Nevşehir Avanoslu Aşkenaz Yahudi´si Çiğdem Rivka Küçük´ün hikâyesi

Tarih, kültür ve kimlik üzerine bir röportaj

Duymayan Kalmasın
1 Ekim 2024 Salı

Eli Erdem Demiröz

Nevşehir'in büyüleyici ilçesi Avanos, tarih boyunca pek çok farklı kültür ve topluluğa ev sahipliği yapmıştır. Bu kadim topraklarda kök salmış topluluklardan biri de Yahudi cemaatidir.

Günümüz Türkiye’sinde sayısı iyice azalmış olan Yahudi toplumu, çoğunlukla büyük şehirlerde ve sahil bölgelerinde yoğunlaşmış olsa da, Anadolu'nun kalbinde yer alan Avanos'ta da köklü bir geçmişe sahiptir.

Almanya’da yaşayan ve Avanoslu Aşkenaz Yahudi’si kimliğini gururla taşıyan Çiğdem Rivka Küçük'ün hikâyesini paylaşacağız. Çiğdem Rivka Küçük, ailesinin bölgedeki tarihini, kültürel mirasını ve kimliğini nasıl koruyup yaşattığını anlatacak. Yaptığımız bu özel röportajda, Aşkenaz Yahudilerinin Anadolu’daki tarihsel yolculuğuna, günlük yaşamlarına, geleneklerine ve karşılaştıkları zorluklara dair derinlemesine bir bakış sunacağız.

Çiğdem Rivka Küçük, ailesinin geçmişini ve kimliğini büyük bir içtenlikle anlatırken, sadece bireysel bir hikâyeyi değil, aynı zamanda Anadolu’nun zengin mozaik yapısına katkıda bulunmuş bir cemaatin kültürel izlerini de gün yüzüne çıkarma fırsatı sunacak. Ayrıca, bu röportajın benim için ayrı bir önemi var, çünkü Rivka akrabam. Aile bağlarımızın ve ortak geçmişimizin derinliğini keşfederken, bu yolculuğa birlikte çıkacağız. Hazırsanız, Avanos’un dar sokaklarından başlayarak, yüzyılların ötesine uzanan bu kültürel ve tarihi yolculuğa çıkalım.

Ailenizin kökenleri hakkında bilgi verebilir misiniz? Avanos’a nasıl yerleşmişler?Ailem Litvak Aşkenazi kökenlere sahip. Bir kol 19. yüzyılın üçüncü çeyreği civarında Litvanya-Beyaz Rusya bölgesinden, bir diğer kol ise Çarlık Rusya’sının pogromları neticesinde Polonya-Ukrayna taraflarından göç etmişler. Daha sonra Anadolu’ya, Avanos-Nevşehir'e yerleşmişler ve 1930'lu yıllarda Ankara’ya gelmişler.

Ankara'nın Yahudi Mahallesi, Samanpazarı'nın altındaki Denizciler Caddesi ile Anafartalar Caddesi arasındaki alandadır. Bitişiği Yeğenbey Mahallesi'dir. Ailem bu bölgeye yerleşmiş. Büyük dedemiz Moşe Küçük Avanos’ta şohet olmasına rağmen burada ticaretle uğraşmış. Ailemiz, Avanos ile uzun süre hayvancılık kaynaklı olarak bağlantısını sürdürmüş. Moşe dedemizin dayısı Girş Kamber, soyundan gelenlerden bazıları sonradan Altıok soyadını aldılar, önemli bir rabi/haham ailesindendi ve Avanos Sarılar kasabasında onlarca kişinin çalıştığı at çiftliğinin yanında hayvancılıkla da uğraşmıştı. Doğu Avrupa’dan getirdikleri deneyimle kereste ve değirmen işinde ilerlediler. Akrabalarımdan duyduğuma göre Osmanlı döneminde Hicaz demiryolları için kereste tedarikinde bulunmuşlar. Büyük dedemin erkek kardeşi ise Avanos ve civar bölgelerde dokuma ve iplik ticareti yapmaya devam etmiş. Moşe dedemizin annesi Zelika’ya aile içinde Yidiş usulde kısaltılarak Zale denirdi. Zale’nin kız kardeşi Rivka’yı İma Rivka diye çağırırmış, çocuğu olmadığı için olsa gerek bizimkilerin de büyükannesi idi. Emeklerinden dolayı bana onun adı verildi.

