Laurent Mignon
Ahmet Haşim hakkında yazmaya başlayacakken aklıma nedense Haşim’in bir dizesi değil de, Portekizli şair Fernando Pessoa'nın bir dizesi geldi: “Não sei quantas almas tenho1”, yani “Kaç tane ruhum var, bilmiyorum”. Bilinç dışı, gizemli yollarla işler. Kim bilir, belki de bu dizenin bana birçok Haşim’in var olduğunu hatırlattığı için Pessoa’yı düşünmüşüm.
Evet hangi Haşim’i anlatmalı? Elbette, Ahmet Haşim sembolist şiirleriyle modern Türk şiirinin öncülerinden. Sürenin filozofu Henri Bergson’u bilirdi, Belçikalı şair Emile Verhaeren’ı da. Haşim şair olarak ahengin peşinde olduysa da insan olarak içinde birçok tezadı ve zıtlığı barındırmıştır. Mesela, yirminci yüzyılda Türkçenin en önemli şairlerinden olmakla birlikte, çocukken annesiyle Bağdat’ta Türkçe değil, Arapça konuşurdu. Şiir okuru, Haşim’in erken dönem şiirlerinde genç ölen annesinin hatırasına sık sık rast gelir: “Bir hasta kadın, Dicle’nin üstünde her akşam/ bir çocuk gezdirerek, çöllere gül-fam/ Sisler uzanırken o senin doğmanı bekler2”.
Haşim, ‘Müslüman Saati’ başlıklı etkileyici denemeyi yazdıysa da, dostu Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1934 yılında şair hakkında yazdığı güzel ve dokunaklı biyografide anlattığı gibi, Haşim’in pagan bir yanı da vardı. Hatta Yakup Kadri’ye inanacak olursak: “Haşim vahdaniler kendisine bu ahiretin cennet tarafını teklif etseler bile oraya gitmeyecek, Stiks’in kenarında bekleyen meşum kayıkçıdan Pan’ın adresini soracaktır3”.
Fransa’daki, daha doğrusu Fransızca konuşulan dünyadaki edebî akımların Haşim’in şiiri üzerindeki etkisi çok tartışıldı. Ama dünyası daha genişti ve İstanbul’un, Bağdat’ın ve Paris’in çok ötesine uzardı: Japonya’nın kültür ve edebiyatına duyduğu dikkate değer bir ilgisi vardı. Mesela, Okakura Kakuzo'nun ünlü Çayname’sinden kısmi bir çevirisini 1926 yılında Akşam gazetesinde yayımlamıştı. Ayrıca son şiirlerinin bazılarında haiku gibi Japon şiirinin kısa formlarını andıran bir minimalizm de vardı.
Elbette görünürdeki tezatların listesini uzatmak mümkün. Ama en çarpıcı şu: şiiri “sessiz bir şarkı” olarak tanımlayan şair kalem kavgalarını severdi. Bir kalemşordu, Haşim. Hayat hikayesine, hatta eserlerinin külliyatına baktığımız zaman Haşim, tıpkı Pessoa gibi, durmadan bize “Ben kaç kişiyim” diye soruyor sanki.
Şairin yapıtları arasında beni en çok düşündürten ayrıntılardan biri, 1926’da yayımlanan Piyale adlı şiir kitabına giriş olarak koyduğu ‘Şiir hakkında bazı mülahazalar’ başlıklı yazısında Katolik bir rahip ve eskiden Cizvit olan Henri Brémond'a yaptığı göndermedir. Haşim’in bu metni haklı olarak Türk edebiyat tarihinin ilk poetikası olarak değerlendirilir. Bu yazı, daha önce 1921’de İstanbul’da mütareke döneminde Bergsoncu entelijansiyanın buluşma noktası haline gelen Dergâh dergisinde ‘Şiirde mana’ başlığıyla yayımladığı bir makalenin gözden geçirilmiş haliydi. Haşim'in yeni versiyonda yaptığı değişiklikler arasında edebiyat alanında dönemin spiritüalist düşünürleri arasında önemli yeri olan rahip Brémond'a şu gönderme de vardı:
“Birkaç ay evvel ‘halis şiir’ hakkında meşhur bir münekkitle münakaşası bütün medeni fikir dünyasını alâkadar eden rahip Brémond’nun dediği gibi muhakeme, mantık, belagat, insicam, tahlil, teşbih, istiare ve bütün bunlara müşabih evsaf şafak aydınlığı gibi her dokunduğu gül pembeliğini veren şiirin seherkâr tesiriyle tebdil-i mahiyet edip istihâle etmedikçe anâsırın meyanına dahil olmadıkları ‘cümle’ alelâde ‘nesir’den başka bir şey değildir4”.
Şiir, düzyazı aksine, anlaşılmak için değil, duyulmak için var olmuştur demek istiyordu Haşim. Bu yazısında Ahmet Haşim muhtemelen Brémond’nun 24 Ekim 1925’te Fransız Akademisinde saf şiir üzerine verdiği konferansın ardından edebiyat eleştirmeni Paul Souday ile başlayan kalem kavgasına atıfta bulunuyordu. Ne de olsa Haşim polemikleri severdi. Bir yıl sonra, yani Piyale’nin çıktığı yıl, Fransız din adamı Prière et poésie (Dua ve Şiir) başlığıyla görüşlerini daha açık bir şekilde ifade ettiği bir eser yayımladı. Uzun sözün kısası, Brémond bu çalışmasında sadece müzik ve şiirin yakınlığını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda şiir ve dua arasında bir akrabalık olduğunu da ortaya koyuyordu. Her ikisinin köklerinin mistik bir ruh haline dayandığını savunuyordu. Zaman zaman kilise hiyerarşisiyle başı derde giren liberal bir Katolik rahip olan Brémond, yine de dua ile şiiri birbirinden ayırmaya özen göstermiştir. Ama ona göre her ikisi de insanın mistik doğasının farklı tezahürleriydi.
İlginç olan şu: Haşim mistik değildi. Katolik de değildi. Yine de denemesinde saf şiirin anlamını ararken hem Rahip Brémond'dan, hem de Mevlana'dan alıntılar yapıyor. Popülizmlerin, mezhepçiliklerin ve bizden farklı düşünenleri dinleme yeteneğimizi kaybettiğimiz ikili dünya görüşlerinin damgalarını vurduğu çağımızda Haşim, daha büyük bir amaç uğruna farklı dünya görüşleriyle yaratıcı bir şekilde nasıl ilişki kurulabileceğini gösteriyor. Haşim’in tutumu, bize edebiyat metninin, farklı ideoloji ve inançlara sahip okuyucular arasında bir temas alanı ve dolayısıyla kültürler ve ideolojiler arası diyaloğun önemli bir aracı haline gelebileceğini hatırlatıyor.
Sanırım bu Haşim'in yaşadığımız çağla yürüttüğü bir polemik…
---
1 Fernando Pessoa, “Não sei quantas almas tenho”, Novas Poesias Inéditas, Lisbon: Ática, 1993: 48.
2 Ahmet Haşim, “O”, Bütün Şiirleri, İstanbul: Gözlem Yayınları, 1997: 126.
3 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Haşim, İstanbul: İletişim, 2016: 36.
4 Ahmet Haşim, “Şiir hakkında bazı mülahazalar”, Bütün Şiirleri, 93.