Brady Corbet´in ´THE BRUTALİST´i Venedik´ten çifte ödüllü, yenilikçi bir film.
Film, Dachau Temerküz Kampından sağ çıkmayı başarmış, ABD’ye göç etmiş karizmatik bir Macar mimarın inişli çıkışlı hayatının 33 yıllık bölümünü anlatıyor. Film, dramatik yapısı, akıcı kurgusu, alışılmadık açı ve kadrajlı görüntüleri ve parlak oyuncu kadrosuyla, şaşırtıcı ve unutulmaz bir deneyim yaşatıyor.
Geçen ay Venedik Film Festivali’nde Gümüş Ayı En İyi Yönetmen ve FİPRESCİ En İyi Film Ödüllerini kazanan Brady Corbet’in ‘The Brutalist’ini sıcağı sıcağında Filmekimi’nin ikinci gününde izledik. Film, bir Shoah kurtulanının kaderinin ABD’de belirlenmesinin öyküsü. Film, 1991 doğumlu, Dachau Temerküz Kampından sağ çıkmayı başarmış karizmatik bir Macar mimarın, 1947 ile 1980 yılları arasındaki hayatının inişli çıkışlı bölümünü, destansı epik film kalıpları içinde anlatıyor. Mimari estetik ve insan ruhunun çatışmasını konu alan bu film, Orta Avrupa’dan Amerika’ya uzanan zorlu bir göç öyküsünü anlatıyor. Holokost kurtulanı, vizyon sahibi mimar yeni hayata başlamak için yıkıcı geçmişini geride bırakmaya çalışırken, kendi içindeki savaşları, hesaplaşmaları ve travmaları da yanında getirir.
Pek çok eleştirmen tarafından daha şimdiden modern bir başyapıt olarak nitelendirilen filmin sayısız hasleti var. ‘The Brutalist’ dramatik yapısı, akıcı kurgusu, alışılmadık açı ve kadrajlı görüntüleriyle, parlak ve uyumlu oyuncu kadrosuyla, hem şaşırtıcı hem unutulmaz bir deneyim yaşatıyor. Buna yenilikçi kamera oyunlarını, ustalıklı dramatik yapısını, sıra dışı ses tasarımını ilave etmek mümkün. Yenilikçi estetiğiyle dikkati çeken film eleştirmenler tarafından ‘göçmenlik kavranışının anıtsal bir senfonisi’ olarak övüldü.
Modern bir başyapıt
Minimalist ve kasvetli atmosferli film bir göçmenin, betonun soğuk yüzeyinde inşa etmeye çalıştığı yeni bir kimliğin zorluğunu yaşıyor. ‘The Brutalist’ göçmenlik konulu iki Oscar Ödüllü Paul Thomas Anderson’un ‘Kan Dökülecek / There Where Be Blood’, Francis Ford Coppola’nın üç Oscar Ödüllü ‘Baba / The Godfather’, Sergio Leone’nin ‘Bir Zamanlar Amerika / Once Upon a Time in America’ ile birlikte anılacağı bir Amerikan destanı ve modern sinemayı aşan bir film olduğu, Venedik Festivali’ni izleyen eleştirmenler tarafından iddia edildi. Aynı yazarlar filme alaycı, trajik, muhteşem, rahatsız edici, zeki, kasvetli, melankolik gibi sıfatları yakıştırdılar. Yenilikçi üslubu ve minimalist kadrajlarıyla ‘yılın en iyi filmi olabilir’ öngörüsünde bulunanlar da oldu.
Brady Corbet’in Mona Fastvold ile birlikte yazdığı senaryo, epik tarihi drama türünün başarılı bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Corbet önceki iki filmi ‘Bir Liderin Çocukluğu / The Childhood of a Leader’ ve ‘Vox Lux’ta Mona Fastvold ile işbirliğinde bulunmuştu. Senarist ikilisi Avrupa-Amerika, Hıristiyanlık-Yahudilik, liberalizm-faşizm gibi tarihsel kavramları çizdikleri renkli karakterler aracılığıyla perdeye yansıtmayı tercih etmişler. Filmin senaryosu, göçmenlerin sığındıkları ülkeye uyum sağlama zorluğunu gerçekçi örnekler eşliğinde gözlere seriyor. Brady Corbet mizanseninde, karakterlerine üzerlerine karanlık bir perde örtmeye özen göstererek, filminin gizemli ağırlığını ve dramatik tansiyonunu sağlamayı başarıyor.