 

Ailenizin Ankara'ya taşınma hikâyesini anlatır mısınız?

Anneanne ve dedem yakın akraba olup, her iki aile de Nevşehir Aşkenaz Cemaati’nin mensuplarıdır. Dedeme, resmi olarak Hacı Mustafa ismini vermişler. Hacı Mustafa, tüccar bir ailedendi ve yakın akraba oldukları anneannem ile evlenmişti. Annem 1949’da Avanos'ta dünyaya geldi ve çocukluğu bu mahalde geçirdi. Sonrasında mahallesinden pek çok kişiyle birlikte ayrılarak, Ulus ve Altındağ'a yakın olan Güzelyaka Mahallesi'ne taşınmışlar.

Anneannem, dönemin pek çok sahne ve tiyatro sanatçısının kostümlerini diken çok yetenekli bir stilist ve terziydi. Kostümlerini diktikleri arasında değerli Türk ses sanatçılarından Gönül Akkor, Kamuran Akkor, Nurhan Damcıoğlu gibi isimler yer alırdı.

 

Çocukluğunuz ve gençliğiniz hakkında neler söyleyebilirsiniz? Hangi anılarınız sizin için en değerli?

Annem erken yaşta çalışmaya başlamış. 1975 yılında gözlerimi anneannemin kucağında açtım. Dedem ve o, inançlı, dinlerini gizli yaşamak zorunda olan, kimseye zararları olmayan kendi hâlinde bir aileydi. Her şeyi gizli yapmak zorundaydık; hep sessiz ve içimize kapalı olmalıydık. Birbirimizle paylaştığımız sırlarımız vardı ve başkalarının bunu bilmemesi gerekirdi, aksi takdirde bu sırlar hepimiz için tehlikeli olurdu. Her cuma Şabat mumları yakılır ve ibadet edilirdi. Hala ekmeği yemeden önce mutlaka ellerimiz dua ile önce sağ sonra sol elimize su dökerek yıkanırdı. Bu ritüel sırasında, “Netilat Yadayim” berahasının (kutsama duasının) nasıl okunacağını dedem yüzüne çöken o kararlı ciddiyetle bana öğretmişti. Ardından tek kulplu bu el yıkama tasını saklardık. Özel günlerde, Pesah, Roş Aşana vs. gümüş üstü ceylan motifi işlemeli iki kulplu olanını vitrinden çıkarırdık. Onu görünce önemli bir gün olduğunu anlardım. Şabat yemeğimiz değişmezdi: Hala ekmeği, tuz, Avanos'tan gelen ekşi pekmeze benzettiğim bir içecek ve fırında pişmiş balık buğulama. Anneannem her cuma sabahı erkenden kalkar, hala ekmeği hazırlar ve büyük koni şeklindeki fırında özenle pişirirdi. Sonra onları beyaz örtüye sarar, "Hacı Mustafa, hazır!" diye seslenirdi.

Dedem ise kipasını özenle takar, üzerine kasketini giyer, hasır sepete ekmekleri koyar ve yola çıkardı. Ulus'ta cemaatle buluşmaya giderdi. Şabat günü mutlaka dedemi yemek için beklerdik. O gelmeden asla kimse yemeğe el uzatamazdı. Dedeciğim kan ter içinde gelirdi; otobüs ya da bir araca binmezdi, koşa koşa gelirdi. Şabat günü ev hep karanlık olurdu; yalnız cılız bir gaz lambası yağı bitene kadar evi aydınlatırdı. Şabatta annem ve babamın dedemlere geldiğini pek hatırlamıyorum. Daha doğrusu annem babamı dedemlere getirmezdi. Ben ise hep onlarda kalırdım.

Hacı Mustafa’nın evinde okunan Sidur, Birkat Amazon dualarını işiterek uyurdum. Altı yaşında okuma yazmayı sökmüştüm. Dedemin elinden düşürmediği kahverengi dua kitabında onun gerçek ismini görmüş ve okumuştum: Binyamin. Her sorduğumda geçiştirmişti. Yıllar sonra bu ismin onun dini ismi olduğunu öğrendim. İki katlı bahçeli bir evdi burası. Arka bahçede badem ağacımız vardı, dalları merdivenlere sarkardı. Şubat gibi sanırım ilk o çiçek açardı. Kutsal ağaç derdi anneannem Nahide ona, çocuk gibi sevinirdik. Elimden tutar indirirdi merdivenlerden, mucizeye tanıklık eder gibi çiçeklerine elletirdi. T-nrı bizi gözlüyor derdi, bunu derken gözlerindeki o sevinci hâlen görür gibiyim. Badem çiçeklerini toplar suya koyar içerdik, Nahide şifalı olduğunu söylerdi. Bahçede duran üstü açık devasa sarı bir varil vardı. Bu varilin içinde biriken yağmur suyunun ne işe yaradığını hep merak ederdim. Çok geçmeden sorumun yanıtını aldım: Ergenlik çağında girdiğim mikve idi. İlk başlarda suya her girdiğimde varil derin olduğu için korktuğumu hatırlıyorum. Bahçede tavuk ve horozlarımız vardı. Yom Kipur’dan önce dedem kafamızın üstünde bu hayvancıkları üç kez döndürürdü, sonra etleri fakirlere dağıtılırdı. Baba tarafım başımızın üstünde kümes hayvanlarının döndürülmesine çok gülmüşlerdi.  Hepsi tatlı bir anı olarak hafızamda kaldı.

 

Çiğdem Rivka Küçük’ün anneannesi Nahide Küçük, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllar

Kaynak: Rivka Kamber

Ailenizle ve topluluğunuzla ilişkileriniz nasıldı?

Aile olarak birbirimizle bağlarımız çok güçlüydü. Avanos ve oradaki akrabalarımız bizim için çok değerliydi. Tüm kış yetecek peynir, şarap ve buğday ürünlerini, kaşer olmaları sebebiyle hep oradan, akrabalarımızdan temin ederdik. Zamanla uzaklara, Fransa, Almanya ve İsrail'e gidenler oldu ve arkalarında yerleri doldurulamayacak boşluklar bıraktılar. Hele ortak büyükannemiz Zelika’nın (N’’E) mensubu olduğu Kamber-Altıok ailesinin çocuklarının Paris'e göç etme hikâyesi, annem üzerinde derin bir travma yaratmıştı. Annem, bu vedanın ardından sadece şunu söylemişti: "Onları bir daha göremeyecektim, bunu hepimiz biliyorduk. Son kez birini gördüğünü bilerek onlardan ayrılmak tarifsiz bir acı veriyordu. Hatırladıkça kuzenlerimi burnumun direği sızlıyor." Gerçekten de onları bir daha göremedi. Giden kuzenleri uzun yıllar önce bu dünyadan göçüp gittiler. Biz Yahudilerin kaderiydi bu: ayrılık ve sevdiklerine duyulan hasret.

Aşkenaz Yahudi’si olarak Türkiye'de yaşamanın nasıl bir deneyim olduğunu anlatır mısınız?

Çocukluk ve genç kızlık yıllarımda, kendimi kimseye belli etmeden yaşamak zorundaydım. Bunun açığa çıkmaması için sürekli otokontrol yapardım. Neden gizliyorduk? Neden bilinmemeliydi? Sadece ibadet edip geleneklerimizi kapalı bir şekilde yaşıyorduk ve tüm bunları yaparken hep sessiz olmalıydık. Bu belki de bizi birbirimize daha çok bağlıyordu.

Yahudi bayramlarını ve geleneklerini Türkiye'de nasıl kutlardınız?

Ankara'da kurtuluş günümüz olan Purim'i kutlamak çok güzel anılarımdandır. Kutlamalar çok eğlenceli geçerdi; maske takar, suratımı renkli boyalarla boyardım. Tatlısız olmazdı: Aman’ın kulakları, cevizli badem dolgulu yumuşak tatlımız hep olurdu, yanında gül reçeli olmazsa olmazdı. Dedem Purim’e özgü olarak bana el yapımı “grager” hediye etmişti. Mahallede sadece bende olan bu oyuncakla gürültü yapmayı çok severdim. Sadece benim böyle bir oyuncağım olduğu için kendimi çok şanslı hissederdim.

Pesah’ta aklımda kalan özenle hazırlanmış soframız, acı ot, matza ekmeği ve birbirimize yaslanarak yediğimiz yemeklerdir. Ben tadını çok sevmesem de tavuk yağıyla yapılmış matzo topu çorbası da mutlaka sofrada bulunurdu. Seder tabağında kuzu incik olurdu ve Agada mutlaka baştan sona okunurdu.

