Bu sene Cannes Film Festivalinin dikkat çekici yıldızlarından biri olan ve En İyi Senaryo ödülüne layık görülen, Revence filminden hatırlayacağımız Coralie Fargeat´ın senaryosunu yazıp yönettiği The Substance, sinemayla aynı anda dijital platformda da izleyicisiyle buluştu.
The Substance hakkında söylenecek çok şey olmasına ve büyük kısmı yazılıp çizilmesine karşın yine de eleştirilerin yoğunluğu feminizm çerçevesi içinde toplanmış gibi gözüküyor. Kuşkusuz Fargeat, kadınların bedenleri, nasıl nesneleştirildiği, satıldığı ve nihayetinde kadınların bedenlerinin nasıl değersizleştirildiğini anlatmak konusunda çok başarılı. Kadınların bedenlerine nasıl bakıldığını ve dolayısıyla nasıl bakmamızın öğretildiğini araştırıyor. Bu araştırmanın bir sonucu olarak da modern zamanlarda güzelliğin insan yaşamını tehlikeye atan bir uyuşturucu olduğu anlaşılıyor. İşte bu noktada belki çok daha gerilere ve hatta başka teorilere bir projeksiyon yapma gereği doğuyor.
Estetik, güzellik, uyum, cazibe aslında Antik Yunan’dan günümüze formlar, görünümler ve değerler aracılığıyla taşınmış bir düşü geçerli kılar. Bu büyük insanlık düşü “sürekli olmak, hiç yaşlanmamak ve hiç ölmemektir”. Hiç yaşlanmamak ise belki de bu düşe ait en zayıf halka o olabilir. Bugün modern tıpta en çok dış görünümdeki yaşlanma etkileri üzerine yatırım yapıldığı aşikârdır ve yapılan müdahalelerin zenginliği kadınların yaşlandıkça ulaşılamaz güzellik standartlarına ulaşmak için ölüme sürüklendiklerine dair söylemlerin de popülaritesini arttırmaktadır.
Kadınların görünüşü ve bedensel davranışları sürekli sosyal incelemeye tabidir
Vücut her zaman sergilenir ve performans gösterir. Mükemmelleştirilmiş imajlar baskın gerçekliğimiz haline gelir. Sonuç olarak, ana akım batı kültüründe, ‘normal’ beden ‘güzel’ bedenle iç içe geçmiştir ve kitle iletişim araçlarıyla birlikte bu söylem muazzam toplumsal baskılara sebebiyet verir. İçinde bulunduğumuz çağda, ‘normal’ beden genel olarak kadınsı güzellikte beyaz, batı estetiği ile karakterize edilir. Zaman içinde bazı şeyler o kadar yaygın hale gelmiş ve davranış biçimlerimize o kadar yerleşmiştir ki, doğal ve gerekli görünmeye başlamıştır. Bacaklardaki tüyleri almak, makyaj yapmak, modaya ayak uydurmak, dar giysiler giymek, ince bir vücut arzulamak vb. ‘normaldir’. Bu uygulamalara katılmamak sosyal olarak ve çoğu durumda bir sorun olarak görülür. Tıp ve güzellik söylemleri, yaşlanmış, aşırı kilolu, çekici olmayan vücudun müdahale gerektirdiğini söyler. Bu sağlıksız bir vücuttur, çünkü iyi sağlık genellikle kaslı bir form, iyi dişler vb. gibi özelliklerle karakterize edilen belirli bir sağlam dış görünümle gösterilir. Ancak film tabi ki bunu da anlatmaktan ibaret değildir. The Shining’den The Fly’a, Carrie’ den Rosemary's Baby’ye birçok kült sinema yapıtına bir saygı duruşu gibi okuyabileceğimiz filmin dehşet ve tiksinti içeren atmosferi çok daha fazlasını içeriyor. Daha çok David Lynch sinemasını çağrıştıran, bir tür zamansız dünyanın modası, mimarisi, tıp teknolojisi arasındaki bağlantısızlıklar, tanık olabileceğimiz tüm çirkinliklere hazırlar nitelikte tekinsiz.
Bunun bu şekilde olması aslında bulunduğumuz zaman ile filmsel zaman arasındaki transformasyonu deneyimsel kılıyor. Yani bizler kendi deneyimlerimiz doğrultusunda filmdeki mekân ve zaman algımızı oluşturabiliyoruz. Bu konuda kanımca bir başarıya imza atmış olan yönetmen aynı başarıyı diyaloglarda da gösteriyor. Aynı bedenin iki versiyonu olan iki kadının derin diyaloglara ihtiyaç duymadan restleşmesini dinamik, eğlenceli ve yer yer grotesk içeriklerle sunmayı başarıyor. Hal böyle olunca çağdaş bir Hollywood yapımının iyi bir örneğini izlediğine ikna edebiliyor izleyiciyi. Tüm idealist, hatta feminist söylemler bir tarafa popüler kültürün eleştirisini yine onun kodlarını kullanarak yapabilen bir filmden bahsedebiliyoruz. Bu film, kahramanı Elisabeth’in, dünyayı eğlence endüstrisinin merceğinden görmek için eğitilen; en ufak bir kusuru bile büyüten, gençliği değerle eşitleyen gözünden bir yansıma. Bu açıdan da umutsuz iksirleri bedenine zerk etmeyi tercih etmesine şaşmamalı.
Bir starın özelliklerinden biri de zamana meydan okumasıdır.
Ölümsüzlük ayrıcalığı verilmiştir ona. Filmin başında ve sonunda baskın bir söylem olan yıldız metaforuyla da vurgulanmaktadır; bir star için zamana meydan okumak yaşamsal bir sorundur. Bu açıdan gündelik yaşamda bir kadının sürekli mercek altına yatırılıp, izlenmesi ve nesneleştirilmesi nasıl bir sorun teşkil ediyorsa starlar için bunun tersi olan görüş alanından geriye atılmak da öyle büyük bir sorun olacaktır. Kadın bedeninin bu aşırı görünürlüğü ise, ironik bir biçimde, başka bir tür görünmezliği doğurur. Erkek özne, kendini anonim, bireyselleşmemiş bir özne haline getirir. Film bu efekti karakteri sivrilmeyen, tek düze erkek figürleriyle vermeyi başarıyor. Elisabeth’in omurgasından doğan Sue bu filmde aynı ağırlıkta bir erkek başrole ihtiyaç duymuyor. Dolayısıyla sonlara doğru dehşetin içine çekildiğimiz sahnelerde bir erkek hegemonyasında hapsolan bakıştan çok hiper-gerçekçi dünyaya ait estetik bakışımıza ayna tutuyor Fargeat.
Sonuç olarak “Ve Tanrı Kadını Yarattı.” Başkalaşım efekti olarak. Bu film özelinde Elisabeth olarak. Tek kural ‘dengeye saygı duymaktı’ ve ‘bir olduğunu hatırlamak’tı. Kiminle? Tabi ki kendisiyle, kendi içinde. Kendi içindeki dönüşümü, kendini sistemin öngördüğü şekilde var etmesi ve sistemin içindeki görünürlüğe zorlanması güzellik adına yaşanılan baskıdan doğan tanınamaz varlığa yani tarihin en kadim kültlerinden biri olan ‘canavar’a dönüşmeye zorlar onu. Güzellik, varlıklardaki birlik veya düzen ilkesi olarak, çirkinlik ise düzenin yokluğu veya yoksunluğu olarak tanımlanır. Bu nedenle, çirkinlik önce tam birliğin ve biçimin yadsınmasıdır. Ama belki de daha önemlisi, biçimin salt yokluğu ne güzel ne de çirkinse, biçimsizlik, içeriğin bir biçime sahip olması gereken ama onun eksik olduğu ya da farklı olduğu yerde çirkinliğe dönüşür. Ancak bu tanımda çirkinliğin estetik çekiciliği ortadan kaldırdığına dair bir ipucu yoktur ve sanatlar bunu çirkinin estetiği olarak yeniden yorumlar. Bir tek belki de sanatlar aracılığıyla ‘canavarlaşan’ görüntümüzle yüzleşebiliriz çünkü çirkinliğinin hiçbir tasviri benliğini görünümlerle değiş tokuş etmiş insan için derinde bekleyen korkusundan daha yaratıcı olamaz. Tıpkı Coralie Fargeat’in bu yaratıcı çalışmasında olduğu gibi. Filmin sonu ise en etkileyici kısmı olabilir, yerde kendi adına yapılmış olan yıldızın üzerinde tıpkı filmin başında düşen bir fastfood yiyecek misali yitip giden Elisabeth için epik denebilecek bir son yazmış olan Fargeat’in yüzyılın romantikleri arasında gösterilmesi için kanımca bundan daha geçerli bir neden yoktur. Bizler de onun yarattığı evrende sürekli var olmaya dair o eski düşü anımsarız yeniden.