Türk Yahudi Toplumu´nun yaşayan efsanelerinden olan; gelenekler, tarih, din felsefe ve Yahudi öğretileri konularındaki bilgilerini nesillerden nesillere aktaran değerli isim Silva Filiba ile, çocukluğundan itibaren okumaya- öğrenmeye ve öğretmeye olan sonsuz sevgisini, yıllar içinde aktardığı ve paylaştığı bilgilerin kendisine getirdiği dostlukları, yazdığı şiirleri, çok kıymet verdiği ailesini ve pek tabii ki de anılarını konuştuk.
‘Zamanın Tanıkları- Yaşayan Efsaneler’ adlı röportaj dizimizde bizlere konuk olmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz Silva Hanım. Sizi kime sorsak ‘Gerçek bir efsane’ diye tanımlıyor. Yahudilik ile ilgili bilgi ve birikimlerinizi başkaları ile paylaşmaya ne zaman ve nasıl başladınız?
Aslında ailenin tek çocuğuydum ve çok kültürlü bir ortam içinde büyüdüm. Babam Fransızca şiirler okurdu, ben daha okuma yazma bilmeden ezberlerdim. Bana anlattıkları hikayeler arasında peri masallarının yanında Tevrat’tan da bazı şeyler vardı. Komşu çocuklarına okuduklarımı anlatmayı severdim, okulda gazete çıkardıklarında da öyküler üzerine yorumlar yapardım. Tora’yı ders olarak almadım ama kendi kendime, seyahate çıktığımızda aldığım kitaplar, mecmualar ve Jerusalem Post gibi kaynakları çok okudum. Asıl bilgim ise kocamdandır. Onu tanıdığımda 17 yaşındaydım, Yahudilik hikâyeleri ve kitaplar üzerinde fikir teatisi yapardık. Bana getirdiği ilk hediye Fransızca tercüme edilmiş bir Tevrat’tır. Sayfaları sarardı, yırtıldı ama hâlâ saklıyorum. Bir gün rahmetli Hahambaşı Rav David Aseo’nun beni çağırdığını söylediler. Bana kadınlar ile bilgilerimi paylaşmamı tavsiye etti. Ne anlatabilirim diye çekince ile sorduğumda, sert bir edayla ‘Bir mitzvah reddedilemez’ cevabını verdi. Beş dakika sonra beni dinlemek için insanların hazır beklediklerini söylediler ve orada başladık. 53 sene oldu, ilk gittiğim gün Büyük İskender’in Makedonya’dan çıkıp Balkanlar’ı fethettiğini ve asimilasyonu anlattım. Her zaman sohbet şeklinde öğrendik, öyle bir bütün olduk ki sarsılmaz bir dostluk ilişkisi oluştu. Bildiklerimizi başkasına vermek kutsal bir vazifedir. Tora’da bir tek harf bilseniz bile, başkalarına öğretmeniz şarttır.
Bunca yıl farklı farklı kişiler tanıdınız, bildiklerinizi öğrendiklerinizi onlarla sohbetlerinizde hep cömertçe anlattınız. Peki siz kendinizi nasıl eğittiniz?
Fransızca, Türkçe, Judeo Espanyol ve İbranice dillerine hakimim. Avrupa’ya gittiğimizde oradaki kütüphanelerden Türkiye’de bulamadığımız kitapları satın alır, konferanslara giderdik. Bitmek tükenmek bilmeyen bir öğrenme sevdamız vardı.
“EŞARP DEĞİL BANA SARILAN İKİ SEVGİ KOLU”
Sürekli öğrenme arzusunda olan kişilerle bir arada olmak sizi olumlu yönde etkiledi mi? Hiç unutamadığınız, aklınıza kazınan bir anınız var mı?
Bir yılbaşı gecesi kapı çalındı, genç bir hanım bana bir kutu verdi. Bir poşet içinde çok güzel bir eşarp, mavi renkte ve üzerinde payetler işlenmiş. Kim yolladı diye baktım, kart yok. 12’de telefon çaldı, genç arkadaşlarımız birer birer beni kutladı ve eşarbı giymemi söylediler. Onlar hep çok zor anlarımda yanımda oldu. Bazen arkadaşlarım ‘Sende o kadar lüks eşarplar varken, hala neden bunu giyiyorsun?’ derler. Ben de onlara ‘Bu bir eşarp değil, bana sarılan iki sevgi koludur’ yanıtını veririm. Burada yarın sabaha kadar sizinle kalsak da anılarımızı bitiremem.
“PANDEMİDE ARABAYLA EVİMİN ÖNÜNE GELİP PENCEREDEN HATIRIMI SORDULAR”
Yıllardır İstanbul’da Türk Yahudi Toplumuna mensup pek çok kişi tanıdınız onlarla uzun nefesli dostluklarınız oldu. Diğer taraftan derin acılar yaşadınız, önce oğlunuz Robert’i ardından eşiniz Albert’i kaybettiniz. Bu zorlu dönemlerde dostlarınızın size destek olmaya çalıştıklarını tahmin ediyoruz. Bu konuda anlatmak istediğiniz herhangi bir şey olur mu?
Oğlum hastalandığı zaman en son günlerinde Amerikan Hastanesindeydik ve ciddi kar yağıyordu. Her gün bir tane arkadaşım arabayı yollar ve kendisi de gelirdi. Akşam beni yeniden eve geri bırakırdı. Maalesef vefat olduğu zaman, ilk haberi aldıklarında herkes eve geldi. Cenaze günü beni kolumdan tuttular, bana destek olmak için herkes sokaktaydı, sarıldılar ve asla yalnız bırakmadılar. Çok minnettarım onlara. Eşim de vefat ettiğinde herkes Ada’dan indi benim yanımda olmak için. Pandemi döneminde ayrı kaldık, bazıları arabalarıyla evimin önüne gelip ‘Biraz pencereye çık’ derlerdi, hatırımı sorup fotoğraf çekip giderlerdi. Ben her hafta yazdım, onlar da bu yazıları toplayıp istifledi. Kitap şeklinde oldu, sıraya koymak istedim. Hahambaşı İsak Haleva’ya getirdiler, o da bana ‘Sen yaşlı olamazsın, vaktin yok yaşlı olmak için’ dedi, biliyorsunuz çok nüktedandır ve aile dostumuzdur.
EŞİMLE 70 YIL BOYUNCA HEP EL ELEYDİK
Yaşınız itibariyle Türkiye’de Varlık Vergisi, 6-7 Eylül gibi birçok acı olaya da şahit oldunuz. Bu zor dönemler sizi etkiledi mi?
Ben okuldaydım o dönemler, birçok kimseyi etkiledi ama bizi etkilemedi. Babam 1. Dünya Savaşı’nda subaydı, 2. Dünya Savaşı’nda tekrar orduya aldılar ve Diyarbakır’da üç sene teğmen olarak çalıştı. Zaten bir şeyimiz yoktu fakat var veya yok alınıyordu. Bizde ne ev, ne dükkan vardı. Annem beni lisenin son sınıfına getirmek için çalışmaya başladı. Olgunluk imtihanlarına girdim ve kazandım, ama o dönem nişanlandım ve üniversiteye gitmedim. Büyük bir aşk yaşadık kocamla, 70 yıl evliliğimiz devam etti. Her zaman el ele, hem iş hem anlayış, hem de biricik oğlumuzu yetiştirmek için çaba sarf ettik. O Amerika’da MIT Üniversitesi’nde burs kazanıp okumaya gitti, çok para gerekiyordu. Dişimizi sıktık ve yolladık onu. Bitirdiğinde döndü, evlendi ve çocukları oldu. Kocam 98 yaşında öldü, ben tanıdığımda 21’di. O zaman bile Yetimleri Koruma ve Barındırma Derneği Başkanı idi. Her zaman toplumumuz için gönüllü olarak elimizden geleni yapmaya özen gösterdik.
Torunlarınız Eytan ve Eran sizin hayata bakış açınızı değiştirip, geliştirdi mi? Mesela daha geleneksel bakarken, onlar sayesinde farklı yaklaşabiliyor musunuz? Yoksa kuşak çatışması yaşıyor musunuz?
Eytan ve Eran bana ve kocama çok çok bağlıydı. Her cuma akşamı sofrayı hazırlardık ve kocam Şabat duasını bir hafta birine diğer hafta öbürüne okuturdu. Şimdi burada yalnızım. Büyük torunum Eytan ailesiyle İsrail’de. Gelinim Lina da öyle. O her şeyi takip eder ve yapar, beni hiç bırakmaz. Hastanede, ameliyatta hep o vardı yanımda. İstanbul’daki torunum Eran ve eşi Sandra da benim kanatsız meleklerim. Bana torunlarım ‘Mamani’ diye isim taktılar. Küçük torunlarım Netta, Daphna ve Noah da hayatımı renklendirirler. Dört nesil sevgi ve anlayış içinde mümkün olduğu kadar beraber olmaya çalışıyoruz.
Hastanede olmanıza rağmen, üretmeyi ve yazmayı hiç bırakmadınız. Yaratıcılık süreci ruhunuzu besliyor mu? Hâlâ kendinizi eğitmeye devam ediyor musunuz?
Ameliyat olduktan 3-4 gün sonra bedbaht bir vaziyetteydim. Moralim sıfırdı, yanımda olan bakıcım bahçeye inip 2-3 gül koparttı ve ‘Anneler Günü’mü kutladı, bunun üzerine şiir yazdım. İyi olduğum günler mutlaka yazıyorum. Bazen, iyi olmadığımı gören bakıcı hanım bana defterlerimi gözlük ve kalemimi verip ‘Hadi Silva Hanım boş durmayın’ dediğinde hemen toparlanmaya çalışıyorum ve yazmaya başlayınca kendimi daha iyi hissediyorum.
Hayatınızın bir roman gibi olduğu yorumları yapılıyor, hiç kitap yazmayı düşünmediniz mi? Eğer yazsaydınız kapağa hangi sahneyi koyardınız?
Bir sürü yazımı kitap gibi toparladılar, aslında yazdım denilebilir. Şimdi tabii hastanede bir lügatım bile yok. Eskilerden ne hatırlarsam yazıyorum. 10 günde bir tane belki, seyrek yazabiliyorum. Geçmişte benden şiir yazmamı istediklerinde Gayrettepe’den Şişli’ye trafikte gidene kadar şiir yazdığım bile oldu. Kendi hayatımı yazmak değil, bildiklerimi öğrendiklerimi yazarak paylaşmayı daha çok seviyorum. Yazılarım beni etrafımdaki tüm sevdiklerime bağlıyor.