Psikoloji üzerine lisans ve yüksek lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi´nde tamamlayan ve senelerce klinik psikoloji üzerine çalışan Virna Gülzari, ´Düş Odaları´ isimli sergisini 1 Eylül´de Küçükhan Ayvalık´ta sanatseverlerin beğenisine sundu. 30 Eylül´e dek ziyaret edilebilecek olan sergide, sanatçının bireysel düşlerine ve bilinçaltına dair en gizli odalara girme fırsatı yakalarken, aynı zamanda toplumsal olayların ruhumuza yansıyış biçimindeki benzerliklere de hayret edeceksiniz. Virna Gülzari, ŞALOM´a verdiği röportajda, İspanya- İstanbul arasındaki seyahatlerinin yaratım sürecine katkısını, dönüşüm noktası olan Auschwitz Kampı psikodrama çalışma grubunu ve sanat terapisinin insan ruhunu nasıl iyileştirdiğini anlattı.
‘Düş Odaları’ ismini verdiğiniz serginiz, kendi iç dünyanızın yanı sıra psikoterapi sürecinde şahitlik ettiğiniz ruhsal deneyimlerin de izlerini taşıyor. Serginizden biraz bahsedebilir miyiz?
Sanırım 98 depreminde İsrail’den Türkiye’ye destek için gelen sanat terapisti Rina Büberoğlu ile ilk çalışmaya başladık, çünkü travma sonrası sanat terapileri çok gerekli ve bazı şeyler sözle anlatılamıyor. Ben sonrasında çocuklar ve iş konusuna yoğunlaşınca sanattan uzaklaşmıştım. Bir arkadaşım ısrarla ‘Rina, tekrar Leyla Navaro’nun merkezi Nirengi’ye geldi, sen de katılmalısın’ deyince 2015 gibi yeniden başladım sanat terapisi grubuna. Aslında klinik psikoloğum ve bazı seanslar sonrasında çizerek not alıyordum. Klinik çalışmalarımı beş senelik bir döneme yayarak azaltıp, daha çok İspanya- İstanbul arasında gidip gelmeye ve sanat çalışmalarına ağırlık vermeye karar verdim. Pandemi oldu, 2021’de bütün danışanlarımla çalışmalarımı sonlandırdım ve daha çok çizim olan çalışmalarımı üç boyutlu enstalasyonlara çevirdim. İki senedir de çalışmalarım için doğru mekânı arıyordum, oda oda olması gerekiyordu. İnci Vural, Küçükhan’ın sahibi, eski bir hanı restore etmişti, çalışmalarımı bu mekânda sergilemeye karar verdik. Ağırlıklı olarak düşlerle ilgili çalışmaları buraya getirdim. Sanatseverler, bu sergide düşlerime dair otuz eserle karşılaşacak.
“SABAHLARI ZİHNİN ÇÖPÜNÜ BOŞALTMAK İÇİN ÜÇ SAYFA YAZI YAZMALIYIZ”
Bu fikir, doğup büyüdüğünüz İstanbul ve 500 yıl sonra geri dönebildiğiniz İspanya arasında gidip gelmeler sürecinde mi ortaya çıktı?
İspanya’ya gitmeden önce başlamıştım ama muhtemelen İspanya’ya gidip orada çok zaman geçirmem de etkili oldu. Gittiğimde iki haftalık bir inziva yaşıyorum. Ya eve kapanıyorum, ya da doğaya çıkıp yürüyüş yapıyorum, ardından sadece sanat ve teorik okumalar. Orada yaptığım çoğu parça uzun uzun yolculuklar, yaptıkları gerçekten bir göç öyküsü gibi. İspanya’dan İstanbul’a, sonra Ayvalık’a geldiler. Katalogda görmüşsünüzdür, çok insan figürü var. Bu figürlerin arasında atalarımızın da olduğunu düşünüyorum. Çalışmalarım da hep aklıma genelde meditasyon sürecinde geliyor. Ayrıca her sabah mutlaka bir- iki saat yazarım özelikle rüyalarımı… Sonrasında analiz ediyorum. Julia Cameron Artist’s Way adlı kitabında her sabah uyanır uyanmaz üç sayfa yazılmasını öneriliyor. Hem zihnin çöpünü boşaltmak için, hem de aynı zamanda yaratıcılığın da kapılarını açmak için.
