Çay kurabiyesi gibi tasasız bir yaşam düşlerken tam… Birden merak ediyorum. İrfan Alış, durduk yere, neden öldü mesela diyorum. Yani neden? Ne zamandan beri 50’li yaşlardaki insanlar bu kadar kolay ölmeye başladı diyorum. Dünya bana bir kazık atmış gibi hissediyorum. Sanki bir gün tanışacaktık da, o karmakarışık saçlarına dokunacaktım da, çatlak sesiyle şarkı söylerken, o birden mikrofonu bana uzatacak ve ben de sonunu bağlayacaktım, onun sisli sesine uygun olsun diye hafif boğukça ve gözlerimi kapatarak söyleyecektim: “Keşke anlattıklarım yalan olsa…” Ve sonra tekrar açacaktım gözlerimi, onunla göz gözeyken hafifçe yavaşlayarak bitirecektim: “İnsanın insana ettiğine bak…” İkimizin de yüzünden bir acı geçecekti. Dinleyenlerin ruhları, onun saçları gibi darmadağın olacaktı. Merak ediyorum, nereden çıktı bu hayal? Öldüğünü duyana kadar böyle bir hayalim yoktu, vardıysa da, var olduğundan haberim yoktu. Üç sene sonra âşık olacağım adam, kaderin cilvesiyle ölmüş, hiç başlamamış hikâyemiz yarım kalmış gibi hissetmek de nereden çıktı?
Merak ediyorum, resimlerine yeni yeni heves etmeye başladığım, sosyal medyadan takip ettiğim ressam, o hafif kapalı gözleri çizerken nasıl hissediyor? Ama tam olarak nasıl hissediyor? Ne hissediyor? Ne hissettiğini biliyor mu? Tam olarak ne hissettiğini nasıl biliyor? Bunlar üzerine düşünüyor da mı çiziyor? Ruhunun, çizdikleri ve yazdıkları kadar çılgın olduğu kesin. Ama acaba onu ne öfkelendiriyor mesela? Öfkeden deliye döndüğü bir anda yaptığı bir resmi var mı? Hiç oluyor mu öyle bir şey? O resim nasıl görünüyor? Onun resimlerine bakarken benim nabzım neden hızlanıyor gibi oluyor? Ne görüyorum ben orada? Ne görmüyorum? Ne görüp ne görmediğimi nereden seziyorum?
Neden hayatın tadı kaçtı bu kadar diyorum. Hiç huyum değilken neden reçellere tatlılara verdim kendimi, kaçan hangi tadı arıyorum diyorum. Ağız tadıyla çay bile içilmiyor artık, nedense. Hemen kaçma peşinde herkes, neden kaçıyorlarsa, nedense. Evvelki sene, kolumu kaldıramayacak kadar yorgun olduğum ve ağrılarla uğraştığım zamanlarda check-up için gittiğim doktorun, beni dinledikten sonra verdiği tavsiyeyi hatırlayıp gülüyorum. “Hedef küçültün”. O zaman gülmemiştim tabii, gözlerimi açarak şaşkınlıkla bakakalmıştım, doğru mu duydum diye. Doktor bey de herhalde yaptığı özeti anlayamadığımı düşünüp açıklamıştı: “Her şeyi aynı anda yapamazsınız. Hedef küçülteceksiniz.” Mesela karşısındaki kadının anlattıklarını duydu mu gerçekten, merak ediyorum. O anda, tam o anda, aklından ne geçti merak ediyorum. “Dinlememe gerek yok, ne anlattığını biliyorum, yorgunum, çocuğum var, çok işim var, bla bla bla”. Yapıştır cevabı gitsin. “Hedef küçültün”. Yoksa gerçekten dinledi ve gerçekten inanarak mı söyledi bunu? Bilgece bir tavsiye verdiği için ben kapıdan çıktıktan sonra iyi mi hissetti acaba kendini? “Hedef küçültün.” Tabii. Küçülttüm doktor bey. Hayallerimi, planlarımı, varoluşumun içinde pır pır titreyerek sırasını bekleyen olasılıkları, bir güzel küçülttüm. Yürüyüşü, sporu falan zaten daha önce küçültmüştüm. Ne yapayım sadece onları küçültebiliyordum. Ama bir de ne göreyim, vücudum da o sırada kendini büyültmüş. Aynada arkamı döndüm bir baktım ki, hah dedim o yüzden bu pantolonlar olmuyor bana. Pardon, telefon geldi. “Tabii hocam, beklediğiniz makaleyi de yazacağım, kaderimi yazayım da bir hele, bir de şu alışveriş listesini”. O da haklı tabii, ne bilsin ki ben hedef küçülttüm. Nefes alıp vermekten az fazlasını hedefleyince, sorunlar kendiliğinden çözülüyor.
“Sözüm ona Tanrı’mız var, merhamet yok.” Yine sesiyle giriverdi birden aklıma. Şarkıyı değiştirelim. “Lan ben sana neyledim dünya, dur dedim, dur dedim, bu bağrıma vurma”. Merak ediyorum, nerede şimdi? Ölenler nerede, ne yapıyorlar? Her şey bir titreşimse, sanatçılar farklı mı titreşiyorlar acaba öldükten sonra da? Daha mı parlak, daha mı hızlı, daha mı canlı, daha mı tatlı?
Merak ediyorum, gönlünce şarkı yazmak, söylemek, anlamını kendi içinde taşımak, kimseye ispatlama gereği duymadan kendi müziğini yaşamaya karar vermek, müziğinin kendiliğine, kendisi olmasına, kendisi kalmasına izin vermek, hedef küçültmek mi, hedef büyütmek mi? Kendi çizgilerini çizmek, kendi renklerini kendi yarattığın karakterlere boyamak, kendi kompozisyon dilini üretmek, çılgınca sıradan ve son derece olağan şekilde çılgın olmak, hedef küçültmek mi, hedef büyütmek mi? Şimdi ben, işi gücü bırakıp, mecbur olduklarıma, katlandıklarıma, zamanın bir yerinde doğru olduğuna kanaat getirdiklerime/getirtildiklerime değil de, kendime, sadece kendime, ruhumla, zihnimle, bedenimle sadece kendi iyilik halime odaklandığımda, hedef küçültmüş mü oluyorum, büyütmüş mü?
En büyük hedefim, kasımda, aralıkta, yeni yılda, dünyada, öbür dünyalarda, galaksilerde, çay kurabiyesi gibi tasasızca öylece durmak çay tabağında, çay bardağının sıcaklığına yapışık.