Bahar ayları, benim için Purim ve Pesah demektir. Çardaklar Bayramı olarak geçen Sukot Bayramı'nda dedem bahçede elma ağacının altına ufak bir çardak kurar, orada zamanını geçirir ve ibadetini yapardı. Hatta orada uyurdu bile.

Pesah’tan sonra Şavuot bayramının geldiğini anneannemin ıtır yapraklı sütlacından anlardım. Sonbahar, eylül-ekim zamanı, doyasıya elma reçeli ve ballı elma yediğimiz Roş Aşana Bayramı'nı kutladığımız dönemdir. Bu bayramda, doğruların defterinde yer almak için tüm yıl iyi ve doğru bir insan olmaya çalışırdık. Yaşamak için ismimizin bu defterde yer alması ve defterin kapanması gerekirdi. Eğer bu defterde yer alamazsak, hatalarımız olduğu anlamına gelirdi ve eğer arada kalmışsak, Yom Kipur'a kadar Haşem tarafından yargılanacak ve tövbe etmek için süre verilecekti. Hele kötü şeyler yapmışsak, yaşayan doğruların defterinden adımız silinecekti. Ortada kalmaktan hep korkardım. Dayımdan habersiz tabağındaki boya kalemlerini alıp, kendi küçülmüş kalemlerimle değiştirdiğim için içim içimi yer ve ağlardım. Gider, itiraf eder ve özür dilerdim. Doğruların isminin olduğu yaşam defteri, hayat boyu bana yol gösterici olmuştur.

Aşkenaz kültürüne ait en sevdiğiniz yemekler ve müzikler neler?

Anneannem, Aşkenaz mutfağına hâkim, müthiş lezzetli yemekler yapan melek gibi bir kadındı. Tadına doyamadığım yemekleri arasında pırasa köftesi, pırasa dolması, patlıcanlı gül böreği, lahana sarması, balık köftesi, domates ve maydanozlu beyin salatası, patatesli mücver ve sufganiya bulunurdu. Sufganiya, yuvarlak, jöle dolgulu bir çörektir. Yağda kızartılır, reçel veya muhallebi ile doldurulur ve ardından üzerine pudra şekeri dökülür. En güzeli gül reçeli ile içi dolu olanıdır. Borş çorbası da Doğu Avrupa köklerimizden dolayı mutfağımızın vazgeçilmez lezzetlerindendi, kırmızı pancarlı, etli ve defne yaprağıyla lezzetlendirilmiş enfes bir çorbadır. Kızıl renginden dolayı kana benzettiğim için bu çorba bana ürkütücü gelirdi ama anneannem bu çorbayı pek sever mutlaka halasına da götürürdü.  Piruhi, Rus mantısı (pelmeni) ve ciğer ezmesi de sıklıkla yapılan yemeklerdendi. Özellikle pırasa ve lahana mutfağın vazgeçilmeziydi.

Yiyecekler mutlak surette kaşer olmalıydı. Etli ve sütlü yemekler aynı tencerede pişmemeliydi. Et yemeği yenilirse, üzerine sütlü bir tatlı yenilmemeliydi. Sufganiyot ve latke, Hanuka yemeğimizdi. Özlemle beklerdim; hele soba başında yağan karı izlemek, sıcak patatesli latke ve üzerine bol kremalı, mis gibi gül reçelli dolgulu tatlıyı yemek. Bu lezzet ve koku hâlâ aklımda.

Yidiş şarkılar arasında özellikle iki şarkının benim için çok önemli bir yeri vardır. Bunlardan ilki “Rivkele” şarkısıdır. Hem benim ismimi taşıması hem de şarkıdaki bahsedilen Rivka’nın aşkına rağmen inancına sadık kalması beni çok etkilemiştir. İkinci şarkı ise “Proshchai Odessa” isimli eserdir. Bana aliya (Yahudilerin diasporadan İsrail topraklarına göç etmesi) yapmak için yolculuğa çıkan atalarımızın geldikleri yerde bıraktıkları mutlulukları, aşkları, hüzünleri hatırlatır hep.

Ankara'da Yahudi cemaatinin faaliyetlerine katılır mıydınız?

Maalesef o yıllarda cemaatin büyük bir kısmı dağılmıştı. Ben ise küçüktüm sadece dedem ailemizden düzenli olarak sinagoga giderdi.

Türkiye'de yaşarken Yahudi olmanın getirdiği zorluklar veya ayrıcalıklar var mıydı?

