıdır? Ürkek bir mizaca sahip olmamız biraz da bu yüzden değil midir?
Azınlıklar, azınlıklaştırılanlar ve egemen kimliğin dışında kabul edilenler, ulus devletler içinde daima kırılgan bir varoluşa sahip oluyor. Devletlerin ihtiyacı olan ortak düşman yaratma stratejilerine uygun bir malzeme oluşturuyorlar. İsrail kurulmadan önce yurtsuz olduklarını düşünmelerine rağmen, Yahudiler, sadece Türkiye’de değil yüzyıllar boyunca yaşadıkları ülkelerde başlarına bir şey gelmez düşünceleriyle kök saldılar. II. Dünya Savaşı’nda olanlar malumumuz. Sonrasında korku büyüyor, onunla birlikte suskunluk oranı da artıyor. Lakin suskun kalmak iktidarların acımasızlığını azaltmıyor. Düşmanlaştırıcı politikalara maruz kalan ve karşı duran kesimlerle birlikte, hep beraber yol almak bundan korunmanın tek yolu belki de.
Cumhuriyet kurulduktan sonra çok ciddi antisemit olaylar yaşandı, yayınlar yapıldı. İnsanlar hayatlarını kaybetti, maddi - manevi zarar gördü, bazıları ise başka ülkelere göç etti. Günümüze gelecek olursak Garp cephesinde pek değişen bir şey yok. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Türkiye, ‘ötekiler’ için daima netameli bir ülke. Günümüzde İsrail’in Filistin halkına uyguladığı şiddet karşısında durmanın çarpık bir şekilde bu coğrafyada milliyetçi ve ırkçı damarı kabarttığını üzülerek görüyoruz. İsrail’in sağcı politikalarını reddetmek ve karşısında durmak elzem. Öte yandan da Türkiye’deki her Yahudi’nin Siyonist olarak görülmesini, ırk ve dininden ötürü güvensiz hissettirilmesini de reddetmeli.
Bir asır önce, suçsuz bir kadın kendisini sevdiğini iddia eden bir erkek tarafından sokak ortasında hunharca öldürülüyor ama katili imkânları sayesinde hak ettiği cezayı görmüyor. 2024 yılındayız ve neredeyse her gün aynı olaylar yine ve yeniden tekerrür ediyor. Sizce bu cinayetlerin önüne geçebilmek mümkün mü?
Patriyarkal bir düzen içinde ne yazık ki çok zor; kaldı ki, kadınların emniyet supapları (İstanbul Sözleşmesi’nden 2021 yılında çıkıldı) tek tek ellerinden alınıyor. Günümüzde kadınlar sistematik şiddete maruz kalmaya devam ediyorlar. Erkek şiddeti resmen onaylanıyor ve destekleniyor. Çıkış noktası kadınların hakları için mücadele etmesi ve çeşitli çatılarda birbirlerine sahip çıkması, ki bunu çok da iyi yapıyorlar, yapıyoruz. Bu nedenle “kadın kadının yurdudur.”
“ELSA ZİHNİMDE CAN BULDU”
Elsa’nın Ulus Mezarlığındaki kabrini ziyaret ettiğinizde neler düşündünüz, neler hissettiniz?
Onu ilk ziyaret ettiğimde romanı yeni yazmaya başlamıştım. Elsa sürekli aklımdaydı, zihnimin örüntülerinde daima o vardı. Onunla yatıyor, onunla kalkıyordum. Ara ara “Seni nasıl anlatmamı istersin?” sorusunu sorarken buluyordum kendimi. Zimbul’un Elsa ile yakınlığı nasıl idiyse benim için de öyleydi. Romanın girişini yazıp yazıp çöpe atıyordum. Sonunda onu ziyaret etmem gerektiği kanısına vardım. Bu nedenle İzmir’den atlayıp İstanbul’a gittim. Mezarlıkları severim. Arnavutköy Yahudi Mezarlığına ilk adım attığımda derin bir nefes aldım. Nihayet onunla tanışacaktım. Romanda da anlattığım gibi yıkık dökük bir mezarla karşılaşacağımı düşünürken göz kamaştıran beyaz bir taşla karşılaştım. Şaşırdım, mezarın bakımını kim üstleniyordu acaba? Önce mezarın kenarına iliştim. Acaba yanlış bir hareket miydi bu yaptığım diye düşündüm. Onu görecek şekilde, yabani otların fışkırdığı toprağın üstüne oturdum. Üstündeki yazıyı okudum.
“Ici repose Elsa Niego
14/2/1904-17/8/1927
Toi si jeune, si pure, si bonne, si simple,
Si laborieuse. On t’aimait tant!
Tu n’es plus!
Inconsolables, desolés, nous te pleurons.
Dors en paix ELSA chérie.
Fleur fauchée à peine éclose”
Mezarını görünceye kadar Elsa, sorup da yanıtlarını alamadığım ölmüş bir kadındı benim için ama onu orada yatar bulup mezar taşındaki yazıyı okuduktan sonra zihnimde bir şekilde can buldu. Onu yazarken bundan böyle onunla konuşabileceğime hükmettim. Artık aramızda bir bağ vardı, tanışmıştım onunla. Tuhaf bir hissiyattı bu. Yaşayan ve yaşamayan canlıların yegâne buluşma noktası mezarlıkta, onun yanı başında ne kadar oturduğumu hatırlamıyorum şu an. Sanırım uzun bir süreydi ki akşamüstü ışığı üstümüze düşmeye başlamıştı. Kuşlar ötüyordu durmadan. Romanda anlatılan kirpi ailesi geçti ayaklarımın dibinden, bir kaplumbağa ağır ağır ziyarete çıkmış gibi ilerliyordu. Kalkma vaktimin artık geldiğini anladığım zaman, mezarlığın bakıcılığını yapan yaşlıca kadını bulup mezarın bakımını yapan kişiyi bilmek istedim. Böylece onun Melih Abuaf olduğunu öğrendim. Üstlendiği bu görev için ona minnet duyuyorum. Bunların bir kısmını daha ayrıntılı bir şekilde romanda da okuyabilirsiniz zaten.
Elsa’nın ölümü ve kardeşi Rejin’in yaralanmasıyla şok geçiren annelerinin ıstırabını dile getirdiğiniz satırlar beni çok duygulandırdı. Her ne kadar Zimbul, “ailenin sonrasını öğrenmek istemedim” dese de, belki siz araştırmacı bir yazar olarak bir şeyler biliyorsunuzdur. Ne dersiniz?
O satırları yazarken samimi olmam gerekirse ben de sarsıldım. Adeta kısa bir süreliğine yas evine ışınlandım. Her türlü duygu frekansını içimde hissettim. İçinde kayboldum. Oradan kendimi söküp almak, gerçek ana dönmek zor oldu benim için. Elsa öldürüldükten sonra ise aileye gerçekten ne olduğunu bilmiyorum. Çok sordum soruşturdum ama kimse de tam olarak bilmiyor sanırım. Keşke aileden geri kalan biriyle konuşabilseydim, geriye nasıl bir hafıza kaldı, öğrenmeyi çok isterdim.