Bu yazımda, 1989 İzmir doğumlu dizi ve oyun yazarı, oyuncu, kısa film yönetmeni Aksel Bonfil’in yazdığı iki yeni oyundan söz edeceğim. Birincisi, MSP Yapım’ın ilk projesi, Saim Güvenoğlu’nun yönettiği müzikli oyun ‘Chaplin’. Diğeriyse, sinema ve televizyon sektörlerinde gerçekleştirdiği çok sayıda ses getiren çalışmanın ardından, özgün ve özgür kişisel tiyatro yapımları oluşturmak amacıyla kurduğu KADAR’ın ikinci yapımı, yazdığı ve yönettiği ‘Muskat’.
“Chaplin”
Londra’nın yoksul mahallelerinden yola çıkıp genç yaşta sahnelere adım atan, çok zor bir çocukluk ve ilk gençlik döneminin ardından uzanabildiği Amerika'da Hollywood'un zirvesine çıkan, yarattığı Şarlo karakteri ve yazıp yönettiği filmlerle hem güldürmeyi hem derinlemesine düşündürmeyi başaran efsanevi sanatçı Charlie Chaplin'in zengin yaşam öyküsü, Aksel Bonfil’in yazdığı, Saim Güvenoğlu’nun yönettiği bir müzikli oyun olarak MSM Yapım tarafından sahneleniyor.
Bonfil, o masum ve şakacı gülüşün altında gizlenen derin hüznün nedenini aramak amacıyla Chaplin'in hikâyesine zorlu Londra yıllarındaki çocukluğundan giriyor.
İki perdelik oyunun ilk bölümünde müzikhollerde, anne ve babasının yanında çocuk yaşta sahneye çıkışını, sesini kaybeden annesi Hannah’nın yaşadığı psikolojik sorunlar sebebiyle rehabilitasyon merkezine yatırılmasını, başka babadan olma kardeşi Sydney’le birlikte müzikhollerde çalışarak, fakir semtlerdeki çeşitli evlerde büyümesini, Sydney’in ardından ünlü Fred Karno topluluğuna katılarak Amerika’da fırsat arayışına girdiğini anlatıyor. Ünlenmeye başladığında efsaneye dönüşecek ünlü ‘The Tramp / Küçük Serseri’ karakterini yaratmasıyla sona eren bu bölümün ardından, Chaplin’in giderek şöhret basamaklarını tırmanması, özel hayatındaki skandal iniş çıkışlar, savaş başlarında ABD’nin Almanya ile dostluk anlaşmasına rağmen Hitler’e ve Nazizm’e, savaş sonrası ülkede başlayan komünizm korkusuna tamamen zıt politik görüşlerini mizah aracılığıyla ifade edişini ele alıyor.
Aksel Bonfil, bildik biyografik oyun formatını parlak bir yöntemle aşarak, öyküyü, yaşananları kimi zaman irdeleyerek, kimi zaman tartışarak aktaran, bunu da gülerek, eğlenerek, bazen dans ederek yapan iki anlatıcı, doğal, sevimli ve inandırıcı yorumlarıyla çok etkileyici Defne Koldaş ve Semih Ali Aksoy aracılığıyla anlatıyor.
Günay Acar’ın müzikleri öykünün her anının duygusunu yansıtırken, müzikal değil müzikli oyun formatı, duyguların akışı aksatmadan seyirciye ulaşmasını sağlıyor. Sahnede canlı icra edilen başarılı müzik tasarımında sadece iki şarkı var. Başlarda, sesi gitmek üzere Hannah’dan (kadının her yaşını, he dönemini ustalıkla yansıtan Şebnem Dönmez), hemen çocuk yaşta oğlunun (sesi, doğallığı ve sahne hâkimiyetiyle çok başarılı Çınar Yener) devraldığı bir dönem ezgisi var. Sinemada konuşma olmadan da hemen her şeyi ifade edebilmiş olan efsanevi sanatçının ilk kez sesinin duyulduğu, ‘Modern Zamanlar’da uyduruk bir dilde söylediği, sinema tarihinin belki de en ünlü şarkısını, oyun boyunca gerek oyunculuğu, gerekse beden diliyle çok inandırıcı bir Chaplin’i ustalıkla var eden Özgür Daniel Foster, finalde büyük başarıyla söylüyor.
Müzikleri, Gamze Kuş’un soyut ve işlevsel dekoru, dönemi bire bir yansıtan kostümleriyle, Utku Kara’nın ustalıklı ışık tasarımıyla üstün yapım olarak sahnelenen ‘Chaplin’in yönetmeni Saim Güvenoğlu, öykünün mahrem ve kişisel boyutunu, az sayıda oyuncunun doğal yorumlarıyla aktararak veriyor. Az sayıda oyuncu dedim; yukarıda sözü geçenlere ek olarak sahnede sadece tüm yan erkek karakterlerini canlandıran Emre Taşkıran ve Murat Danacı ile Chaplin’in yaşamındaki en önemli üç kadını, ilk aşkı 15 yaşındaki Hetty Kelly’yi, 16 yaşındayken tanışıp evlendiği ilk karısı Mildred Harris’i ve 54 yaşında karşılaştığı, ünlü oyun yazarı Eugene O’Neill’in 18 yaşındaki kızı, hayatının aşkı, dördüncü ve son eşi, 8 çocuğunun annesi Oona O’Neill’i canlandıran Aybüke Pusat var.
