Su, eski Yunan düşüncesinde dünyanın dört ana maddesinden biri. Eskilerin deyimiyle anasır-ı erbaanın diğer unsurları ateş, toprak, hava. Kentler kurulurken uygun yer için aranan en temel niteliklerden biri suya yakın olması. O yüzden su kenarları aynı zamanda insanlık tarihinin mekânları. Aynı şekilde uzun asırlar boyu savaşlarda şehirleri kuşatanlar öncelikle içeridekilerin suya ulaşmalarına mani olmaya çalıştı. İnsan yemeden uzun süre dayanabilir ancak susuzluğa katlanmak çok zordur. Eski bir Çin hikâyesine göre kâhinler krala uzun bir kuraklık yaşanacağını, insanların suya hasret kalacaklarını, sonra ise gökyüzünden zehirli bir yağmurun yağacağını, susuzluk nedeniyle bunu içenlerin delireceklerini söylemiş. O da sarnıçları doldurmuş, kale kapılarını kapatmış. Gerçekten kuraklık başlamış ve susuzluk had safhaya ulaşmış. Tebaa susuzluktan kırılırken, kral, üzgün de olsa kendi aklını olsun koruma düşüncesiyle sarnıçlardan su içmeye devam etmiş. Ta ki bitene kadar. Sonra zehirli yağmurlar başlamış, içen çıldırmış, içen çıldırmış. Herkes aklını yitirmiş, bir kral aklı başında. Nihayet kral artık susuzluktan mı yoksa böyle bir topluma uygun kral haline gelmek için midir bilinmez, zehirli yağmurlardan kana kana içmiş. Görüldüğü gibi su politika ile de ilgili. Dün öyleydi, bugün de öyle. İnsanlar efsaneye göre uzunca bir süre abı hayatın peşine düşmüş. Ebedi hayatın, ölümsüzlüğün suyu. Mevcut duruma bakınca bulamadıkları muhakkak. Ancak öyle anlaşılıyor ki bugün ömürlerini makul süreler içinde sürdürmeleri için bile gerekli olan şu bizim bildiğimiz suyun kendisi bile abı hayata dönüşmüş durumda. Evet, iklim krizi ve kuraklıktan bahsediyorum. Su meselesi mühim, gitgide daha da ehemmiyet kazanıyor.
İstatistiklere göre Türkiye “su sıkıntısı” çeken bir ülke. Trend böyle devam ederse sıkıntının krize dönüşmesi kaçınılmaz. Daha düne kadar meteorolojiye ilgisi sadece “sırtıma ne giyeyim?” düzeyinde olan milyonlarca insan, şimdi acaba yağmur var mı diye verileri takip ediyor. Mübarek yağmur da daha çok hatıralarda yağmaya devam ediyor gibi. Arada kendini gösteriyor, ama sanki daha zayıf, cılız, su kılığına girmeye çalışan çakma bir sıvı. Şöyle efendice yağıp insana toprağa faydalı olanların sayısı azalıyor. Ya birden bastırıp sular seller oluyor, insanoğlunun akılsızlığına, tabiatı hırsla istismar etmesine karşı bir ceza mahiyetinde boy gösteriyor, ya da öyle olmaz böyle olur diye kendine hasret bıraktırıyor.
Şahsen üç dört yıldır zihnimin hayli geniş bir tarafını su meselesi dolduruyor diyebilirim. Ne olup bittiğine yönelik verilerden takip etmekle gerçek hayatın içinde kafayı cama dayayıp bu havadan yağmur çıkar mı diye gökyüzüne ümitsizce bakmak birbirinden farklı. Bazen meteorolojinin verileri Mevlana’nın Şems geliyor diyenlere söylediğini hatırlatıyor: “Yalan da olsa güzel.” Sabaha yağmur var diyorlar, gece umutla yatıp sabah koşarak cama uzandığımızda pırıl pırıl bir günün günaydın dediğini görüyoruz. Ya yağmur? İnsan, belki diyor, başka bir yere yağıyordur, yanımızda yöremizde bir yere, bize de neminden bir fayda olur, tesellisine sığınıyor. Elimi yıkamak için suya uzattığımda en ince şekilde açmaya çalışıyorum, tuvaletin sifonunu öyle görmemiş zenginler gibi sonu kadar çekmiyorum, şöyle hafiften çeker gibi yapıyorum duruma göre, eh süreç içinde üç hamlede boşalsa da olur, diye yeni türden bir düşünce geliştirdim. Eğer birisi bilinçsizce suyu fazla açıp kullanmaya kalkarsa hemen ikaz ediyorum, ikaz etmekle kalmayıp fiili müdahalede bulunuyor, musluğu en ince ayarına getiriyorum. O da öğrenmeli suyun ne kadar kıymetli olduğunu. Bir damla bir damladır.
Türkiye’nin üç yanı denizlerle çevrili. Mavi deniz, romantik su, gerçek hayatta ihtiyaç için işe yarar mı? Eh o da su olduğuna göre insan aklı buna bir çare bulur ümidini ihmal etmiyorum. Ne de olsa denizlerden su elde etme bilinen bir yöntem. Maliyeti biraz fazla. Bir de atıklar ne olacak? Önemli bir mesele bu. Zihnimde denizin üzerine nemi suya dönüştürecek mekanizmalar hayal etmeye çalışıyorum. Devasa mekanizmalar, onlarda toplanan pırıl pırıl suyu borularla Anadolu’nun içlerine doğru aktardığımızı hayal ediyorum. Olur mu olur. Etrafımızda bu kadar deniz varken bizim su sorunumuz mu olur kardeşim, tesellisi fena değil. İnsan zorda kalınca denizi geçtim havadan bile su çıkartır. Öyle yöntemler de var. Bulutları sağmak diyorlar. Yağmur yağmazsa yağmasın sen de uygun tekniklerle o yağmurun suyunu yeryüzüne indirirsin. Mantık bu.
Elbette temel mesele buraya nasıl geldik, sorusunda düğümleniyor. İklim krizi, bu kararsız havalar, kuraklık, seller, hep ürettiğimiz karbonu tabiatın döndüremeyeceği, kendini yenileyemeyeceği miktarlara ulaştırmamızdan kaynaklanıyor. Bilim ve teknikteki gelişmelerin insanoğlunun hayatına sağladığı imkânlar olağanüstü, asla nankör olmamak lazım, fakat acı bir şekilde görüyoruz ki bu işin bir de maliyeti var. Sorumlusu kimler derseniz, sırasıyla Çin, Amerika, Hindistan, Rusya, Japonya peşlerinde de AB ülkeleri var. Tuzu kuru ülkeler dünyayı kirletiyor, ceremesini de tüm dünya çekiyor. Şüphesiz bu işi önlemek için çabalar da var. Yeşil enerji yükseliyor, ülkeler sıfır karbon hedefine ulaşmak için düzenlemeler yapmaya çalışıyor. Acaba su gelinceye kadar kurbağanın gözü patlar mı, yoksa bu düzenlemeler dünyaya rahat bir nefes aldırır mı, göreceğiz.
İklim krizinin nasıl dramatik sonuçlar doğurduğu ortada. Daha şimdiden kuraklığın kavurduğu yörelerdeki insanlar hareketlenmeye başladı. Yarın bu daha da artacak. Dünya büyük nüfus hareketlerine sahne olacak. Ülkeler arasındaki gerilimlerde su meselesi sıralamada daha yukarı çıkacak. Su petrol kadar hatta belki ondan daha fazla kıymet kazanacak.
Sıradan insanların önünde iklim krizi ve beraberindeki su sorunu konusunda yapabilecekleri var elbette. Birincisi karbon salınımını azaltma politikalarına daha fazla ilgi göstermek, teşvik etmek, kamusal bir duyarlılık oluşturmak için çaba göstermek. İkincisi ise su konusunda azami tasarrufla davranmak, çevresini de bu konuda uyarmak. Unutmayalım, her damla suyu vatanı savunur gibi savunmak gerek.
Televizyonlar iklim krizi konusuna dikkat çekmek için zaman zaman kimi programlar yapıyor. Fakat en çok başvurdukları usul, suları çekilen barajların yanında çekim yapmak ve bir zamanlar suyun nerelerde olduğuna dikkat çekmek. Amaç su tasarrufuna vurgu yapmak ise, çekim ve anlatım buna pek fazla hizmet etmiyor. Daha çok insanlardaki ümitsizliği pekiştiriyor. Oysa hepimiz biliyoruz ki o barajlar sonra yeniden doluyor, sonra tekrar boşalıyor. Belki gitgide daha alt bir çizgiye geliyor su ama yine de oluyor, baraj kuruyup gitmiyor. Kanaatim o ki, anlatım bir yere bağlanmalı, her bir kişiye düşen sorumluluğa ilişkin sözler de haber de olmalı, ayrıca dramatik olanın yanına ne yaparsak bu durumdan kurtuluruz şeklinde ümit verici bir unsur da eklenmeli. Çevre konusunda felaket tellalı gibi haberler yapılmasının kime faydası var, bilemiyorum.
İnsanoğlunun yeryüzündeki milyon yıllık macerası hep tabiatın sorduğu sorulara uygun cevaplar üretmesi üzerine sürüyor. O yüzden halen buradayız, o yüzden gelişme devam ediyor. Bu temel niteliğimiz yerinde durduğuna göre, tabiatın bugün sorduğu iklim krizine ilişkin son derece ciddi soruya da insan kardeşlerimizin uygun cevabı üretecekleri muhakkak. Çabalar mühim ama zaman dar. Şehirciliğin tarihini anlatan bir kitapta yazar soruyordu: İnsanoğlu acaba bugünkü şehir hayatında tampon tampona bir trafikteki otomobillerin egzoz gazını mı, yoksa 150 yıl önceki yollara dökülmüş atların gübrelerinden yükselen kokuları mı solumak isterlerdi? Seçim şansımız olsaydı ben reyimi ikinciden yana kullanırdım, ama daha iyi bir şans söz konusu, at gübrelerinin kokusuna da gerek kalmaksızın temiz hava temiz su mümkün. Yeter ki aklımız mikro çıkarlar ekseninden küresel bir ufka yönelsin.