‘The Brutalist’in başarısı şu soruyu akla getiriyor: Henüz 36 yaşında olan, kariyerine oyuncu olarak başlayan Brady Corbet, bazı oyuncu meslektaşları gibi efsanevi bir yönetmene dönüşebilecek mi? Örnek vermek gerekirse, Amerikan sinemasında aktör Clint Eastwood, kamera arkasına geçtikten sonra, aralarında Yılın En İyi Filmi ve En İyi Yönetmeni Oscarları sahibi ‘Million Dollar Baby’ ve ‘Unforgiven’in da bulunduğu sayısız filmin yönetmeni olarak sinema tarihindeki yerini aldı. Henüz yolun başındaki Brady Corbet’in benzer bir performans gösterip gösteremeyeceğini öğrenmek için, ‘ilgiyle takip edilmesi gereken yönetmenler’ arasına adını koymak gerekiyor. ‘The Brutalist’in başarısı Corbet için ‘yönetmenlik koltuğunda oyunculuktaki başarısını gösterebilecek mi?’ sorusunu sordurtuyor.
Eşiyle 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’dan kaçan göçmenler arasındaki Laszlo Toth (Adrien Brody), Avrupa mimarisini Amerika’ya taşıyan, modern Amerika’nın inşa edilmesine yardımcı olanlar arasındadır. Başta büyük sıkıntı yaşayan çiftin yaşamları, tanıştıkları gizemli zengin bir müşteri sayesinde tamamen değişir. Laszlo’nun eşini ve yeğenini Macaristan’da bırakarak Amerika’ya gelişini anlatan film, canlarını kurtarmak için sahip oldukları her şeyden vazgeçmek zorunda kalan Yahudi sanatçıları akla getiriyor. 1919- 33 yılları arasında sanat eğitimi veren Bauhaus yüksekokulu mezunu Laszlo, başlangıçta Amerika’da yoksulluk içinde çalışmaya zorlanır, kısa süre sonra hayatının seyrini 30 yıl boyunca değiştirecek bir kontrata imza atar.
Pennsylvania’daki kuzeni Atilla’nın (Alessandro Nivola) mobilya dükkânında çalışmaya başlayan Laszlo, Atilla’nın eski müşterilerinden Harrison Lee Van Buren (Guy Pearce) ile tanışmasından sonra, kendisinin Avrupa’nın ünlü bir mimarı olduğunun anlaşılmasıyla kaderi değişir. Görünüşte çekici sanayici Harrison, Laszlo ve ailesine ‘Amerikan Rüyası’nı gümüş bir tepside sunar: Laszlo’ya görkemli bir modernist anıt tasarlama ve artık evi olarak kabul ettiği yeni ülkesinin manzarasını şekillendirmesine yardımcı olma görevini verir. Bu Laszlo ve eşi Erzsebet’i (Felicity Jones) hem hayat seviyesini yükseklere çıkaracak, hem de yıkıcı diplere taşıyacak olan kariyerlerinin en iddialı projesi olacaktır. Ancak Laszlo’nun alkol ve uyuşturucu bağımlılığı yeni hayatının her döneminde başına bela olacaktır. Verilen 15 dakikalık bir aranın ardından filmin ‘Geleceğin Nüvesi’ başlıklı ikinci yarısında, Erzsebet’in yeğeni Zsofia (Rafrey Cassidy) ile birlikte Amerika’ya ulaşma başarısını gösterdiklerini görürüz. Açlıktan ve kötü beslenmeden dolayı kemik erimesi hastalığı oluşan Erzsebet tekerlekli sandalyede yaşamaya mahkûmdur. Kendisi Laszlo’nun tanıştığı, ABD Başkanının hukuk danışmanı Yahudi bir avukatın inisiyatifiyle göçmen statüsünü kazanmıştır. Erzsebet Oxford mezunu, eğitimli, zeki, sağduyulu deneyimli bir gazetecidir.
Göçmenin uyum sağlama sorunu
Hayatlarında yeni bir başlangıç yapmak ve modern Amerika’nın doğuşuna tanıklık etmek için Avrupa’dan kaçan Toth ailesinin yazgısını değiştiren Harrison Lee Van Buren’in kendi gibi gizemli (kapitalizmin tipik örneği) bir ailesi vardır: Oğlu kendini beğenmiş, kibirli Harry (Joe Alwin) ve ikiz kardeşi Maggie (Stacy Martin). Macar göçmen aile kendilerine sipariş edilen anıt bina projesiyle sınıf atlarlar. Modern tıbbın imkânları sayesinde konuşma yetisini kazanan genç Zsofia erkek arkadaşıyla aliya yapıp Kudüs’e yerleşir, evlenir ve bir kız çocuğu sahibi olur. Filmin ‘Son Söz’ başlıklı bölümünde, 1980’de Venedik Bienali’nde Laszlo Toth’un mimarlık kariyerini taçlandıran serginin açılışında, Zsofia’nın yetişkin kızının elinde mikrofonuyla, tekerlekli sandalyesindeki dayısının mimari kariyerini anlatırken görürüz.
