100. yılında Nüfus Mübadelesi Konferansı ya da Mustafapaşa'da masal gibi üç gün

Burcu SUNAR CANKURTARAN Perspektif
27 Eylül 2024 Cuma
Kapadokya bölgesinde, Mustafapaşa’dayım. Kapadokya Üniversitesi, Lozan Mübadilleri Vakfı ve Yunanistan’daki Küçük Asya Araştırmaları Merkezi’nin işbirliğiyle, Türkiye ve Yunanistan arasındaki Nüfus Mübadelesi’nin 100. yılı dolayısıyla düzenlenen konferansa katılmaya geldim. Odaları mağaraların içinde olacak şekilde dizayn edilmiş, sakin bir butik otelde kalıyorum. Bu konferans benim için kısa süreli bir tatil işlevi de görecek. Yaklaşık 5 yıldır ilk kez kendi başıma tatile çıkıyorum. Çocuksuz. Kendi kendime kalacağım, gecenin bir yarısı ve sabah erken saatte uyanmak zorunda kalmayacağım, bir tür inziva, rüya gibi bir 3 gün. Bölünmeden, yerimden kalkmadan, çay üstüne çay içip yazı yazacağım, boşluğa bakacağım. Hayalim, bu. Yolculuğa çıkacağım gün telefonumu kaybetmem, hem planlarımı hem moralimi alt üst etse de, her işte bir hayır vardır demekten başka çarem yok.

Aslında hayatın bana mesajları, telefonumu kaybetmeden birkaç gün önce başlamış, ama ben farkına varamamışım, sonradan anlıyorum. Birkaç gün önce saatim durmaya başlamıştı. Sürekli saatini kontrol eden biri olarak bu, benim için hayatın can sıkıcı ayrıntılarından biriydi. Sonra telefonumu kaybettim. Telefonumla birlikte tüm telefon numaraları, mesajlar, beklediğim haberler, benden beklenen haberler, yapılacaklar listem, çeşitli şifrelerim, banka hesabıma erişimim, hatta telefonla doğrulama üzerinden çalışan emailim, bir anlamda sosyal hayatımın, iş hayatımın ve günlük hayatımın neredeyse tüm bileşenleri elimden alındı. Bunların yol açtığı çeşitli zorlukları aşarak Mustafapaşa’ya varıp da, yokuşlu yollardan ter içinde kalarak otelimi bulup oh dediğimde, her zaman çapraz şekilde omzuma astığım ve normalde hiç çıkarmadığım bel çantamın, içindeki kimlik, kredi kartları ve paralarla beraber yanımda olmadığını fark ediyorum. İşte bunu fark ettiğim an, “bir dakika, bu kadarı normal değil artık, bir şeyler oluyor!” dediğim an. Hemen geldiğim yoldan geri dönüyorum, yerlere bakarak. Oteli bulmaya çalışırken, pencereden bir teyze seslenip, bavulumun üstünden yere değen yağmurluğumu işaret etmiş, “kızım, üstün yerlere sürünüyor” diyerek beni uyarmıştı. Bu güler yüzlü tatlı teyzeyi arıyor gözüm, yine balkondaysa “bir şey düşürdüm mü ben buralarda, gördünüz mü?” diye ona soracağım. Onu göremiyorum ama başka bir adam var yol üstünde, üstü başı toz içinde, çalışıyor. Ona soruyorum. “Ben daha şimdi çıktım bu yoldan, orda bir şey görmedim” diyor. Böylece gitmeyi planladığım ana yol yerine, yanlışlıkla kısacık süreliğine girdiğim küçük sokağa yönlenmemi sağlıyor. Bir bakıyorum ki, orda, sokağın ortasında duruyor bel çantam, konferans çantasıyla beraber. Çok mutlu oluyorum. Dönüşte, aynı adamla gülüşüyoruz, “buldum buldum” diyorum, benim kadar seviniyor neredeyse, “geçmiş olsun” diyor. Ter içinde, kafam allak bullak, mağara odama giriyorum, yorganı çeneme kadar çekip düşünmeye başlıyorum, ben ne yaşıyorum, diye.