Sonuç olarak, iyi yazılmış, iyi oynanmış, efsanevi bir sanatçının yaşamına samimi ve sevecen bir bakış. Kaçırmayın derim. 28 Kasım ve sezon boyunca Zorlu PSM’de.
“Sessiz bir kopuş başlıyor içimden. Parça parça yere düşüyor artıklarım. Artık yapamayacaklarım.”
Aksel Bonfil’in yazdığı, yönettiği, KADAR yapımı ‘Muskat’, bir kadının, çocukluğundan olgun yaşlarına yaşamını zehir etmiş annesiyle hesaplaşmasının / hesaplaşamayışının traji komik öyküsü.
Tek kişilik oyun, sahneye mutlu, huzurlu, gülümseyerek giren kadının izleyicilere “bugün benim en mutlu günüm; annem öldü” demesiyle başlar. Hikâye anlatıcılığından çok, seyirciyle interaktif bir dertleşme olarak gelişen monoloğunda kadın, cenazeyi bir şenliğe dönüştürmeyi hayal eder, nihayet özgürlüğünün tadını çıkaracağını, seyahat edeceğini, Paris’e gideceğini izleyicilere anlatır. Anne kız arasındaki o sevgi-nefret ilişkisinde, baskının, aşağılanmanın, küçümsenmenin izleri öyle kolay silinecek gibi değildir. Ölse de, kızının belleğinde hâlâ capcanlı duran anne, Paris’te gezilen müzedeki tablolarda ona tepeden bakar, konuşmasının her cümlesinde su yüzüne çıkmayı sürdürür.
Aksel Bonfil’in gerçek bir entelektüel elinden çıkma zarif metni hem derinlikli hem şiirsel.
Her türlü aşırılığı izleyiciye kabul ettirebilecek fenomen oyuncu Esra Dermancıoğlu, tüm benzersiz yeteneğini metnin hizmetine vermiş. Seyirciyle sımsıcak iletişim kuran doğal ve dozunda yorumu anlatının komik boyutu kadar trajik yönünü de başarıyla vurguluyor.
Bu iyi yazılmış, iyi yönetilmiş iyi oynanmış oyunu çok keyif alarak izledim. Mutlaka izleyin derim. 13 Kasım ve 23 Ocak Zorlu Studio 19 &21.00, 15 Kasım Fişekhane 19 &21.00, 21 Aralık CKM 17.30 & 20.30 ve sezon boyunca İstanbul ve diğer kentlerimizde.
Dindar – seküler çatışmasına farklı bir bakış
“Aramızdaki Mesafe”
Genç tiyatrocu Bülent Gültekin, yazdığı, proje tasarımını yaptığı, deneyimli tiyatrocu Gülhan Kadim’le birlikte yönettiği, otobiyografik öğelerle kurgusal olayları iç içe geçiren ‘Aramızdaki Mesafe’ ile tek kişilik oyun tarzına farklı, özgün ve etkileyici bir bakış getiriyor.
Anlatıcı yazar Gültekin, sahneye girip seyirciyle birebir iletişim kurarak, üç yıl önce, bunalımda olduğu bir dönemde, adaşı olan amcasının 18 yaşındayken yazdığı günlüğü bulup okumuş, sanki birisi 35 yıl önce kendisiyle aynı travmaları yaşamış, aynı kavgaları vermiş, aynı sessizliklere gömülmüş gibi hissetmiş.
Okuduklarını izleyicilerle paylaşacağını söyleyerek, köyden kaçıp büyük şehre geldiğinde cemaatlere katılan Amca Bülent Gültekin’in öyküsünü anlatmaya başlar. Ancak, paralel olarak, 8 yaşında dindar bir ailenin namazında niyazında oğluyken, 15 yaşındayken seküler tarafa geçen babasının gönderdiği süper laik liseye geçmiş olan kendisinin, Oyuncu Bülent Gültekin’in hikâyesini de aktarır. Amcası bir aşk peşinde birbirine düşman iki şeyhe biat ederken, iki arada bir derede kalan yeğen, yeni ortamında en tepelere çıkmaya çalışır. Amca kime, neye inanacağını şaşırmış yolunu bulmaya çalışırken, yeğen tutkuyla tiyatroyu ve bu ortamda gerilimli hoca öğrenci ilişkilerini keşfeder. İkisi de büyük körlükle yollarında koşarken amca dergâhta, yeğen tiyatroda, otoritenin değişmez duygusal, bedensel ve cinsel istismarına şahit olurlar. Anlatıcı yazar da arada bir canlandırdığı iki karakterden çıkarak olanları yorumlar, kişisel notlar düşer…
Sahnede oyunu sıradan bir ‘monodrama’dan çıkaran iki önemli öğe vardır. Birincisi anlatıya çizgi roman tekniğiyle eşlik eden mizahi projeksiyonlar. Çok daha etkileyici olan diğeriyse, sekiz hoparlörlü çok başarılı bir ses tasarımı aracılığıyla, Bülent dışındaki diğer karakterlerin çağcıl bir meddah gibi oyuncu tarafından canlandırılmadan, oyuna fiilen sesleriyle katılmaları.
Dindar / seküler çatışmasına farklı ve keyifli bir bakış getiren, monodrama türünü yenileyen iyi yazılmış, iyi oynanmış, izlenmesi şart bir oyun. 13 Kasım ve 12 Aralık’ta kumbaracı50, 25 Kasım’da Boa Sahne ve sezon boyunca İstanbul sahnelerinde.