Çekimleri Macaristan’da (özellikle Budapeşte’de) ve İtalya’da yapılan film 34 günde çekildi. 70 mm formatında çekilen filmin pelikülü 136 kg ağırlığında ve Venedik’te film analog kopyasıyla gösterildi. Filmde İngilizcenin dışında Macarca, İbranice, İtalyanca ve Yidiş dili kullanılıyor. ‘The Brutalist’ 3,5 saati aşan süresiyle (215 dk.), olağanüstü ve biçimci bir anlatım diliyle, coşkulu mizanseniyle ve filmin yükünü omuzlarında taşıyan Adrien Brody’nın görkemli performansıyla kendinden bahsettirdi. Fransızcada ‘brutalist’in etimolojik karşılığı acımasız, vahşi, ancak mimari lisanda beton bruttan (kaba beton) türediği, çıplak betonu akla getirdiği söylenebilir.
Vizyon sahibi Macar mimar Laszlo Toth’u canlandıran, Queens, NY doğumlu 51 yaşındaki Adrien Nicholas Brody Macar asıllı annesi Sylvia Plachy’nin fotograf çalışmalarına eşlik ederek sanat hayatına başladı. Kendisine Oscar Ödülü getiren Roman Polanski’nin ‘Piyanist’ filminde, çocukken Macaristan’dan kaçan annesinin lehçesinden yararlanarak muhteşem bir performans sergilemişti. Eleştirmenler ‘The Brutalist’te Adrien Brody’nin titizlikle yaptığı aksan çalışmasıyla projeye adanmışlığını övgüyle karşıladılar. Yahudi dinine mensup Brody, ‘Piyanist’ten sonra ‘The Brutalist’de de Yahudi bir sanatçıyı canlandırdı. Eşi Erzsebet’i oynayan İngiliz aktris Felicity Jones’u, Oscar’a aday gösterildiği ‘Her Şeyin Teorisi / The Theory of Everything’den tanıyoruz. Van Buren ailesinin lideri Harrison’u oynayan İngiliz aktör Guy Pearce, Christopher Nolan’ın sondan başlayarak başa doğru anlatılan, sinemada ihtilal yaratan ‘Akıl Defteri / Memento’ filminin başrol oyuncusu. Filmin bir başka İngiliz oyuncusu, Harrison’un şımarık oğlunu oynayan Joe Alwin. Mobilyacı Atilla’da Alessandro Nivola, Laszlo’nun dilsiz, yetim genç yeğeni Zsofia’da Raffey Cassidy oyuncu kadrosunun başarısına ortak oluyorlar.
Yazımızı Venedik’ten En İyi Yönetmen Ödüllü Brady Corbet ile bitirelim. 1988 yılında Scottsdale’de doğan aktör, yapımcı, yönetmen, senaryo yazarı, kurgucu Brady James Manson Corbet sinema kariyerine oyuncu olarak ‘Thirteen’ (2003) filmiyle başladı. En çok ‘24’ TV dizisiyle tanınıyor. 38 filmlik oyunculuk kariyerinde oyuncu olarak kendisini, Lars Von Trier’in ‘Melancholia’, Michael Haneke’nin ‘Funny Games’, Ruben Östlund’un ‘Turist’ filmlerinde tanıttı. Yönetmen ve senaryo yazarı olarak ilk uzun metrajlı filmi, diktatörlük eleştirisi ‘Bir Liderin Çocukluğu / The Childhood of a Leader’da (2015), Jean Paul Sartre’ın ‘Duvar’ adlı kısa öyküsünden esinlendi. Film 1. Dünya Savaşı sonrası faşist bir liderin öyküsünü anlatıyordu. İkinci uzun metrajlı filmi, Natalie Portman’ın başrolünü oynadığı şarkıcı biyografisi müzikal drama ‘Vox Lux’ (2018) çok ses getirdi. Film olağanüstü koşulların bir pop yıldızına beklenmedik başarılar getirdiğini anlatıyordu. ‘The Brutalist’ sanatçının üçüncü yönetmenlik denemesi.