Kendinizi hayal kırıklığına uğramış hissederken birden kâğıtlara bir şeyler çizmeye başlamışsınız ve bu yaratıcı enerjiyle birden psişik bir alana girmişsiniz. Herkes yaşayabilir mi bunu?
Yaşayabilir, özellikle travma dönemlerinde görüyoruz. Gezi Olayları sürecinde inanılmaz bir yaratıcılık patlaması oldu. Deprem bölgesinde de sanat terapisi yaptık ve o insanların iç dünyaları öyle açıldı ki, herkesin içinde bir kaynak var. Okullarda genelde beynimizin sol tarafının kullanıldığı şekilde eğitiliyoruz. Yaratıcılığımız eğitilmiyor hatta köreltiliyor. Herkes bir şekilde sağ beynini kullanabilir. Kimisi müzik, kimisi dans, kimisi edebiyatla bulacaktır kendini.
AUSCHWITZ BENİM DÖNÜŞÜM NOKTAMDI
Dönüşüm noktanız Auschwitz ziyareti; bu ziyaret ve ziyaretten dönerken aldığınız bebek size nasıl kapılar açtı?
Auschwitz, benim dönüşüm noktamdı. Oraya çok zor bir çalışmaya gittik, çok farklı ülkelerden kişilerin katıldığı ve psikodrama yöntemleriyle çalıştığımız bir projeydi. Bir süre kampta kaldık. Ben çok ağır bir hastalık geçirmiştim, felç oldum ve felçten kalkıp koltuk değnekleriyle gittim. Muhtemelen o çalışma bağışıklık sistemimi etkiledi. Dönerken havaalanında bu bebeği gördüm ve çok yoğun bir hisle onu aldım. Uzun zaman bir köşede durdu, sonra ona mozaikten aynalı bir yatak yaptım. İngiltere’de Tavistock Kliniği’nden Bebek Gözlemi diye bir eğitim alıyordum ve Auschwitz deneyimimi bununla birleştirerek bir sahne yarattım.
Hisleri mesleğinizden dolayı bir koleksiyoner gibi topluyorsunuz. Size zaman zaman ağır geldiği oluyor mu?
Oluyor, pek çok kişinin iç dünyasındaki meseleleri kendi içinize alıyorsunuz. Bunu nasıl öğüteceğinizi ve dönüştüreceğinizi bilmeniz lazım. 13 senedir dans ve sanat terapisi gruplarıyla çalışıyorum. Aldığınızı dönüştürmek gerek, içinizde kalmamalı.
‘Ruhun Perdeleri’, ‘Kafesler’ gibi isimlendirdiğiniz eserlerin yanında bir de ‘Pandemi’ var. Gönüllü girdiğimiz bu kafes, psikolojimizde ne etkiler yarattı sizce?
Bence çok ağır sonuçları oldu ama Türkiye’de bu dile getirilmiyor. Çocuklarda gelişimsel açıdan çok ciddi aksaklıklara yol açtı. Türkiye’de çocuklar 18 ay okula gitmedi. Dünyada Meksika ve Türkiye en uzun süre çocukları okula yollamayan ülkeler. Bu çok ciddi bir problem. Yaşlılar çok çok geriledi. Kaygı bozuklukları çoğaldı, sonuçları hâlâ devam eden insanlar görüyorum. Benim evde kaldığım dönemde yaratıcılığım çok arttı, o sıkışmışlıkla bir şey üretmem lazım düşüncesini doğurdu.
Teknolojinin her şeyi daha hızlı bir şekilde ulaşılabilir hale getirmesi, ilişkileri ve güven konusunu zedeliyor mu?
Nasıl kullanıldığı çok önemli, oğlum mesela arkadaşlarıyla oyun oynuyor. Ortak bir alanda buluşuluyor ama sanal bir alan. İlişkisel bağlamda kullanıyor. Sadece odasından çıkmadan saatlerce oyun oynayan çocuklar çok ciddi patolojiler geliştiriyor. Günde kaç saat kullanıldığı ve yüz yüze insan ilişkilerini engelleyip engellemediği önemli. Pandemide hayatımızı kurtardı. Şu anda ergenler çok uzakta olan birçok olayı biliyor ve ciddi bir çaresizlik yaşıyorlar, dünyada olan her şeyi bu kadar bilmek bazen korkutuyor da. Küçük yaştan itibaren belirli bir denetim olması gerekiyor, okullarda da sorgulama konusunda eğitim verilmeli. Zihnimizi teknolojiye teslim etmemeliyiz. Küçük çocuklarımızla asla göz temasını bırakmamalıyız.
DANIŞAN HİKÂYELERİNİ KİTAP VE TELEVİZYONLARDA İFŞA ETMEK DOĞRU DEĞİL
Türk dizilerine baktığımızda son dönemde hep Gülseren Budayıcıoğlu’nun danışanlarının hikâyelerine denk geliyoruz ve bu senaryolar insan psikolojisini konu edindiğinden izleyicinin de ilgisini çekiyor. Bazıları, bu gerçek hikâyelerin milyonlara yansımasını etik bulmadığını söyleyerek eleştiriyor; bir meslektaş olarak siz ne düşünüyorsunuz?
Doğru bulmuyorum. Bilimsel bir makale bile yazıyorsanız, teoriyi bozmayacak şekilde, o bilgi üç - dört kez süpervizör eşliğinde değiştirerek verilir. Vaka anlatımı bile çok hassas bir konudur ki bunun herkesin okuyacağı kitaplarda yapılması son derece yanlış. Sergimde asla kimsenin rüyası yok, onun bendeki izdüşümleri var. Mesela Irvin Yalom bile çok net danışanlarına sorar ve imzalı izin alır. Orada bile kritik, o kişi size hayır diyemeyebilir. Bizim kültürümüzde ‘hayır’ demek çok zor, danışan terapistini kırmamak için reddetmeyebilir ama ifşa etmek doğru değil.
Sergi kapsamında atölyeler de yapılacak. Bununla ilgili detaylar paylaşabilir miyiz?
Sergi açılmadan başladık atölyelere, iki farklı popülasyonla çalışıyoruz. Biri Zeytin Çekirdekleri Derneği, daha dezavantajlı gelir grubundaki çocuklara sanat ve müzik eğitimi veriyor. Biz de onlarla atölye yapıyoruz. Bazı atölyeler dışarıya da açık, herkes başvurabiliyor. Yakın teması kaybetmemek için çok büyük gruplar yapmıyoruz. Deneyim çok önemli, sanat terapisi kitaptan öğrenilecek bir yöntem değil, biraz psiko-eğitim de var. Çocuklarla başladık, gençler- yetişkinler- anne babalar ve öğretmenlerle de çalışacağız.
Babanız Viktor Apalaçi de uzun senelerdir Cannes Film Festivali’nden en güzel sinema yazılarını Şalom Gazetesi’nde bize aktarıyor. Ailenizin sizin sanatla ilginize etkisi ne oldu?
Sanata ilgim baba tarafından ama ilişkisel kapasitem annemden geliyor. Babam Cannes’dan geldiğinde bütün yemek masasının üstünde babamın fotoğrafları olurdu. Ben de babamın o titiz albüm yapma alışkanlığından görerek öğrendim. Düşünün ki, Louvre Müzesi için Japonlar ile beraber sabah 07.00’da kuyruğa girerdik. Bu serginin en önemli özelliği bir ay boyunca burada olup, ziyaretçilerle bire bir konuşup, atölyelerde pek çok kişiyle çalışıyor olmam. Yani hem sanata dair ilgimi, birikimimi, hem de insanlar arası ilişkileri güçlendirme isteğimi buluşturduğum bir çalışma oldu benim için. Ve bu sergiyi anneme ithaf ediyorum.