Eylül ayı, Narin Güran’ın trajik cinayetiyle başladı, öyle de devam ediyor. Çocuk ölümleri diğer tüm kayıplardan daha ağır ve daha sarsıcı. Bu yas duygusuyla kaleme aldığım eylül ayı yazımda, yaşamdan koparılan çocuklardan birini anlatarak, yok olup giden kısacık hayatları beraberce analım istedim. Sözünü ettiğim kişi, Holokost’un çocuk kurbanlarından, Hanus Hachenburg.
12 Temmuz 1929'da Çekoslovakya'da doğan Hanus, Nazilerin zulmüne yakalanarak Terezin Toplama Kampına getirildiğinde henüz çocuk yaştaydı. Toplama kampına gelir gelmez ailesinden ayrılıp erkek çocukların bir arada kaldığı barakalara alındı.
Terezin çocukları, içinde bulundukları korkunç koşullara rağmen geriye resimler, çizimler, yazılar ve şiirler bırakabildi. Özellikle, yaşları 12 ila 14 arasında değişen erkek çocukların kaldığı barakalarda çıkarılan Vedem dergisi, bu sanat faaliyetlerinin en önemli örneklerinden biri oldu.
Vedem, basılı bir dergi değildi; çocuklar hafta boyunca yazdıkları eserleri biriktirir ve her Cuma akşamı toplanarak bu yazıları yüksek sesle paylaşırlardı. Vedem, ele alınıp okunmayan, dinlenen bir dergiydi. Dahası, bir direniş aracıydı. Zira çocuklar, bu dergi sayesinde yaşadıkları zorluklara ve Nazi zulmüne karşı duygu ve düşüncelerini ifade edebiliyordu. Bunlardan biri olan Hanus Hachenburg, çocuk direnişinin önemli kalemlerinden biriydi. Şiirlerinde, gettonun dar ve sınırlayıcı atmosferini sorgularken, özgürlüğe olan özlemi de dile getiriyordu. Vedem’e yazdığı bir şiirinde bu duyguları yoğun bir şekilde aktarır:
"Kimim ben?
Benim halkım kim?
Göçebe bir çocuk muyum?
Bu getto benim vatanım mı?
Yoksa sadece olgunlaşmak için mi geldim?
Daha güzel, daha küçük bir yere gidebilecek miyim?
Bohemya benim vatanım mı? Ya da belki tüm dünya?”
Hachenburg’un şiirleri, Terezin'deki diğer çocukların hislerini de yansıtarak, yaşadıkları travmayı hem bireysel hem de kolektif bir dille aktarması bakımından özeldir. Zira çocuklar savaşların her zaman en sessiz kurbanlarıdır ve onlardan geriye pek bir şey kalmaz. Anne babalarının kucağında ya da ellerinden tutarak savaş bölgesinin tehlike dolu bir yerinden, bir başka yerine doğru giderler. Sesleri duyulmaz, sözleri anlaşılmaz.
Hachenburg’un eserleri yalnızca şiirlerden ibaret değildi; bir kukla oyunu da yazmıştı. ‘Looking for a Specter / Bir Hayalet Aranıyor’ adlı oyunda Terezin’de yaşanan dehşeti alegorik bir kurgu içinde anlatır. Oyun, bir krallıkta halkın kemiklerinin toplandığı ve ölümün sıradanlaştığı bir dünyada geçer. Hachenburg’un yarattığı bu alegorik dünya, Terezin’deki Yahudilerin Nazi baskısı altındaki trajik yaşamının metaforik bir tasviridir. Oyun boyunca Kral ve Bakan, halkı korkutmak için bir hayalet arama çabasına girer:
Bakan: “Majesteleri, yeni uyguladığım metotlar sayesinde insanların isyankâr tavırları bıraktığı, itaatkâr oldukları kamplar kurdum... Ancak şimdi, bir hayalete ihtiyacımız var. İnsanların en korktuğu şey. Ölülere, kemiklere, ölü insanlara ait ne varsa her şeye!”
Oyun, absürt bir gerçeklikle ölümün sıradanlaştığı bir dünyada, yaşamın ne kadar değersiz hale geldiğini vurgular. Oyunun sonunda, güç unsurları karikatürleştirilmiş, ölüm bile alay konusu edilmiştir.
Hanus Hachenburg 1944 yılında, Terezin'den Auschwitz'e gönderildi ve orada, birçok akranı gibi, Nazi rejiminin gaz odalarında katledildi. 15 yaşındaydı. Ondan sonra da nice çocuk savaşlarda öldü, ölüyor. Klasik laftır: “Savaşın kazananı olmaz”, en büyük kaybedeni ise hep çocuklar. Ülkemizde ise savaşa gerek bile yok. Aile içinde suistimale uğramak, aile bireyleri tarafından katledilmek gibi kabul edilmez olaylar bir çocuğun sonu olabiliyor. Hanus, Ömer, Sıla, Narin… Yaşamı çalınan tüm çocukları, derin bir matemle anıyorum. Çocuklar ölmesin.