Kim bilir içinde kaç neslin yaşadığı, neler görmüş geçirmiş mağaramda sanki fısıldıyorlar kulağıma: Zamanı bırak. Zamanı kontrol etmeyi bırak. İsterse bu hayat senin elinden zamanı da alır, arkadaşlarını da, fotoğrafladığın anılarını, paranı, kimliğini, alışkın olduğun, hayatın sandığın her şeyini. Kimseye ulaşamadan, parasız, kimliksiz, hiçbir şeysiz kalırsın öyle. Burası böyle bir yer. Buraya ancak kendini getirebilirsin. Sanrılarını, sandıklarını, hayat diye tutunduklarını değil. Biz seni buraya çıplak getirmek istedik. Ama dert etme, bak, yolda hiç tanımadığın yeni insanlar çıkacak karşına, sana yardım edecekler. Korkacak bir şey yok.

Kendi romantikliğimden ve hayal gücümden etkilenmiş halde, “yine uydurdun duruma uygun bir şey” diyorum kendime. Taa ki konferans başlayıp, buradaki insanlarla sohbet edip, Mustafapaşa’nın zamanın durduğu ya da üst üste yığılarak anlamını kaybedip herkesi ve her şeyi teklikte buluşturan bir yer olduğunu idrak edinceye kadar. Anlıyorum ki hiçbir şey tesadüf değil. Benim buraya herkesi ve her şeyi geride bırakarak yanıma sadece kendimi alarak gelmem gerekiyormuş

                                                                                                 ************

Kapadokya Üniversitesi’nin kampüsü çok özel bir yerde, büyük bir özenle tasarlanmış. Tarihin içinde, tarihle birlikte nefes almanızı sağlayan, tarihi dokuyu hiç bozmadan kendini onun içine gizleyen bir tasarımı var. Derslikler, kütüphaneler, avlular, çok etkileyici. Mustafapaşa’nın huzuru da her yere sinmiş. İnsanlar sakin, güler yüzlü, ne sorsanız herkes yardıma hazır. Kendimi evimde hissediyorum.

Konferans ekibi çok güzel bir organizasyon yapmış. Elbette aksaklıklar oluyor ama bunlar doğal. Salonlar oldukça dolu, hatta bazı oturumlarda ek sandalyeler gerekiyor. Doğrudan belirli bir konu üzerine yapılan tematik konferanslarda, sadece o konuyla ilgili olan kişiler katıldığı için odağınız dağılmıyor, her oturumda kendinizi ilgilendiren bir şey bulabiliyorsunuz. Ayrıca konferans herkese açık. Mustafapaşa’da yaşayan halk da dinlemeye geliyor. Mesela kaldığım otelin dünya tatlısı sahipleri Adin Bey ve eşi Hatice Hanım da mümkün olduğunca oturumları takip ediyorlar. 

Mustafapaşa, konferans için rastgele seçilmiş bir yer değil. Burası, mübadelenin yaşandığı köylerden biri. Mübadele öncesinde bölgede 4000 küsur Rum, 700 küsur Türk yaşıyormuş. Mübadeleyle bu bölgeye Jerveni köyündekiler yerleştirilmiş, ki burada adı Jerveni’ye atıfla konulan yerler de görebilirsiniz. Eski bir Rum köyü olduğu için, Mustafapaşa, Kapadokya bölgesine has mağara evlerinin yanı sıra, pek çok kiliseye ve manastıra da ev sahipliği yapıyor. Burası ayrıca vadileri ve konaklarıyla meşhur. Benim kaldığım otel de Gibos Vadisi’ne bakıyor.

Konferansta akademik oturumların yanı sıra yönetmenlerin katılımıyla belgesel film gösterimleri de yapılıyor. Kimi zaman anılar anlatılıyor. Bir bakıyorum, aslında bir konferansta değil, Nüfus Mübadelesi’yle ilgili olan olmayan herkesin hem Türkiye’ye hem de insana dair çok şey öğrenebileceği, adeta hızlandırılmış bir insanlık tarihi dersindeyim.

Neler duymadım ki? Mübadele yolculuğunda ölenler denize atıldığı için, çocuklarının öldüğünü saklayan anneler; yiyecek yemekleri üstlerine serecek yorganları bile olmayan insanların geldikleri konaklardaki işlemeli kapıları, taşları satarak hayatta kalmaya çalışmaları; Rumlardan kalan evlerden hala büyüler, muskalar, 1700’lü yıllara tarihlenen yazılar, levhalar çıktığı; bugün Türklerin elinde olan bu evlerin altında hala açılmayan, kaç odasının olduğu ya da nereye uzandığı bilinmeyen tüneller olduğu; hayalet hikâyelerinin bu evlerde sıklıkla rastlandığı; bazı evlerin altında Rum mezarlarının olduğu; evlerinden ayrılırken Rumların geri dönme umuduyla altınlarını gömerek gittikleri düşünüldüğü için, hazineciliğin oldukça popüler olduğu; yıllar sonra anne babalarının ya da büyükanne büyükbabalarının evlerini bulmak için Türkiye’den Yunanistan’a, Yunanistan’dan Türkiye’ye giden, eski evlerini bulup oradaki ailelerle sıkı dost olan insanlar. Mübadeleye karışan her evin ayrı bir hikâyesi var adeta.

Akademik boyuta gelince. ‘Türkler ve Rumlar her zaman kardeşçe yaşadılar’ romantizminden, ‘aslında her zaman ayrıydılar ve çatışmalar yaşanıyordu, Türkler Rumların elinden çok eziyet gördüler’ fanatizmine uzanan bakış açıları bu konferansta da vardı. Birbirine destek vermeye hazır insanlar da vardı; ön kabullerini değiştirmemeye şartlanmış olarak gelen ve çevresini göz ucuyla süzerek uzak durmayı tercih edenler de. Kısacası, akademide yeni bir şey yok. Kendi proje çalışmamız esnasında da gördüğüm gibi, Nüfus Mübadelesi konusunu gündeme taşıma konusunda daha cesaretli ve hevesli olanlar, işbirliğine açık olanlar, akademisyenlerden ziyade, sivil toplum. Bu konuda örgütlenmiş ve giderek daha da iyi örgütlenen geniş bir sivil toplum ağı var. Bu, Türkiye gibi “güçlü merkezi devlet” düsturunun siyasal kültürü biçimlendirdiği bir ülkede, ayrıksı ve bence harika bir duruş.        

Türk-Yunan dostluğu kavramının sevinçle telaffuz edilişini bunca duyduktan sonra, yıllardır gözlemlediğim bir noktayı paylaşarak bu uzun yazıyı bitireyim. Birini sevmemizin (hele ki savaş yıllarını bizzat görmemiş bizim gibi kuşaklar için) onun Türk ya da Yunan olmasıyla alakası çok azdır. Eğer birinden nefret etmemizin sebebi onun belirli bir millete ait olması olsaydı, hepsinden istisnasızca rahatsız olmamız gerekirdi. Aynı şekilde, bir Türk olarak bütün Türkleri sevmemiz gerekirdi, ki herhalde hiçbirimiz bütün Türkleri sevdiği iddiasıyla ortaya çıkamaz. Tıpkı Yahudilerin bütün Yahudileri sevmesine imkân olmaması gibi. Milliyetçi ideolojinin bize dayattığı bu kendinden menkul duyguları aştığımızda insanları neden sevip sevmediğimizi daha net gözlerle göreceğiz. Birini Türk olduğu için değil, gözlerinin içi güldüğü için severiz. Çay bardağını tutuşunu severiz, sesindeki cıvıltıyı, farketmeden yaptığı komiklikleri severiz. Sevmediğimizde de Yunan olduğu için değil, bize yalan söylediği için sevmeyiz mesela, bize duvarlar ördüğü için, sözünü tutmadığı için, bazen de çöplerini kapımızın önüne döktüğü için.

Zamanın durduğu, kendinizden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadığınız, anıların iç içe geçtiği, hikâyelerin ardı ardına sıralandığı, zihnin susup iyi ve kötü dönemeçleriyle bir masal dünyasının kapılarının açıldığı bir yer burası. Neredeyse her şeyimi kaybederek gelmem tesadüf değilmiş. Nüfus Mübadelesi’ni konuşmak için daha iyi bir yer düşünülemezdi. Organizasyona emek veren herkes teşekkürü hak ediyor.   Birkaç saate uçağım var. Hoşçakal Mustafapaşa. Yine görüşeceğiz.   

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün