Miss Türkiye 2024 Güzellik Yarışması sonucu ülkenin bir kısmı sosyal medya paylaşımları aracılığıyla yirmi finalist arasından birinci seçilen İdil Bilgen´in tacı hak ettiği yönünde görüş bildirirken, başka bir kesim de genç kadının bu unvanı hak etmediği şeklinde yorum yaptı.
Merve Çakır
Miss Türkiye 2024 Güzellik Yarışması sonucu ülkenin bir kısmı sosyal medya paylaşımları aracılığıyla yirmi finalist arasından birinci seçilen İdil Bilgen’in tacı hak ettiği yönünde görüş bildirirken, başka bir kesim de genç kadının bu unvanı hak etmediği şeklinde yorum yaptı.
Güzellik mefhumunun da diğer pek çok kavram gibi göreli olduğu hususunda çoğumuz mutabık olsak da Türk sosyal medya kullanıcılarını ikiye bölen daha önemli bir nüans vardı aslında: O da; toplumun devletin kurum ve kuruluşlarının seçim ve takdirlerine, mevcut siyasi erkin nüfuzu ölçüsünde güven duymadığı gerçeğiydi.
Zira insanlar, yaptıkları yorumlarla Miss Türkiye 2024 Güzeli’nin birtakım kriterlere göre ‘güzel olup olmadığını’ irdelemekten ziyade, Bilgen’in ‘en güzel’ seçilmesine, Kiev Büyükelçisi olan babası Mustafa Levent Bilgen’in bir etkisinin olup olmadığını tartıştı.
Yani aslında idari, siyasi, ekonomik ya da diplomatik hiçbir kıymeti haiz olmayan bir güzellik yarışmasında bile ülke gündemine özellikle son on yılda maalesef adını sıkça duyduğumuz, toplumun geniş bir kesiminin de şiddetle şikayetçi olduğu ‘liyakatsizlik’, modern terminolojideki adıyla da ‘nepotizm’ damgasını vurdu.
Türkiye Cumhuriyeti’nde uluslararası arenada boy gösterilen ilk güzellik yarışmasının galibi, 1932 yılında Belçika’da, o zamanki adıyla Güzellik ve Zarafet Yarışması’na (International Pageant of Pulchritude) katılıp birinci olan ve henüz soyadı kanunu çıkmadan iki yıl önce Mustafa Kemal Atatürk’ün takdiriyle ‘kraliçe’ anlamına gelen ‘ece’ unvanıyla onurlandırılan Keriman Halis olmuştu.
Yurt içinde daha da eskiye, 1929’a dayanan ‘en güzeli ve en zarifi seçme’ yarışmalarında, o günlerden bugüne tartışmamız gereken öncelikle, seneler içinde algımızda yer değiştiren noktalar ve bunların saik ve sebepleri olmalıydı. Zira en zarifi seçebilmek için toplumun tamamının görüşlerine ayna tutabilecek zarif, adil ve makul bir de jüri gerekliydi. Ancak, zarafetin ve donanımlı olmanın da güzellik kadar kadrinin bilindiği o zamanlardan günümüze ‘kadın bedeni’ kapitalist sistem içinde, etki alanı gün geçtikçe büyüyen bir endüstrinin ana sermayesi haline gelmiş bir metaya dönüşüverdi. Oto lastik, otel ve tatil, beyaz eşya, dondurma, deterjan, parfüm ve benzeri ürünlerin reklamlarından başlayıp aklınıza gelebilecek her tür tüketim malının pazarlama aracı olarak öncelikle akıllara kadın bedeni geldi; billboardlarda, panolarda, gazete, TV ve internet sayfalarının kenar köşelerinde, her yerde gittikçe daha da cinselleştirilen, prototipleşmiş kadın yüzleri ve bedenleriyle uyur uyanır olduk.
Ve kadınların aynadaki yansımalarına, çevredekilerin görüş ve önerilerinden bağımsız olarak nazar ettikleri müşfik tebessümleri, bu sistem çarkının dişlileri arasında her geçen gün ‘bir başkasına’ benzemek adına ve sonunda -kendileri dahil- hiç kimseye benzeyemedikleri operatif olan ya da olmayan değişimlere, üstüne yığınla para ödeyerek razı geldikleri bir histerik özgüven yetersizliğine evrildi.
Hatta durum, süreç içinde öyle vahimleşti ki henüz ön ergenliğini bile tamamlayamamış çocuklar, bedenlerinden gayrimemnun bir biçimde arama motorlarında diyet tariflerini, kolay zayıflama yöntemlerini, daha çekici görünmenin yollarını veya ucuza estetik operasyon yaptırabilecekleri adresleri aratır oldular.
Mevcut ekonomik koşulların pek de iç açıcı olmayan bir rotada seyretmesinin, eğitim uygulamalarında tercih edilen kısır politikaların ve ne yazık ki idari sistem içinde başarılı olabilmek için akademik, sportif ya da sanatsal becerilerin yeterli gelmeyeceği algısının bir sonucu olarak; genç kadınlar doğuştan ellerinde bulunan ve zekâ ya da yetenekten farklı olan özelliklerini ‘parlatmaya’ yöneldiler. Ama sonunda bu da yeterli gelmez oldu, henüz çocuk yaşta diyebileceğimiz evlatlarımız o ardı arkası kesilmez ‘daha, daha ve daha’lara erişebilmek adına bedenlerini bizzat kendi hür iradeleri ile hem sanal hem de reel platformlarda pazarlama yoluna bile gittiler.
“…Bil ki halk, adalete aykırı davranış ve hareketlerin ülkedeki boyut ve derinliği oranında çalışmaktan kaçınır. Şayet adalete aykırı haksız davranışlar büyük çaplı ve yaygın, ayrıca bütün sanat ve meslek erbabına ulaşmış durumda ise, genel olarak ümit ve beklentiler kırıldığı için çalışmaya karşı duyulan isteksizlik de o oranda büyük olur. (…)”[1]
İhtiyaçlar hiyerarşisinde mütemadiyen sınıf tekrarı yapan toplum için, güzel olmak, seksi olmak, zengin olmak, güçlü olmak gibi kavramlar; Marie Curie olmak, Albert Einstein olmak, Rosalind Franklin olmak, Vincent van Gogh olmak gibi kavramlara kıyasla hep daha çok revaçta oldu.
İbn Haldun ünlü eseri Mukaddime’nin üçüncü bölümünde devletten söz ederken, insanlar gibi devletlerin de ömürleri olduğunu, tıpkı insanlar gibi devletlerin de yükseliş, duraklama ve gerileme çağına girdiklerini ve devlet yöneticilerinin ahlak ve karakterlerinin de devletin geçireceği bu safhalara uygun olarak biçimleneceğini ifade eder. İbn Haldun devleti, adil olduğu sürece müreffeh bir toplumun somut görüntüsü olarak kabul ettiği için de adil ve müreffeh harmoninin bozulması durumunda devletin ömrünün kaçınılmaz olarak son bulacağını söyler.
Bu perspektiften bakılınca, toplumumuz için de 14. yüzyıldan bugüne değişen çok bir şey olmadığını söylemek mümkün görünmektedir. Esasında, İdil Bilgen’in tacı almasına gösterilen tepkiler; toplumun, devletin adaletine duyduğu güvensizliğin ve ülkenin müreffeh bir geleceğe makul ve uzun ömürlü kazanımlarından ötürü erişilebileceğine duyduğu ümitsizliğin bir tezahürü oldu ve insanlar, tepkilerini zahiren oldukça alakasızmış gibi görünen bir konu üzerinden ülke gündemine boca ediverdi.
Kısacası mevzu ne İdil Bilgen’di ne de İdil Bilgen’in güzelliği…
[1] İbn Haldun, Devlet, Mukaddime III. Bölüm Çevirileri, çev. Osman Arpaçukuru, s. 58-75, İstanbul, 2003.