Geçen sezona genel bakış yazımı, tiyatronun mekânların dışına taşmasından söz ederek sürdürüyorum.
Genç kuşağın ödüllü yazar yönetmeni Ahmet Sami Özbudak yıllardır tiyatroyu salonların dışına taşırmada öncülük yapıyor. Yönettiği, yazdığı ya da yazıp yönettiği kimi oyunları tiyatro dışında sahnelemenin ötesinde, bir apartman katının salonunu (Mutluyduk Biz Bugüne Kadar), Pera Palas’ın yüzme havuzunu (Red Speedo) ya da Kumkapı’da bir kiliseyi (Gomidas) gösterinin sadece mekânı değil, karakterlerin biri gibi metne dâhil ediyor. Fikir babası olduğu ‘Balat Monologlar Müzesi’, Balat’ta, bir müzeymişçesine gezilen eski bir binanın odalarında, isteyenin girdiği mekândaki oyunlara bir göz attığı, isteyenin de üçer kere tekrarlanan çalışmaların bazılarını baştan sona izlediği benzersiz bir çalışma. Proje direktörlüğünü yaptığı “müzeyi” Özbudak, repertuarını durmaksızın genişleterek 2016’dan bu yana aralıksız sürdürüyor.
Balat’ta, karanlık işleri için paravan olarak da kullandığı bir kafe işleten Süleyman’ın, ondan çok farklı yaşam sürdüren, resmi kayıtlar dahil kimsenin varlığından haberdar olmadığı tek yumurta ikizi Talat’ın, hayatlarındaki iki kadının ve Süleyman’ın can dostlarının arasında geçen yazdığı ve yönettiği yeni oyunu ‘Tebdil’i de Balat’ta bir kafede sahneliyor.
İKSV İstanbul Tiyatro Festivali geçen sezon yerli oyunların bir bölümünü Taksim-Beyoğlu güzergâhına alarak, farklı mekânlarda izlenmelerini sağladı.
1920’lerden 2000’lere kadar hizmet verdikten sonra kapanan, 2021’de Hope Alkazar adıyla restore edilerek açılan Alkazar Sineması’nda bir teatral deneyim olarak tasarlanan ‘Çirkin’, Anadolu gelenek ve masallarından esinlenen gerçeküstü bir lanet hikâyesini, fiziksel tiyatroyla dijital enstalasyonu ustalıkla harmanlayarak aktarıyordu.
İBB’nin restore ederek kültür merkezine dönüştürmekte olduğu Metro Han’ın üst katında
yazar-çevirmen-dramaturg Ferdi Çetin ile yönetmen-oyuncu Kayhan Berkin’i ilk kez bir araya getiren ‘Annemden Kalan Gül Ağacı Masanın Üzerinde Çaydanlık Beyaz Bir İz Bıraktı’, geleneksel bir anlatıya odaklanmak yerine Merve Yörük’ün mekâna özgü enstalasyonuyla bir yazarın çalışma odasına, bir müze-eve dönüştürdüğü ortamda gerçekleşen düşsel bir atmosferde anların, imgelerin ve duyguların peşinden giden bir oyundu.
Ana karakterlerden biri olan binanın adını alan ‘Büyük Zarifi Apartmanı’, proje tasarımını ve yönetmenliğini İlyas Özçakır’ın yaptığı, yapımcılığı Anna Maria Aslanoğlu’nun üstlendiği, apartmanın üç farklı dairesinde geçen üç ayrı hikâyeden oluşan, İstanbul’da doğup sürgünlerle evlerinden, yaşadıkları sokaklardan, komşularından, arkadaşlarından, mezarlarından ayrılmak zorunda bırakılan Rumların yaşadıkları üzerine ayrıksı bir çalışmaydı.
Beyoğlu’na aşk mektubu
Festivalin sekiz saati bulan kapanış etkinliği ‘İstanbul Mon Amour. Beyoğlu’, mekâna özgü çalışmalarıyla, tarihle kurmacayı harmanlayan özgün metinleri görsel-işitsel şölene dönüştüren Ahmet Sami Özbudak’ın yönetiminde bir projeydi.
Oyun dizisi, Beyoğlu’nun görkemli tarihinde benzersiz bir yolculuğa çıkararak, izleyicileri anılarda kalmış, farklı kültürlerin zenginleştirdiği, çok dilli, çok dinli, kozmopolit Beyoğlu'na sekiz saatliğine geri götürüyordu. Beyoğlu’na tiyatronun büyüsüyle sarmalanarak bırakılmış bu aşk mektubunda, Osmanlı’dan günümüze sayısız yaşanmışlığın tanığı olan, yıllarca, Levantenlerin, Yahudi, Rum, Ermeni azınlıkların ve elit Müslümanlarının çocuklarına eğitim vermiş üç Fransız Lisesi, salonları, sınıfları, koridorlarıyla birer sahneye dönüşmüş; gerçek hikâyelerden esinlenerek yazılan oyunlarla şehrin geçmişine dair düşler, heyecanlar ve aşklar izleyicilere yaşatılıyordu.
Geçen sezonda Beyoğlu, keşfedilmeyi hak eden, tür ve tarz olarak son derece ilginç ve ayrıksı iki disiplinler arası performansın da mekânı oldu.
Tiyatro mekânı olmayan alanlarda sahnelenmek için tasarlanan ‘displaced’, gerçek bir olaydan esinlenerek, mültecilerin Rusya-Norveç arasındaki Storskog sınırından, ruhsatsız tek araç olan bisikletle geçebilmesi temel alınarak hazırlanmış, bedenler arası diyalogun dans tiyatrosunu anımsatırcasına öne çıktığı, diyalogsuz bir yerleştirme performansıydı. Proje danışmanlığını Ozan Ömer Akgül’ün yaptığı, Ertürk Erkek’in William Saroyan’dan esinlenerek tasarlayıp yönettiği, Ezgi Adanç’la birlikte oynadığı, kadim göç meselesinin küçük bir noktasından hareketle üretilmiş eserde yol, sınır, koparılan ya da koparılamayan bağlar, geçmiş, gelecek, umut, keder kavramları başarıyla ele alınıyordu.
Akgül-Erkek ikilisinin çok ilginç yeni çalışması ‘Soğuklar’ da yaz sıcağında devam eden sezonda Fıccın’da prömiyer yaptı. Ozan Ömer Akgül’ün yazdığı ve yönettiği, Ertürk Erkek’in oynadığı tek kişilik oyun bir meyhanede geçiyordu. Meyhanenin müdavimi olarak yiyip içerek izlenebilen bu farklı çalışma, önümüzdeki sezonda da İstanbul meyhanelerinde olacak.
Sezon sonlarına doğru prömiyer yapan, Başak Kıvılcım Ertanoğlu ile Ümit Erlim’in birlikte yazdıkları, Ertanoğlu’nun yönettiği ve Erlim’le birlikte oynadığı, yılın en şaşırtıcı ve etkileyici sürprizi ‘Treplev’ de Decollage Art Space’in üç ayrı katında oynanıyordu. Yapımcı, dekor, afiş tasarımcısı Melisa Zeynep Şahin’in yarattığı mekânlarda dolanan seyirciler, Çehov’un ‘Martı’sının sonunda, toplumun sanatçı karşısında ikiyüzlülüğüne, ailesinin vurdumduymazlığına, aşk ilişkilerinin çürümüşlüğüne dayanamayarak intihar eden Treplev’in bilincinde ve bilinçaltında çıktığı benzersiz yolculukta ona eşlik ediyordu. Mekânı oyunun bir karakterine, katılımcı izleyiciyi oyunun bir elemanına dönüştüren, özgün, heyecan verici, sahnelenmesi ve oyunculuklarıyla müthiş etkileyici bir çalışmaydı.
Ödenekli tiyatrolarımızdan İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun heyecan veren çalışması pek olmadı. Buna karşın İBBŞT Genel sanat Yönetmeni Ayşegül İşsever’in önderliğinde giriştiği, Muhsin Ertuğrul’un kurumu çağdaş İstanbul tiyatrosunu var ettiği yılların ruhuna yeniden getirme amacını bu sezon da sağlam adımlarla sürdürdü. Bu yıl repertuarına son derece ilginç ve farklı Tolstoy uyarlaması ‘Savaş ve Barış’ı katarken, genç İngiliz oyun yazarı Lucy Kirkwood’un derinlikli ve çok katmanlı oyunu ‘Sivrisinekler’le, bir dönemin Deneme Sahnesi fikrini Müze Gazhane’nin Meydan Sahnesinde yeniden canlandırma aşamasına geçti.
Misafir oyunlar dikkat çekti
Çok sayıda oyunun sahnelendiği İstanbul’da süreklilik kriteri olarak, tiyatro ödül jürilerinin değerlendirmeye alabilme şartı, bir oyunun sezonda en az on kez seyirci karşısına çıkmasıdır. İstanbul dışından misafir gelip on veya daha fazla temsil veren oyunlar da jüriler tarafından kent oyunu gibi değerlendirmeye alınır. Bunun son örneği, geçen yıl birçok jürinin yılın ödülünü Nilüfer Kent Tiyatrosu’nun ‘1984’üne vermesi olmuştu. Bu yıl da iki ödenekli misafir tiyatronun dikkate değer iki çalışması izleyicilerin, eleştirmenlerin ve jürilerin dikkatini çekti.
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları gösterişli ve eğlenceli bir üstün yapım olarak yorumladıkları, İngiliz yazar Nick Whitby’nin Ernst Lubitsch’in 1942 tarihli ünlü filmi ‘To Be or Not To Be’den aynı isimle tiyatroya uyarladığı oyunu ‘Yaşamak mı Yoksa Ölmek mi’ ile İstanbul’a da geldiler. Withby’nin muhteşem bir senaryodan yavan bir oyun çıkarmasına karşın, yönetmeni İlham Yazar’ın kusursuz dört dörtlük ekip oyunculuğunu olağanüstü bir görsel işitsel tasarımla destekleyen sahnelemesiyle ortaya, Afife Jale jürisinin de ödüllendirdiği çok başarılı ve keyifli bir iş çıkmış.
Asıl büyük sürpriz, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Tiyatroları’nın İstanbul turnesinde de izlediğimiz, 1929 doğumlu Sermet Çağan’ın 1962’de yazdığı, 1964’te ilk sahnelendiğinde müthiş ilgi gören, teatral ve toplumsal bir olaya dönüşen ‘Ayak Bacak Fabrikası’ oyunu oldu. Çağan’ı 1970’te, yeniden sahneleyeceği ödüllü oyununun provaları sırasında bir kalp kriziyle yitirdiğimizden, genç, hatta orta kuşak tiyatro severler yeteri kadar bilmezler.
Ayak Bacak Fabrikası, köy seyirlik oyunlarının soyutlama ögeleriyle groteski ve kara mizahı başarıyla iç içe geçiren, orta oyununun yabancılaştırmasını çağcıllaştıran, şarkılı türkülü, izleyiciyle bire bir iletişim kuran gelenekseli güncelleştiren biçemiyle, çağcıl tiyatromuzun temel taşlarından biri, Türkiye’de epik tiyatronun da öncülüdür.
Eskişehir BBT’de Murat Karasu’nun yönettiği dört dörtlük bir seyirlik olarak izlediğimiz oyun, Çağan’ın ruhunu şad eden, tiyatro tarihimizde çığır açmış bir metni hak ettiği parlak sahnelemeyle yeni kuşaklara tanıtan çok önemli bir çalışmaydı.
Sezonda buluşmak üzere.