“Kim inanmaya değil de görmeye önceden koşullandırıldığını hissediyorsa ona, tüm inananlar gürültücü ve can sıkıcı gelir: Kendinden uzak tutar onları.”
Bu çok basit gibi algılanabilecek ancak kusursuz bir derinlik barındıran önerme, Alman filozof Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin İyinin ve Kötünün Ötesinde adlı eserinde yer alan aforizmalarındandır. Önerdiği şey sıradan bir görme eyleminden ziyade inanmanın ve inananların karşısına çıkarılmış bir görü, bir odak oluşturma eylemi olarak yine ancak felsefeye onun tarafından kazandırılan üst insan teorisi içerisinde var olabilecek bir niteliktir. Çünkü insanın, tüm yanılgılarından ve bağnazlıklarından, boş inançlarından, dogmalarından ve yücelttiği tüm yanılsamalarından arınmasının yolu odaklanılmış, süzülmüş, ayıklanmış bir arı görüş elde etmesiyle mümkün olabilir.
Her ne kadar görme, konuşmadan ve tüm toplumsal eylemlerimizden önce gelmekteyse de Victor Burgin’in söylediği gibi “gözün kendisi için görebildiği, kesin olarak ihtimal dahili değildir.” Yani göz, çevresiyle uyum içinde bir görü elde etmeye daha ilk anlardan itibaren koşullandırılır. Dolayısıyla çevremizde olup bitene inanmaya koşullandırılmış bir görme alışkanlığıdır bu. Nietzsche’nin bu güçlü aforizmasında ise görmeye önceden koşullandırıldığını hisseden insanın sıradan bir verili görme yeteneğiyle, yalnızca çevresini gözlemleyerek bir görü geliştirmekten haz almadığı açıktır. Ancak bu o kadar kolay erişilebilecek bir ideal değildir. Bizler etrafımızdaki nesnelerin görüntüsünden hareketle gerçek bilgilerine ulaştığımızı düşünürüz. Ancak ‘gerçek’ tanımı özelinde asla düşünmeyiz. Bir şeye gerçek dediğimizde bu sadece o nesnenin varlığıdır ve bizler düşünen ve inanan varlıklar olarak tamamen objektif, tüm çevremizden bağımsız bir algıyla kavrayamayız nesneleri. Bununla uzlaşmak, odaklanmak, bu görüş içerisindeki ilişkileri masaya yatırmak ve üzerinde yeniden düşünmek yerine ‘gerçek’ kelimesinin güçlü iktidarına sığınmak güvenli bir limandır, çoğunluğun görme biçimidir. Çoğunluğun sesi içinde yaşarken oradaki yankının ve bir rutinin parçası olduğumuzda hiçbir şey gürültülü de değildir. Şimdi asıl önemli soru, bu görme biçiminin dışına çıktığımızda neler olabileceğidir.
Bu noktada insanın muhakeme yetisini kullanma konusundaki ısrarı ve bunun derecesi önemli rol oynar. Bu, Nietzsche’nin sunduğu ideale, üst insan’a ulaşma yolunda atılacak bebek adımlarından biridir. İnsanın muhakeme yetisini kullanarak elde ettiği bilgi doğru bilgi olacaktır. Doğru bilgi subjektif olduğu için gerçekle örtüşmeyebilir ve belki de burada minimal de olsa bir aydınlanma yaşanır. Ayrıca aynı bilginin farklı muhakeme yetilerimizle bizleri kendi doğrularımıza götürebildiğinin farkına varabiliriz. İşte asıl bunun ayrımını gördükten sonrası zordur çünkü tam anlamıyla bir iktidar yitimini göze alarak insanın kendi doğrularına kuşkucu yaklaşması gereğini açığa çıkarır. Bu süresiz çaba belki de insanın yaşamı boyunca devam edecektir.
Buna yakın bir görme biçimine en yakın sanatlar aracılığıyla yaklaşabiliriz.
Hatta belki de sübjektivitenin gerekliliğini de en fazla arz eden yine sanatlardır. Özellikle de görüntü sanatları henüz resim sanatının vesayetinden kurtulmaya çalıştığı (ki hâlâ kurtulmuş sayılmaz) ilk yıllarından itibaren görmenin yeni biçimlerini sunmuştur. Örneğin görmenin başlı başına bir pratik olabileceğini ve görmeye koşullanmanın sözlü kültürü de nasıl şekillendirebileceğini ortaya koyan Gerçeküstücü ressam Rene Magritte, Düşlerin Anahtarı adlı resminde sözcüklerle, görülen nesneler arasında var olan uçurumu yorumlarken bildiklerimiz ve inandıklarımızla nesneleri görmekte oluşumuzu, bu alışkanlığın nesnelerin tüm bilgisine sahip olduğumuza bizi inandırışını aynalamaktadır. Peki, nedir sözü edilen bu ‘inandırma’ olayı? diye sorar John Berger. Özellikle bir gelenek olarak ressamın nesnesini en gerçekçi görünüme büründürmesindeki maharetin görme biçimimizi nasıl domine ettiğinden söz eder. Bugün hâlâ hiper gerçekçi resmin karşısında büyülenen kitleler izlenir çünkü hiper gerçekçi resimler inandırıcılığa oynar ve burada ne bir sanattan ne de Nietzsche’nin “inanmaya değil de görmeye önceden koşullandırıldığını hisseden insan” idealinden bahsedilebilir. Temel bir görsel eğitiminin eşiğinden geçmeden görüntülerin temsilleri üzerine düşünebilmek çok zordur. Çünkü toplumsallaşma sürecinde inanç, zamanla duyularımızı dahi körelten bir olguya dönüşebilmektedir. Öyle ki bu en çok belgesel fotoğraflarla karşılaştığımızda gözlemlenebilir. Öyle coşkulu ve gürültülü tepkiler veririz ki, gördüğümüz şeylerin o şekilde mi gerçekleşmiş olduğunu sorgulama gereği duymayız.
Görmeyiz aslında onları, inanırız
Söz konusu olan, belgesel fotoğrafların iştahını arttıran güdümlenmiş bir mağduriyetse daha çok inanırız. Ancak bu görüntülere maruz kalış biçimimizi hiç sorgulamayız. Oysa bu görüntüler zaten Roland Barthes’ın da önerdiği gibi çoğunlukla gündelik yaşam içerisinde kuaför ya da dişçi sıramızı beklerken zaman öldürüp uysallaştırdığımız şiddetli görüntülerdir.
Görmek özü itibariyle daha katmanlı bir eylemdir ve çağımız insanının bu katmanların bilgisiyle donatılmaya ve arasında dolaşmaya ihtiyacı vardır. Walter Benjamin Son Görüşte Aşk kitabında Alman filozof Georg Simmel’den yardım alarak bir örnek verir;
“Büyük şehirlerde insanlar arasındaki ilişkinin ayırt edici özelliği, gözün kulağa oranla çok daha fazla önem kazanmasıdır. Bunun temel nedeni, kamu ulaşım araçtandır. On dokuzuncu yüzyılda otobüslerin, trenlerin, tramvayların gelişmesinden önce insanlar uzun dakikalar, hatta saatler boyunca tek bir kelime etmeden karşılıklı birbirlerine bakma durumunda kalmamışlardı.”
Şimdi tam da yerinde bir parantez açıp şu meşhur klişeyi düzeltmenin yeri gelmiş olmalı. Bakmak ve görmek arasında fark olduğunu söyleyen ve sorgusuz inanılan cümle…
“Bizler zaten baktığımız şeyleri görürüz” der John Berger açıklıkla. Bir diğeriyle de devam ederek “her imgede bir görme biçimi yatar” der.
Bu ne demektir? Örneğin bir sınıf fotoğrafında çocuğunuz geri kalan yirmi kişiden biridir. Ancak yalnız bizi ilgilendiren nedenlerle gözümüzü ondan bir türlü alamayız. İşte bu belki de görmenin en kristalize halinin farkında olduğumuz an olarak sıradan bir görme yerine odaklanılmış, subjektif bir görmenin, görmenin bir aşk ilişkisi gibi öznel olabileceği bilincinin kazanılmasıdır. Bu noktada artık şeylerin fetişleştirilmesi gibi aşırılıkların yerini nedensellik devralacaktır. Ancak yine de Nietzsche’nin idealize ettiği boyuta ulaşmak çok zordur. Tüm gürültücü ve can sıkıcı inananları kendinden uzak tutma isteği o güne dek kazanılmış toplumsal reflekslerin ayırdına varabilmekle mümkündür. Evet, ancak bu farkındalığı geliştirmeye çalışırken insan, toplumdan izole olamadığı için maruziyet altında bunu başarmalıdır. Yani hem toplum içinde uyaranlara maruz kalıp hem de bir görme biçimi geliştirmeye çalışan insan olmak tüm yaşamı kapsayabilir. Sonuç olarak görüntü çağında yaşıyoruz ve görüntüler, aydınlığın bilgisinden güç alarak bize ‘gerçeği’ kendine özgü bir yorumlama alanı sunar. Yalnızca bu nedenle bile büyük idealler bir yana en azından sessiz tanıklıklar olarak daha derin bir ilgiyi hak etmektedirler.