Metin Sarfati ile Spinozyen Düşünceler – 10

HAYVANA OLAN ÖZLEM /İSTEK

Metin SARFATİ Perspektif
11 Eylül 2024 Çarşamba

Bir hayvanın bakışıyla başka bir insanın bakışını karşılaştırdığımızda, bu ilişki daha da açıkça ortaya çıkar. İki insanın arasındaki uçurum, temel olarak dil aracılığıyla açılır. Bu karşılama düşmanca olsa ve arada hiç kelime kullanılmasa bile, dilin varoluşu her zaman karşılıklı olmasa da en azından birinin öbürünün varlığını onaylamasını sağlar. (...) Hayvanın dilinin olmaması, sessizliği her zaman onun insanla arasında bir mesafe olmasının, ondan ayrı ve onun dışında kalmasının bir garantisidir.

John Berger

Önceki derste isteğin bizzat içinde, yaşamın ve ölümün bir arada olduğunu göstermeye çalıştık. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz; arzu eğer içinde yokluğun varlığını da taşıyabiliyorsa, o zaman diyebiliriz ki hayvana olan özlemimiz veya isteğimiz, onun yokluğunun eksikliğidir. Onun bedeninin içinde olmadan ve o, acısını dile dökemeden (kelimelendiremeden), onun acısını ölçmemizdir.

***

Sahibinin dışarıya bağladığı köpeğin kapıya bakışını görüp, sahibini beklediğini söyleriz. Böyle bir durumda Wittgenstein diyecektir ki; “nereden biliyorsunuz, köpeğin sahibini beklediğini?” 

Köpeğin sahibini beklediğini bilmemiz, yokluğun içinde varlığı taşıdığı duygusundan kaynaklanır. İsteğimiz, aslında var olanın eksikliğini hissetmiş olmamızdan kaynaklanıyor. Bunu ölçemeden de biliyoruz. Bilim insanları, mesela veterinerler, ölçülebilir olan bilimseldir, derler. Fakat bu durumda ölçmek mümkün değildir. Sadece, sözcükler mümkündür. 

Daha önceki derslerde söylemiştik, Wittgenstein’a göre, “felsefi problemlerin dile getirildiği cümleler, tümceler, önermelerin tümü, ki bütün bunlar bir dil önermesidir, anlamdan yoksundurlar. (...) Bu felsefi problemlerin dile geldiği cümleler, anlamdan yoksun oldukları için felsefi analiz onlara anlam vermeye çalışır.” 

Mesela, Wittgenstein’a göre, ‘köpeğin canı yanıyor,’ anlamsız bir önermedir: “Sözcükler çoğu zaman, bizim söylemek istediklerimiz yani eksik olduklarını hissettiklerimiz de dahil olmak üzere, bir senkronizasyon, bir bütünlük sağlamayabilirler. Filozofun vazifesi bir terapi yapmaktır.” Buna ‘felsefi terapi diyor Wittgenstein. Felsefi terapi ile filozofun, anlamsızlığın bilincine varması sağlanacaktır. Filozof da daha sonra dönüp bunu bizlere anlatacaktır. Genelde kullandığımız cümlelerde, her zaman anlamlarıyla örtüşmeyen şeyler de söyleyebiliyoruz. Wittgenstein için, felsefede temel sorun önce anlamaktır. Biz de anlama istediğidir, diye ekleyebiliriz. Demek anlama vardır ki, onun yokluğunun eksikliğini hissediyoruz. Anlamın bizzat kendisi yok değildir, anlamın bizzat kendisi vardır. Biz sözcükleri arka arkaya dizerek, grameri kullanarak anlamın bizzat kendisini kaybettik.

Öyleyse filozof anlamı, anlayan olacaktır. Temel sorun burada, algı ile dil arasındaki büyük problemdir. Bunlar arasında senkronizasyonun var olmamasıdır. Ancak sözcükler ve anlam birlikte tahlil edilebilirse, Wittgenstein için, bir yere varılabilir. Felsefi önermeler yeniden değerlendirilebilir. 

“Araba köpeğe çarptığı için köpeğin bacağı ağrıyor.” Burada verdiğimiz anlam, köpeğin acısını bildiğimizin göstergesi değildir. Biz köpeğin acısını kendimizden yola çıkarak göstermeye çalışıyoruz. Ve başlangıçta apriori bir özdeşlik, bir eşleştirme sağlamaya çalışıyoruz. “Araba bana çarpsa benim bacağım ağrır, öyleyse köpeğin de ağrır.” Bir; nasıl varabiliyoruz bu mantığa? İki; bu bir eşleştirme midir? Mantık bilimi açısından anlamlı mı bu eşleştirmeyi yapmak? Eğer yanlışsa anlamsızlığın içine düşmüşüz demektir. Yani sözcükleri anlamlarıyla örtüştürememişiz demektir. Diyor ki Wittgenstein, “belli kurallara uyduğumuzda görebiliriz ki, cümlelerimizin birçoğunun herhangi bir anlamı yoktur.” Öyleyse genel bir bakışla, kullandığımız sözcüklerin hangi şartlar altında üretilmiş olduğuna bakmamız gerekecektir: “Hayvanın bacağı ağrıyor” cümlesinde özne hayvan ama ona dair yargıda bulunan biziz, fakat o cümlede biz yokuz. Hayvanın kendi yargısı yok. Öyleyse, sözcüklerden hareketle anlamsızlık sorununu çözmek bütün mesele.

Hayvanın canı acıdığında hayvanın yerine acısını ben dile getiriyorum. O zaman burada bilimsel olarak bir önermemiz olamayacağını kabul edeceğiz. Veteriner de söylese olamaz. Sıradan dil dediğimiz şey, bize kendi dünyamızı açıyor; kendi dünyamızı açtığı gibi orada hayvanın dünyasını da açıyor. Ama bu dil bizi yanlışa götürüyorsa, o zaman Wittgenstein diyor ki, “yanlışlardan nasıl korunacağız?” 

Bir şey çok açık; bizi dünyaya ve hayvanlara bağlayan tek köprü, tek iletişim aracı dilimizdir. Dilimizle duygularımızı dile getirdiğimizi düşünüyoruz. Öyleyse bunun doğru olması gerekir. Doğru olup olmadığından nasıl emin olacağız? Ama hayvanlarla bizi birbirimize bağlayan tek köprü de dilimizdir. Bu köprünün bağlanması için herhangi bir bilgiye ihtiyacımız yok, sadece dil bilgisine (gramere) ihtiyacımız var. 

“Hayvanın bedeni, acısını bana göstermediğini göstermemek için oluşmuş bir duvardır” önermesinden yola çıkarsak, nasıl onun acısını dile getirebileceğiz ve nereden bileceğiz bu önermenin doğru olduğunu? 

Hayvan acısı üzerine konuşabilmek mümkün mü?

Wittgenstein, “bilinç ve duygu, ancak onları gösterebilme gücüne sahip olanlar için vardır,” diyor.  Bunları gösterme (manifeste etme) niteliğine sahip olanlar hayvanlar veya insanlardır. Wittgenstein'a göre hayvanların veya insanların, duygularını, öyleyse acılarını dile getirebilme yeteneği aynıdır.  Ben ile sen arasında veya ben ile o arasındaki bir sözcük farklılığı Wittgenstein’a göre önemli farklılıklar yaratabiliyor yani şöyle diyebiliyoruz: O acı çekiyor, o ıstırap çekiyor, onun acısı var. Söyleyen, bu önermeyi yapan benim ama acı çeken o; Wittgenstein’a göre bütün mesele, bu birlikteliği duygusal, algısal ve zihinsel olarak herhangi bir karmaşaya düşmeden bunu doğru sözcükle ifade edilebilme yeteneğinde yatıyor. 

Wittgenstein’a göre sıradan dilde tabiat ve hayvanlar üzerine düşüncelerimiz, sıradan aklın felsefesi ile oluşur. Sıradan dilde yalnız insanlar değil, hayvanlar dahil birçok şey vardır. Hayvanlar dahil açıklayamadıklarımız da açıklayabildiklerimiz de vardır. Sıradan dilde hayvanların acısını dile getirebilmemiz meşrudur. Hayvanlar çünkü ilk önermeye göre, kendi ıstıraplarını açıklayabilenlerdir. 

***

Felsefeden, isteğin anlamından yola çıktık. İsteğin varlığının, yokluğunun anlaşılmasının dile getirilmesi olduğunu söyledik. Bunu daha sonra, hayvanlarla olan ilişkimizle buluşturduk. Varlıkla yokluğu bir araya koyduk. Sonra Wittgenstein’in analiziyle, doğru sözcükleri kullandığımız sürece, en önemli bilimsel veya felsefi problemleri aşabileceğimizi söyledik. Hatta Wittgenstein’a göre, filozofun en önemli yanlışı, doğru sözcük tahlili yapmamasıdır. Dolayısıyla terapi filozof için de bizler için de önce sözcük terapisi olmakla başlayacaktır. Bütün bunların sonucunda ortaya bir şey çıktı, hayvanlara ayırdığımız bu üç derste; hayvanın acısıyla insanın acısı arasında, zihinsel düzeyde herhangi bir fark yoktur. Filozofun, anlama sözcükler üzerinden ulaşması meşru ise önermemiz de bilimsel gerçekler kadar meşrudur. Hayvanlar acılarını insanlar gibi ifade edebiliyorlarsa, hayvanların acısı ile insanların acısı arasında zihinsel düzeyde herhangi bir farklılık yoktur. 

Zannediyorum ciddi bir problemi biraz daha felsefi, biraz daha zor bir anlatımla dile getirmeye çalıştık. Umarım hayvan acısı üzerine söylenen yanlışların önüne geçmek için yeterli bir felsefi giriş yapmışızdır. Dolayısıyla hayvan acısını dile getirmenin meşru olduğunu söyleyebildik. Hayvan isteğimizin anlamını anladık. Var olduğunu bildiğimiz hayvanın, yok olmasını kabul edemediğimizi dile getirdik. 

Tabii ki son analizde, erosta olduğu gibi, yokluktur varlığı yok edecek olan ama her şeye rağmen, Spinoza’ya göre, yokluğun ismi varlık olacaktır. 

 26.01.2022 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün