Film uzun yıllar sonra bir araya gelen iki arkadaştan birinin kanserle mücadelesini, diğerinin destek olma çabasını anlatıyor. Ötanazi, ölüm, fedakârlık, sadakat temalarını işleyen filmiyle Almodovar duyguları izleyiciye geçirmede ´sinemanın sihirbazı´ olduğunu bir kez daha doğruluyor.
Pedro Almodovar’ın dört ünlü oyunculu 23. ama ilk İngilizce filmi ‘Yandaki Oda / The Room Next Door’ dünya prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nin ana yarışmasında En İyi Film Altın Aslan Ödülü’nü kazandı. Yönetmen, Jean Cocteau’dan uyarladığı ‘İnsan Sesi / The Human Voice’ adlı kısa filminde birlikte çalıştığı Tilda Swinton ile tekrar bir araya geliyor. Almodovar bu son filmiyle duyguları izleyiciye geçirmede ‘sinemanın sihirbazı’ olduğunu bir kez daha doğruluyor. Film ötanazi, ölüm, arkadaşlık, fedakârlık, sadakat temaları etrafında, uzun yıllar sonra yolları kesişen iki eski arkadaştan birinin kanserle mücadelesini, diğerinin destek olma çabasını anlatıyor.
Ödülünü iki başrol oyuncusu, Juliane Moore ve Tilda Swinton’a ithaf eden sanatçı: “Film onlara ait. Bir yönetmen olarak en önemli ayrıcalıklarımızdan biri, kamera önünde bir mucize gerçekleştiğinde bunun ilk tanığı olmamız. Bu iki kadın o mucizeyi günlerce yarattılar.” Filmlerinde genelde İspanya’da geçen konuları anlatıp ülkesinde çeken Almodovar, bu kez aralarında New York’un da olduğu, altı eyaletten oluşan New England’ı mesken tutuyor.
Almodovar: “Ötanazi bir haktır”
Film ünlü romancı İngrid’in (Juliane Moore) son kitabının imza gününde eski bir arkadaşından yıllardır görmediği, ünlü savaş muhabiri Martha’nın (Tilda Swinton) kansere yakalandığını öğrenmesiyle başlıyor. İngrid, gençliklerinde yakın arkadaşı olduğu, aynı dergide birlikte çalıştığı Martha’nın tedavi edilemeyen üçüncü evre rahim ağzı kanseriyle boğuştuğunu öğreniyor. Hayatın koşullarıyla yolları ayrılan ikili yıllarca birbirlerinden habersiz kaldıktan sonra, tesadüfen tekrar karşılaşır. Kariyerinde kadınların iç dünyalarının labirentlerinde dolaşmadaki hüneriyle tanınan İspanyol yönetmen, yine filminin merkezine aldığı üç kadın karakterinin tahlilini senaryosunda ustalıkla yapıyor.
Yabancı dilde ilk kez çalışırken inceliğini kaybetme riskine rağmen, Almodovar tümü ödüllü 23 filminin getirdiği zengin tecrübesiyle, bir imtihandan daha yüzünün akıyla çıkıyor. Duygusallaşma tuzağına düşmeyen ‘Yandaki Oda’ kasvetli bir film değil. İyimser olduğu, yaşanan güzellikleri ve ölüm karşısındaki anlamlı bağlantıyı doğru bir tonla perdeye aktardığı da söylenebilir. Film kusurlarını kabul eden, kızına iyi anneliği beceremediğini itiraf eden bir anne ile iletişimsizlik yaşadığı dargın ve kin dolu kızının öyküsünü de, ana öyküye paralel olarak işliyor. Annenin eski arkadaşı aralarında katalizör görevini başarıyla üstleniyor.
Pedro Almodovar filmlerinde ‘annesi hakkında her şey’i, ‘sinir krizi eşiğindeki kadınlar’ı, sevişirken ‘bağla beni’ diyen kadını, ‘yüksek topuklu’ kadınları, aynı günde doğum yapan iki annenin bebeklerinin karıştırılmasını, arkadaşının sevgilisine âşık olan bir senaryo yazarını, trans kız kardeşiyle ilişki yaşayan erkek oyuncuyu, eşcinsel sevgilisiyle yaşadığı düş kırıklığını anlattı. ‘Yandaki Oda’ ötanaziyi seçmiş ünlü bir savaş muhabiri bir kadının son günlerine odaklanıyor. Filmlerinde sevgi, bağlılık, aile, saplantı, kıskançlık, suçluluk gibi temalara sadık kalan İspanyol yönetmen bu kez ölüm, arkadaşlık, fedakârlık, insanın ötanazi hakkı gibi temaları öne çıkarıyor. Almodovar, Martha’nın kırmızı ağırlıklı kıyafetleriyle kırmızı renge olan hayranlığı, filmlerinin dramatik tansiyonuna katkı veren, fetiş bestekarı Alberto İnglesias ile iş birliğini sürdürmesi, yine sadık kurgucusu Teresa Font ile yola devam etmesi gibi, yapıtlarının karakteristiklerini ‘Yandaki Oda’da sürdürüyor.
Pedro Almodovar’ın Sigrid Nunez’in ‘What Are You Going Through’ adlı romanından senaryosunu yazdığı filmde, ölmeye karar veren bir insanın kafasındaki düşünce kalıplarını, etrafına zarar vermeden, mirasını uygun kişilere bırakarak hayattan çekip gitme kararını, senaryosunda mükemmel detaylar eşliğinde işliyor. Keskin, incelikli diyaloglar da her filminde olduğu gibi çok iyi yazılmış. Geçirdiği ameliyatlardan sonra hayata küsen, çok zor toparlanan yönetmen, dünyanın gidişatından memnun olmamasının gerekçelerini, filozof kahramanı, her iki kadının eski sevgilisi Damien’in ağzından senaryosuna işliyor. Yine Damien’in kişiliğinde dayanışmanın, vefa duygusunun önemini vurguluyor.
Martha çok genç yaşta doğurduğu, işi icabı ilgilenmediği için görüşmediği kızı Michelle’e kanser olduğu haberini vermez. Vietnam dönüşü savaşın travmasını üstünden atamayan, kızının doğumunu göremeyen, bir yangında hayatını kaybeden babasıyla tanışamadığı için Michelle annesiyle yolunu ayırmıştır. Kanserinin ameliyat edilemez olduğunu, kemoterapiden fayda göremediğini, acısını bastırmak için morfin kullandığını söyleyen Martha, ötanazi konusunda kararlı olduğunu ve o anda ‘yanındaki oda’da birinin olduğunu bilmek istediğini İngrid’e anlatır. Ve arkadaşından hayati bir iyilikte bulunmasını talep eder: “Hayatına onurlu bir şekilde son verecek bir ötanazi hapı yuttuğunda kendisine ‘yandaki oda’da refakat etmesi. İngrid şoku atlattıktan sonra bu teklifi kabul eder. Martha New England’da doğanın ortasında, gözden uzak ama çam ormanına bakan görkemli bir villa kiralar.
Swinton ve Moore’dan ustalık gösterisi
Martha, arkadaşının ötanaziye yardımcı olma suçlamasıyla karşı karşıya kalmaması için her şeyi düşünmüştür. Polise hitaben bırakacağı mektupta hayatına son verme konusunda yardım almadığını, ötanazi hapını nasıl satın aldığını anlatacaktır. Bu konuda eski sevgilisi Damien (John Turturo) avukatından İngrid’i temize çıkaracak prosedürleri öğrenecektir. İki eski arkadaş konforlu lüks villada ve önündeki ormanlık alanda günlerini huzurlu bir ortamda geçirir. Martha hayatına son verecek hapı yuttuğunda, oda kapısının kapalı tutarak, İngrid’e ölüm haberinin sinyalini verecektir. Filmin duygu yüklü final sekansında ilk kez Michelle’i görürüz. Annesin son günlerini geçirdiği evi görmeye geldiğinde, eşyalarını toplamakta olan İngrid ile karşılaşır. Aralarındaki samimi sohbetten Martha’nın ölümünün, dargın kızının kendisiyle yakınlaşıp affedilmesine yol açtığını görürüz.
Filmi için Pedro Almodovar, “Ölümcül bir hastaya eşlik etmek, onun yanında olmayı bilmek sahip olduğumuz en değerli hasletlerimizden biri. Bu dünyaya temiz ve onurlu bir şekilde veda etmek temel bir haktır; siyasi değil insanidir. Bunun, yaşamın tek kaynağı olarak Tanrı’yı gören tüm inançlara aykırı olduğunu biliyorum. Karar vericilerden de bireysel kararlara saygı göstermelerini ve müdahale etmemelerini rica ediyorum. İnsanlar, yaşamakta ve hayat dayanılmaz olduğunda ölmekte özgür olmalı” diyerek ötanaziyi savundu.
Ötanazi konulu film bizi ölüm hakkındaki söylemi kimin şekillendireceğini, kimin sonuna kadar kendi yaşamının efendisi olma ayrıcalığına sahip olacağını düşünmeye davet ediyor. Venedik’teki basın konferansında Pedro Almodovar, ötanazi konusunda dünyaya seslenerek “İspanya ötanazi hakkını tanıyan bir kanunu kabul etti. Bütün dünya bu hakka hürmet etmeli. Doktorlara bu konuda hastalarına yardımcı olma hakkı tanınmalı” dedi. ‘Kendi ölümüne ortak olmak’ olarak tanımlayabileceğimiz ötanazi konulu filmler arasında, Alejandro Amenabar’ın ‘İçimdeki Deniz / Mar Adentro’, Dalton Trumbo’nun ‘Johnny Silahını Kaptı / Johnny Got His Gun’, François Ozon’un ‘Tout S’est Bien Passé’, Roger Michell’in ‘Black Bird’, Barry Levinson’un ‘Doktor Ölüm / You Dont Know Jack’, Cecil B. De Mille’in ‘Harikalar Sirki / The Greatest Show of Earth’ filmlerini sayabiliriz.
Otobiyografik filmi ‘Acı ve Zafer / Dolor y Gloria’ Almodovar’ın kendisiyle hesaplaşması, ‘Paralel Anneler / Madres Paralelas’ ülkesi İspanya ile hesaplaşması, ‘Yandaki Oda’ ise tüm dünya ile hesaplaşması. Filmde ötanazi soruşturmasını yapan polisin şahsında, resmi otoritenin, kanuna bağlılık adı altında sevgisizlik, anlayışsızlık, empati yoksunluğu, peşin hüküm temaları işleniyor. ‘Yandaki Oda’ yönetmenin belki de kariyerindeki en ölüm hakkındaki filmi. Yaşlanmakta olan Almodovar filmleri daha fazla hastalık ve ölüm üzerinden düşünmek için kullanıyor. Filmin yükünü omuzlarında taşıyan iki olağanüstü oyuncu Almodovar’ın işini kolaylaştırıyorlar. ‘Michael Clayton’ (2007) ile En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar Ödülü sahibi Tilda Swinton 1991’de Venedik’te En İyi Kadın Oyuncu Volpi Kupasını kazanmış, 2020’de Kariyeri için Altın Aslan Ödülüyle taçlandırılmıştı. Swinton filmde siyah bir perukla kızı Michelle’i de oynuyor.
Juliane Moore dört kez aday gösterildiği Oscarların birini ‘Still Alive’ (2014) ödüle çevirdi. Cannes’da ‘Maps to the Stars’ (2014) ile, Venedik’te iki kez, ‘Far From Heaven’ (2002) ve ‘Short Cuts’ (1993) ile En İyi Kadın Oyuncu seçildi. Bu festivalde Kariyeri için Altın Aslan Ödülü’nü 2020’de aldı. Juliane Moore Berlin’den ‘The Hours’ (2002) ile En İyi Kadın Oyuncu Gümüş Ayı Ödülü sahibi. Pedro Almodovar ‘Konuş Onunla / Habla Con Ella’ (2002) ile En İyi Özgün Senaryo dalında Oscar, ‘Volver’ (2006) ile Cannes’da aynı dalda, ‘Annem Hakkında Her Şey / Todo Sobre Mi Madre’ (1999) En İyi Yönetmen Ödüllerinin sahibi oldu. 2019 yılında kariyeri için Venedik’te Altın Aslan Ödülü ile taçlandırılan İspanyol yönetmen, aynı ödülü bu yıl ‘Yandaki Oda’ ile kazandı. Almodovar’ın en güçlü eserleri arasında olmasa da bu film yalın, sade, alçak gönüllü, dürüst, dokunaklı, lirik bir şiir tadında bir başyapıt.