Çocukluk ve genç kızlık dönemimde, tüm ibadet ve geleneklerimizi gizli yaşamak ve kendimizi belli etmemek zorundaydık. Çok az kişiydik ve içimize kapalıydık. Yahudi olmanın benim için bir ayrıcalığı olmadı. Gizlilik içinde yaşamak zorunda olduğumuz için sürekli dikkatli olmalıydık. Bu, hayatımızın her anında kendini hissettiriyordu.

Gizliliğin getirdiği bu baskı, çocukluk ve gençlik yıllarımın her anında benimleydi. Arkadaşlarımla paylaşımlarım sınırlıydı; evimizde olanları ve kimliğimizi kimseye anlatamazdım. Bu, zaman zaman yalnızlık hissetmeme sebep oldu. Ancak, ailemizin içindeki güçlü bağlar ve ortak yaşadığımız bu gizli hayat, bir şekilde bu yalnızlığı hafifletiyordu.

Kimliğimiz, bizim için bir gurur kaynağı olmasına rağmen, aynı zamanda bir yük hâline de gelmişti. Toplum içinde rahatça yaşayabilen diğer insanlardan farklı olarak, biz hep dikkatli ve temkinli olmalıydık. Bu, bazen zorlayıcı ve yorucu oluyordu, ama aynı zamanda aile içinde güçlü bir dayanışma yaratıyordu.

Bugün geriye dönüp baktığımda, yaşadığımız bu zorlukların beni nasıl şekillendirdiğini ve ailemizin değerlerini nasıl pekiştirdiğini daha iyi anlıyorum. Çocukluk ve gençlik dönemimin bu gizlilik içindeki yaşamı, kimliğimi ve karakterimi derinden etkiledi ve beni bugünkü ben yapan önemli bir parça olarak kalmaya devam ediyor.

Türkiye'de Yahudilere yönelik toplumsal algı nasıldı? Sizce zamanla nasıl değişti?

İstanbul ve İzmir'de yaşayan Yahudi kökenliler Ankara'dakilere göre daha şanslıydı. Maalesef Ankara'da Yahudi topluluğu üzerinde baskılar artmıştı ve bu da cemaatin dağılmasına yol açtı. Birçok kişi İstanbul’a veya yurtdışına göç etti.

Ailem ise Ankara'da kalmayı tercih etti ve kendi küçük dünyalarında ürkek bir şekilde yaşadılar.

20. yüzyılın ikinci yarısında Türkiye'de yaşanan önemli tarihsel olaylar sizi ve ailenizi nasıl etkiledi?

Tanıklık ettiğim 1980 olayları zamanıydı. Yaşanan siyasi gelişmeler sonrası akrabalarımızın bir kısmı, dostlarımız birer birer göç etmeye başladı. Zaman geçtikçe azalıyorduk ancak geleneklerimizi sürdürmek ve inançlarımıza olan bağlılığımız kolay kolay çözülmememizi sağladı.

Yaşamınız boyunca size ilham veren kişiler kimler?

Yaşamım boyunca bana ilham veren kişiler arasında Anne Frank'ın çok özel bir yeri vardır. Hollanda'da yaşayan Yahudi bir ailenin sevgi dolu küçük kızı Anne Frank, Holokost'un en büyük mağdurlarından biridir. Küçücük yaşamına sevgi, korku ve umut gibi evrensel insan duygularını sığdırmış ve yazdığı günlükle ölümünden yıllar sonra bile bu duyguları bizlere yansıtmayı başarmıştır. "Her şeye rağmen insanların gerçekten iyi kalpli olduğuna inanıyorum" diyen Anne Frank'ın günlüğü, II. Dünya Savaşı'nın en dürüst, güçlü ve dokunaklı eserlerinden biri olarak beni derinden etkilemiştir.

Geleceğe dair umutlarınız ve beklentileriniz nelerdir?

Toplumsal adalet ve eşitliğin sağlandığı, din ve kültürel farklılıkların saygıyla karşılandığı, barış ve huzur dolu bir dünyada Yahudi kimliğimi saklamadan özgürce yaşamak istiyorum. Kültürel mirasımıza sahip çıkarak değerlerimizi gelecek kuşaklara aktarmak en büyük isteğim. Antisemitizmin son bulmasını ve özgürce yaşamayı umut ediyorum.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün