Türkiye, ne kadar hoşumuza gitmeyecek olsa da Amerika ile ilişkilerini geliştirmek istiyorsa, Hamas´a arka çıkan politikalarını gözden geçirmeye ve İsrail´e karşı daha mutedil bir dil kullanmaya zorlanacaktır. Geçtiğimiz hafta içerisinde gerek İsrail Cumhurbaşkanı Herzog´u taşıyan uçağa Azerbaycan´a giderken Türkiye hava sahasında üst uçuş izni verilmemesi, gerek Hamas´ın siyasi bürosunun Katar´dan Türkiye´ye taşındığına ilişkin çıkan haberler mutlaka Trump´ın yeni çalışma ekibi tarafından not edilmiştir. Bir ülkenin diplomatik ilişkileri bulunan bir başka ülkenin devlet başkanına ait VİP uçağına uluslararası bir toplantıya giderken uçuş izni vermemesinin bir başka örneği var mıdır? Bilemiyorum. Her ne kadar Katar´daki Hamas´ın Siyasi Bürosu´nun İstanbul´a taşındığı iddiaları Türkiye tarafından doğrulanmamış olmakta birlikte, bu konuda yapılan açıklamalarda Hamas yöneticilerinin zaman zaman Türkiye´ye gelip gittikleri kabul ediliyor. HASAN GÖĞÜŞ - www.t24.com.tr
Amerikalıların planı olarak bilinen ateşkes sürecine göre;
- İsrail 60 gün içinde Lübnan-İsrail sınırındaki Mavi Bölge adı verilen kısmın gerisine çekilecek.
- Hizbullah ve Lübnan'daki herhangi bir silahlı örgüt İsrail'e karşı saldırı yapmayacak.
- İsrail Lübnan'a yönelik kara, hava, deniz saldırısı düzenlemeyecek ancak hem İsrail'in hem de Lübnan'ın kendini koruma hakkı saklı olacak. Ki, Lübnanlıları "İsrail bu maddeyi nasıl yorumlayacak?" diye endişelendiren kısım da bu...
- Güney Lübnan'da 5 bin kadar Lübnan ordusunun askeri ve UNIFIL olacak. Sadece Lübnan ordusu silah taşıyabilecek ve kullanabilecek.
- Silah satın alma veya silahlanmaya dair herhangi bir materyalin ithalatı, imalatı vs. Lübnan hükümetinin denetiminde olacak.
- Lübnan devletinin kontrolünde olmayan silah üretim veya silah üretimini sağlayan yan imalatlar yapan tesisler yok edilecek.
- Ateşkes sürecini izlemek üzere hem Lübnan'ın hem de Israil'in onayladığı bir komite oluşturulacak. Ateşkes müzakereleri devam ederken bu madde de Lübnan ile İsrail arasında gerilime sebep olmuştu. Her iki ülke de komitede yer alacak ülkeler konusunda uzlaşamamıştı. Henüz komitenin yapısına ve üye ülkelere ilişkin bir açıklama yapılmadı.
- Lübnan ve İsrail ateşkes ihlallerini komiteye ve zaten sınırdaki ateşkes ihlallerini gözlemekle ve raporlamakla sorumlu UNIFIL'e bildirecek.
Gelelim ateşkes planının en can alıcı noktasına;
- Lübnan ve İsrail arasında ABD ara buluculuğunda kara sınırının belirlenmesi için müzakereler başlayacak.
Bir kez daha altını çizmekte fayda var; bu ateşkesle birlikte Hizbullah'ın bekasından Lübnan'da artık topyekûn çöküşe dönüşen siyasi sıkışmaya kadar birçok sorun tetiklenmiş oldu. Lübnanlı siyasetçilerin artık mezhepçi yapıdan ve anayasadan kaynaklanan sorunları görmezden gelme, geçiştirme gibi bir lüksü yok. İsrail saldırıları sona erer ermez Lübnan içinde domino taşları gibi birçok sorun arka arkaya su yüzüne çıkacak.
Bekleyip göreceğiz elbette ancak Lübnan'ın bir taraftan hasar tespit ve yeniden imar ile uğraşırken bir taraftan da devletin birçok kurumunu yeniden inşa etmesi gerekecek gibi görünüyor.
https://www.evrensel.net/yazi/95968/her-seye-ragmen-ateskes-saglandi
İsrail’in Hizbullah liderlerine suikast düzenleyerek ve karadan işgale başlayarak kazandığı taktiksel başarılara rağmen Lübnan’daki savaş hedeflerinden hiçbirine ulaşamamış olması dikkat çekiyor. Hedeflerine ulaşamamasına rağmen ateşkese razı olmasının ocak ayında koltuğu devralacak olan ABD Başkanı Donald Trump’ın Netanyahu’ya göreve gelmeden önce savaşı bitir telkinin önemli payı var. Ancak daha da önemlisi İsrail ordusunda baş gösteren savaş yorgunluğu ve asker sıkıntısı. Ordunun Lübnan’da savaşmak istemediği ve hem verilen ağır kayıpların hem de zorunlu askerlik tartışmalarının motivasyonu iyice düşürdüğü biliniyor.
https://harici.com.tr/israilin-hizbullahla-ateskesi-mutlak-zaferden-tam-teslimiyete/
Bu süreçte, İsrail basının ayrıntılarıyla yazdığı gizli bir görüşme de çokça dikkat çekti.
İsrail basının iddiasına göre, İsrail iç istihbarat kurumu Shin Bet’in başı Ronen Bar 19 Kasım’da Türkiye’ye geldi ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın ile biraraya geldi.
İsrail basınında çıkan haberlere göre, iki istihbarat kurumu başkanı Gazze’de ateşkes ve rehinelerin serbest bırakılması için yeni müzakerelerin başlatılması konusunu ele aldılar.
Bu haberler, MİT tarafından yalanlanmadı.
https://www.bbc.com/turkce/articles/cr4lgqd1zlro
Öncelikle şunu söyleyeyim: Dünyadaki Yahudiler geçmişte İspanya engizisyonundan beri birkaç kez soykırıma uğradılar. Türkiye'deki Yahudiler o dönemde Yıldırım Beyazıt'ın kucak açmasıyla gelmiş Sefarad Yahudileridir mesela. Fakat şöyle ilginç bir durum var; Hristiyanlık ve İslam herhangi bir ırka bağlı ve mahsus değildir ancak Yahudilikte durum böyle değil, Yahudilik net bir şekilde söyleyecek olursak ırka özel bir dindir. Soydan gelmek gerekir. Bunu anlatma nedenim şu; Yahudiler dar bir nüfus olduğu için birbirine tutunarak yaşamak zorunda kalmış, içine kapalı bir toplumdur. Dini kitaplarında da açıkça onları "üstün ırk" olarak nitelendiren tarifler vardır. Holokost'tan önce hep finans sektörüne hakim haldeydiler, Nazi Soykırımı olduktan sonra bu varlıklarını diğer ülkelere ama en çok ABD'ye götürdüler. ABD'deki finansal güçleri o zamandan beri çok yüksektir. Bakıldığında ABD'deki Yahudi nüfusu sanki 50 milyonmuş sanılır ama aslında nüfusun ancak yüzde biri kadardır. Bununla beraber kritik mevkilerdedirler, sistemin içindedirler, finansal olarak güçlüdürler ve en büyük konsantrasyonları yıllardır İsrail'i ayakta tutabilmektir.
Ancak dünya sabit kalmıyor. İsrail ilk kurulduğundan beri ABD'nin Eisenhower Doktrini'ne dayanan bakış açısı çok nettir: "Arap ve Müslüman dünyasının ortasında demokratik bir güç olarak gördüğü İsrail'e bu coğrafyada ihtiyacı olduğu ve onu burada kendi vasıtası olarak kullanma" düşüncesine dayanır. Kısacası Yahudi Lobisi nedeniyle değil, stratejik ihtiyacı nedeniyle böyle bakar. Aradan yıllar geçip de bugüne baktığınız zaman Ürdün'ün, Katar'ın, Mısır'ın, Suudi Arabistan'ın Amerika'ya bağlılıkta İsrail'i aştığını görürsünüz. ABD'deki İsrail lobisiyle Yahudi diasporasını karıştırmamak lazım. İsrail devletinin ABD'de bir lobisi vardır, bir de ABD'de yaşayan Yahudilerin diaspora denilen kendi toplumu vardır ve bu ikisi ayrıdır. İsrail ilk kurulduğunda ikisi de soykırımdan yeni çıktığı için ABD'deki diaspora üyeleriyle İsrail'dekiler arasında pek fark yoktur. Ama şimdi dört nesil sonra "Amerikalı Yahudi'yim, önceliğim de Amerika'dır" demeye başlayan çok Yahudi görüyorum. Bu yüzden zamanla nesiller değiştikçe ABD ile İsrail arasındaki ilişkiler evrim geçirmeye başlıyor. Bundan 10-15 yıl öncesine kadar dünyanın en zengin şirketlerini sayın deseniz sayacağımız firmalar sanayi, petrol, ilaç, moda, otomobil ve silah şirketleri olurdu. Ama 2010'dan itibaren ani şekilde dünya ekonomisi değişti. Bugün dünyanın en zenginlerini saydığımızda Bill Gates, Jeff Bezos, Elon Musk gibi dijital ve bilişim şirketlerinin sahiplerini görüyüz. 15 yılda 100 yıllık değişim oldu. Artık gelenekselleşmiş lobilerin eskisi gibi olmadığı yeni bir döneme giriyoruz.
https://www.lacivertdergi.com/dosya/2024/11/25/irana-israil-israile-de-iran-lazim
Gelecek projeksiyonlarının altını çizeceğimiz bu aşamada aşırı yorumlara sapmadan, tahminlerimizin sınırlarını nesnel gerçeklik üzerinden yürütmek daha kayda değer bir çıkarıma yol açacaktır.
Öncelikle bölgesel gelişmelere dair öngörüleri belirleyecek faktörlerin başında iç dinamiklerin nasıl şekilleneceği önemli.
İllegal yerleşimler olarak 1967’den bu yana tanımlanan Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki yapılaşma sona erecek ya da adil bir şekle bürünecek mi? İsrail 67 savaşından bu yana farklı saiklerle yerleşimlerin inşasına devam etti. Bu yerleşimler İsrail kamuoyunda aynı meşruluk seviyesinde değil, mono blok bir anlayışla bu yerleşim meselesi algılanmıyor. Ancak 7 Ekim sonrasında gelinen aşamada Mesianik- dinî saiklerle ivme kazanan bu yerleşimlerin sağcı-dinci yapıların da güçlenmesiyle devam edeceğini tahmin etmek en rasyonel öngörü olacaktır.
Bu konudaki tıkanmayı not düştükten sonra “İki devletli çözüme evrilecek bir rota saptanabilir mi?” sorusuna değinmek gerekiyor.
İki devletli çözüm konusunda atılan tüm adımlar, onlarca referans niteliğindeki Birleşmiş Milletler kararları 2024 yılına geldiğimizde bir realiteye dönüştürülmedi. İsrail Devleti’nin yeni Donald Trump döneminde dünyadaki duyarlı kamuoyunu bu yönde rahatlatacak bir adım atması için bir sebep gözükmüyor. Trump’ın “Yüzyılın Anlaşması” olarak ambalajladığı sınırlar dahilinde bir çerçeveden geri adım atmasını beklemek iyimser bir tahmin olacaktır. Zaten mevcut Başkan Joe Biden döneminde de Filistin halkına verilen sözler yerine getirilmedi, 7 Ekim sonrasında oluşan tabloda bir iyileşme sürecine girilemedi.
Netanyahu savaş öncesindeki dönemde de yargı reformu girişimleri nedeniyle aylarca protesto edilmiş, şimdi Itamar Ben- Gvir ve Bezalel Smotrich gibi normal şartlarda demokratik normları benimsemiş hiçbir ülkenin kabinesinde yer almaması gereken isimleri ekibine almak durumunda kalmıştı.
İsrail müesses nizamında bu isimlerin bazı aksiyonlarına geçit verilmese de İsrail toplumu son gelişmeler ışığında daha da aşırı bir çizgiye eğilim gösteriyor. İsrail’de geleneksel Siyonist akidenin içerisinde yer almayan toplulukların (Ultra-Ortodoks Yahudiler) daha siyasi- milliyetçi bir çizgiye eğilim göstermeleri artık somut bir olgu.
Tam bu noktada yakın zamanda alınan uluslararası kararlar İsrail’in hesap verebileceği bir iklime yol açabilir mi? Özellikle aralarında birkaç yüz metre bulunan Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı (UAD) ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde (UCM) alınan kararlar duyarlı dünya kamuoyu nezdinde bir teselli oldu. BM’nin en yüksek karar organı UAD’de de önce ocak ardından temmuz ayında alınan kararlar İsrail’i “işgalci güç olarak” tanımladı, ayrımcılık uygulamak ile itham etti, “İsrail’in işgal altındaki topraklardan çekilmesi ve zararları telafi etmesine” hükmetti. Her ne kadar UAD’nin kararları tavsiye niteliğinde olsa da fiili bir duruma hukuki çerçeve kazandırması açısından önemli bir eşik oldu. UCM de Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yaov Gallant hakkında tutuklama emri çıkarttı, birçok İsrail yanlısı siyasi patikayı takip eden ülke de bu kararı takip edeceğini ilan etti. Bu isimlerin UCM’yi tanıyan bir ülkeyi ziyaret etmelerinin tutuklanmalarına yol açma ihtimali bile kısa bir süre önce hayal edilemeyecek bir aşama olarak yorumlanıyor. Bu hukuki kıskacın İsrail üzerinde savaş sonrası koşullarda bir baskı unsuru olması beklenebilir. İsrail Filistin’i tamamen yutmuş sınırları yeknesak bir devlet yaratsa dahi orta vadede bu kararlar ve 7 Ekim bilançosu ile bir gün yüzleşecektir. Zaman zaman kullanılan “bitmeyen ve kazananı olmayan savaş” metaforu da bu anlamda kayda değer bir tanımlama olarak görülebilir.
https://fikirturu.com/jeo-politika/7-ekimden-sonra-israile-ne-oldu-dun/
Son dönemde Lübnan’da tartışılan konulardan birini de Lübnan Ordusu’nun güçlendirilmesi ve ülkenin dış güvenliğinin Hizbullah’a bağımlılığın ortadan kalkması oluşturuyor.
Hizbullah’ın yeni Genel Sekreteri Şeyh Naim Kasım’ın Hizbullah adına müzakereleri sürdüreceğini ifade ettiği Lübnan Meclis Başkanı ve Şii Emel Partisi lideri Nebih Berri bu konuda yaptığı açıklamalarda “Hizbullah etkisinin azalması isteniyorsa ABD’nin Lübnan Ordusu’na yardım etmesi gerektiğini” dile getirdi. Yine de Lübnan Ordusu’nun İsrail ile boy ölçüşecek kadar güçlenmesine ABD’nin izin vermesi beklenmemelidir.
İsrailli yetkililer Lübnan’a yönelik saldırılarının amacının Hizbullah’ın İsrail’in kuzeyine yönelik saldırılarının sonlandırılarak bu saldırılar nedeniyle evlerini terk eden İsrail vatandaşlarının geri dönmesini sağlanmak olduğunu ileri sürüyor. Ateşkesin sağlanması içen devam eden çabalarda da İsrail, 2006 savaşının sonunda BM tarafından ortaya konulan Hizbullah’ın Litani Nehri’nin kuzeyine çekilmesi ve silahsızlandırılmasını öngören 1071 sayılı karar uyulmasını şart koşuyor. İsrail bu karara uyulmazsa Lübnan’ın egemenlik haklarını hiçe sayarcasına tehdit gördüğü yerlere istediği zaman havadan saldırılarına devam edeceğini söylüyor.
1071 sayılı karara uyulması halinde İsrail’in saldırılarının önemli ölçüde sona ereceği algısı yaratılmasına rağmen Lübnanlılar geçmiş işgallerden aldıkları dersle İsrail’in saldırısının sonlanacağına ihtimal vermiyor. Bunun yerine ülkenin güneyinin bundan sonraki dönemde İsrail’in kontrolünde kalacağına dair bir görüş Lübnanlılar arasında kabul görüyor. Ancak bu gerçekleşse de İsrail’in bu bölgeleri uzun vadede elinde bulundurması ve bu alanlara diasporadan göç sağlaması ve güvenliğine ayrıca eğilmesi gerekiyor ki tüm bunlar İsrail için uzun vadeli külfet anlamına geliyor.
Diğer taraftan bu dönemde Arap ülkelerinin İsrail ile gerginlikten kaçındıkları ve bu nedenle İsrail saldırılarına söylem düzeyinde tepki göstermekten öteye gitmemeleri de aslında bölgede geçmiş yıllardan farklı bir dönemin başladığını ortaya koymakta. Bu kısıtlı tepkinin en önemli sebebini bölgede İran karşıtı politikaların ön plana çıkması oluşturuyor. İsrail’e karşı kurulan Direniş Hattı’nın sahaları birleştirme politikasının geçersiz kaldığı bu yeni dönemde Hamas’ın izole edildiği Hizbullah’ın yıprandığı ve İran’ın hem zayıfladığı hem de hayal kırıklığı yarattığı bir duruma gelindi.
Hizbullah’ın terör örgütü olarak kabul edilmesi de özellikle Batılı hükümetlerin İsrail saldırılarına tepkilerin kısıtlı kalmasına yol açıyor. Batılı ülkeler, İsrail’i doğrudan eleştirmekten kaçınırken, sivil kayıplar üzerinden sınırlı bir diplomatik baskı uygulamayı tercih ediyor. Bu esnada Lübnan alt yapısı da gitgide daha fazla tahrip oluyor. İsrail tepkilerden uzak mevcut durumdan aldığı özgüvenle zaman zaman Lübnan’ın güneyinde konuşlu olan Birleşmiş Milletler askerlerinden kurulu barış gücü UNIFIL birliklerinin de zayiat verdiği saldırılar gerçekleştiriyor.
https://fikirturu.com/jeo-politika/7-ekimden-sonra-lubnana-ne-oldu-israil/
7 Ekim’den bu yana İsrail kendi “11 Eylül’ü” olarak gördüğü saldırıların intikamını almak için savaşırken aslında bir süredir Tahran’a karşı benimsediği Ahtapot Doktrini’nin izlerini görmek mümkün. İlk defa eski İsrail Dışişleri Bakanı Naftali Bennett’in bahsettiği bu doktrin[2] ile İsrail sadece Direniş Ekseni’nin kollarını değil beynini yani Tahran’ı hedef alan bir mücadele arayışına girmiş görünüyor.
Hamas saldırısının hemen sonrasında İran, İsrail’in Gazze’de kara harekâtına başlamasını engellemek istedi fakat başarılı olamadı. Tahran böyle bir operasyon ile savaşın yeni cephelere genişleyeceğini söylese de İsrail, ABD’den aldığı büyük askerî ve mali destek ile savaş politikalarına aralıksız ve hudutsuz bir şekilde devam etti. Esasen süreç içinde Tahran’ın yeni cepheler öngörüsü gerçekleşti. Ama bu durum İran liderliğinde Hamas, İslami Cihad ve Hizbullah gibi aktörlerin oluşturduğu Direniş Ekseni’nin İsrail’i saldırılardan caydırması yerine İsrail’in sadece Hamas ile değil, Hizbullah, Husiler, Suriye ve İran ile de çatıştığı bir süreç şeklinde tezahür etti.
İsrail özellikle 2024’te Direniş Ekseni’nin tüm bileşenlerine yönelik operasyonlar düzenledi. İran’ın Lübnan ve Suriye’de görevlendirdiği üst düzey Devrim Muhafızları Ordusu Kudüs Gücü komutanları, Hamas ve Hizbullah’ın liderleri ile üst düzey komuta kademesi İsrail’in düzenlediği bir dizi saldırı ve suikastla öldürüldü. 7 Ekim’den bu yana İran ve İsrail arasında daha önce dolaylı bir şekilde seyreden askeri gerilim, eşik atlayarak doğrudan bir misilleme-karşı misilleme döngüsünün içine girdi.
https://fikirturu.com/jeo-politika/7-ekimden-sonra-iranda-ne-oldu/
İran ve vekil grupları, ABD’nin İsrail’e desteğini şiddetle eleştirirken direkt savaştan ziyade çatışma alanını yayarak düşmanlarının enerjisini parçalamaya çalışıyor. Çok boyutluluğu nedeniyle patlamaya hazır bir bomba olan mevcut süreçte ABD hedeflerine doğrudan saldırıdan kaçınan İran ve destekçileri, İsrail’e topyekün savaşı tetiklemeyecek düzeyde düşük saldırılar da yaptı, yapıyor.
ABD’nin Ocak 2020’de Bağdat’ta öldürdüğü İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani ve Haşdi Şabi lideri Ebu Mehdi el-Mühendis gibi tekil lider saldırılarından çekinen Iraklı milisler, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve kadronun önemli bir kısmının elimine edilmesine benzer bir kaderi de göze alamıyor.
Bu noktada Irak ile İsrail arasındaki çatışmalı ilişkiye rağmen Sudani hükümeti savaşın ülkeye vereceği tahribat nedeniyle milisleri kontrol etmeye çalışıyor. Bu konuda hem İran hem de Washington ile temasta olduğu anlaşılan Sudani’nin milislerin İsrail’e saldırılarına göz yumduğu da ortada. Tabii ABD’nin de Sudani’yi İran yanlısı aktörlerin nazarında daha fazla köşeye sıkıştırmak istemediği ve kolaylaştırıcı davrandığı düşünülebilir.
Ancak ip üstündeki siyasete rağmen işler Sudani’nin istediği gibi gitmeyebilir. Zira 19 Kasım’da İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne Irak İslami Direnişi’ne karşı harekete geçilmesi çağrısında bulunan ve Tel Aviv’in “kendisini koruma” hakkını ihtiva eden bir mektup gönderdi. Bunun ardından, Sudani de İsrail’in savaşı genişletme çabalarını sert biçimde eleştirerek devlet olarak misilleme için teyakkuzda olacakları mesajı verdi. Aslında Sudani’nin bu çıkışıyla birlikte çatışmanın devletten devlete bir seviyeye yükselme ihtimali milislerin İsrail’e saldırılarını meşru bir zemine taşıyacağına işaret ediyor.
https://fikirturu.com/jeo-politika/7-ekimden-sonra-irakta-ne-oldu-olasi/
Türkiye, ne kadar hoşumuza gitmeyecek olsa da Amerika ile ilişkilerini geliştirmek istiyorsa, Hamas’a arka çıkan politikalarını gözden geçirmeye ve İsrail’e karşı daha mutedil bir dil kullanmaya zorlanacaktır. Geçtiğimiz hafta içerisinde gerek İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’u taşıyan uçağa Azerbaycan’a giderken Türkiye hava sahasında üst uçuş izni verilmemesi, gerek Hamas’ın siyasi bürosunun Katar’dan Türkiye’ye taşındığına ilişkin çıkan haberler mutlaka Trump’ın yeni çalışma ekibi tarafından not edilmiştir. Bir ülkenin diplomatik ilişkileri bulunan bir başka ülkenin devlet başkanına ait VİP uçağına uluslararası bir toplantıya giderken uçuş izni vermemesinin bir başka örneği var mıdır? Bilemiyorum. Her ne kadar Katar’daki Hamas’ın Siyasi Bürosu’nun İstanbul’a taşındığı iddiaları Türkiye tarafından doğrulanmamış olmakta birlikte, bu konuda yapılan açıklamalarda Hamas yöneticilerinin zaman zaman Türkiye’ye gelip gittikleri kabul ediliyor. İsrail Hamas’ın 7 Ekim’deki terör saldırılarını önleyemeyerek bir istihbarat zafiyeti sergilemiştir. Ancak Lübnan’da yüzlerce çağrı cihazının uzaktan kumandayla patlatılması, yerin yedi kat dibindeki Hizbullah yöneticilerinin tespit edilerek öldürülmesi hâlâ güçlü bir istihbarat ağına sahip olduğunu gösteriyor. Hiç şüphe yok ki Hamas yetkililerinin nerelere seyahat edip, gittikleri yerlerde ne kadar kaldıkları MOSAD tarafından adım adım izlenmektedir.
Trump yönetimi iktidarı devralmadan Türkiye’nin Hamas ile ilişkilerine yönelik eleştiriler ve talepler Kongre cenahında seslendirilmeye başlanıldı bile. Trump’ın partisine mensup üç cumhuriyetçi senatör Ted Budd, Roger Wicker ve Joni Ernst geçen hafta yayınladıkları, Türkiye’yi ağır ifadelerle suçlayan bildiride, 7 Ekim’de 46 Amerikan vatandaşını öldüren 12’sini de rehin alan Hamas liderlerine Türkiye’nin kucak açmasını üzüntüyle karşıladıklarını, ellerine müttefik kanı bulaşmış özellikle yargı kararıyla mahkûm olmuş teröristleri barındırmasının Türkiye’ye yakışmadığını belirttiler. ABD Dışişleri Sözcüsü Matthew Miller da Türkiye’nin Hamas’la ilişkilerini hiçbir şey olmamış gibi devam ettiremeyeceğini söyledi.
Öte yandan Başkan Biden’ın ahiren açıkladığı gibi Türkiye, Gazze için kurulacak barış masasında yerini almak istiyorsa, İsrail ile asgari bir ölçüde de olsa diyaloğa girmek durumundadır. Dış politikada U dönüşleri çok gördük. Yakında bir yenisini görürsek şaşırmayalım.
https://t24.com.tr/yazarlar/hasan-gogus/amerika-yi-seversen-israil-i-sevmek-zorundasin,47446
Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yoav Gallant Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından Gazze’de bilerek sivillerin arasına karışan Hamas’a karşı savaş suçu işlemekle suçlandı. Gerçi haklarında çıkarılan tutuklama emrine itiraz eden Başkan Joe Biden’ın sebepleri vardı. Aynı mahkeme kendi ordusuna kendi halkından yüz binlerce kişiyi öldürten Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad için böyle bir tutuklama emri çıkarmamıştı. Mahkeme Suriye’nin üye olmadığını söyledi ama İsrail de değil. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Hamas lideri Yahya Sinvar’ın kardeşi olan ve hayatta olduğu bilinen Muhammed Sinvar için değil de çoğu kişinin öldüğünü düşündüğü Muhammed Deif için tutuklama emri çıkarması da tuhaf. Şu an Gazze’de Hamas’ın başında bulunduğu bildirilen Muhammed Sinvar 7 Ekim’de İsrail’e yapılan saldırının kumandanlarından biriydi.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin tutuklama emri sorgulanabilir olsa da böyle bir karara hiç gerek kalmayabilirdi. Netanyahu İsrail ordusuna tarihinde eşi zor bulunacak kadar çirkin bir strateji dayattı: Gazze’ye girin, Hamas’ın yok edebildiğiniz kadarını yok edin, sivillerin ölmesine aldırmayın, ardından Hamas artıklarını orada bırakın ki gıda konvoylarını soyup yerel halkı korkutsunlar. Sonra aynı şeyi tekrarlayın. Tekrar bölgeye girin, baştakilerin hiçbirini sağ bırakmayın ve İsrail sınırında kalıcı bir Somali yaratın.
Bunu neden yapıyor? Çünkü Netanyahu iktidarda kalmak ve muhtemelen yolsuzluk suçlamaları yüzünden hapse girmemek için Yahudi üstünlükçü aşırı sağcılara muhtaç ve onların güdümünde. Yahudi üstünlükçülerin bizzat açıkladıkları hedef ise İsrail yerleşimlerini Batı Şeria’dan Gazze’ye genişletmek. Hamas’ın yerini alacak Arap barış kuvvetlerinin parçası olarak Filistin Yönetimi’nin kademeli biçimde Gazze’ye yerleştirileceği hiçbir senaryoyu kabul etmiyorlar. Çünkü böyle bir durumda Filistin Yönetimi’nin iki devletli çözüm için meşru muhatap ve ortak haline gelmesinden korkuyorlar. Bu kadar çok sivilin öldüğü bir savaşı bir yıl boyunca sürdürüyor ve karşı tarafla barış için herhangi bir vizyon ortaya koymuyorsanız Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne davetiye çıkarıyorsunuz demektir.
Müstakbel başkan Trump, dikkatli olun: Netanyahu size İsrail’in Hamas, Hizbullah ve İran adlı karanlık güçleri yenerek özgür dünyayı savunduğunu anlatacak. Bunda doğruluk payı yok değil. Ama bir gerçek daha var. Tüm bunları Batı Şeria ve Gazze’deki Yahudi üstünlükçü apartheid vizyonunu savunmak için yapıyor. Bu kirli bir iş. Netanyahu’ya sorgusuz sualsiz kol kanat gererseniz kendinizi ve Amerika’yı da kirletirsiniz. Ayrıca günün birinde Yahudi torunlarınızın, Yahudi devletinin parya olduğu bir dünyada Yahudi olarak yaşamanın ne demek olduğunu ilk elden öğrenmesini sağlarsınız.
Netanyahu’nun sağcı koalisyonunun hırslarının şu anda neden bu kadar güçlü olduğunu anlamak için Trump’ın İsrail’de nasıl algılandığını kavramak gerekiyor. Birçok İsrailli, Netanyahu’nun bir zamanlar “İsrail’in Beyaz Saray’da sahip olduğu en büyük dost” olarak ilan ettiği bir adam tarafından yönetilen yeni ABD yönetiminin ülkelerini koşulsuz destekleyeceğini düşünüyor. Trump’ın dış politika ekibine sağlam İsrail yanlısı isimler ataması -Senatör Marco Rubio’yu dışişleri bakanı, eski Guvernör Mike Huckabee’yi İsrail büyükelçisi ve Temsilci Elise Stefanik’i Birleşmiş Milletler büyükelçisi olarak aday göstermesi- bu görüşü daha da güçlendiriyor.
İsrailli yetkililer, Trump’tan gelecek bir onayın yanı sıra, diğer başkentlerden İran’a baskıyı artırma planlarına yalnızca minimum düzeyde direnç geleceğini umuyor. Ağustos ayında Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık Tahran’ı ve müttefiklerini, İran’ın gerilimi daha da tırmandırması halinde bundan sorumlu tutacakları konusunda uyardı. İsrail’in bölgesel ortaklarından gelen diğer güven verici işaretler de dikkat çekiyor; bu ortaklar da İran destekli saldırganlık tehdidi altında. İsrailli yetkililer, İbrahim Anlaşmaları’nın geçen yılki savaş sürecine rağmen ayakta kalmasını ve ABD ile Suudi Arabistan yetkilileri arasında Riyad’ın nihayetinde bir anlaşmaya ikna edilebileceğine dair ısrarlı konuşmaları yakından takip ediyor.
Bu dış etkenlerin yanı sıra Netanyahu, koalisyonunun baskılarını da göz ardı edemez. Çünkü onların desteği olmadan görevde kalması mümkün değil. Bu baskıyı en güçlü şekilde oluşturanlar ise, bir zamanlar geleneksel siyaset için fazla radikal kabul edilen sağcı ideologlar Smotrich ve Ben-Gvir. ABD seçimlerinden bir hafta sonra Smotrich, Trump’ın dönüşünün “Tanrı’nın yardımıyla 2025’in Yahudiye ve Samiriye’de [Batı Şeria] İsrail için egemenlik yılı olacağı” anlamına geldiğini ilan etti. Netanyahu’nun siyasi olarak hayatta kalma içgüdüleriyle eşgüdüm sergileyen bu amansız ısrarlar, IDF’nin saldırısını sonlandırmasını tercih eden güvenlik kurumu üyeleri için sürekli bir engel teşkil ediyor.
Bu görüşler İsrail’de bir ölçüde destek bulmuş durumda. İsrail’in güvenliğine yönelik 7 Ekim öncesi radikal grupların IDF’nin + periyodik operasyonlarıyla kontrol altında tutulabileceği fikrine dayanan “çim biçme” stratejisi gibi yaklaşımların yetersiz olduğuna dair büyük ölçüde görüş birliği var. Pek çok İsrailli artık toplumun zaten tamamen seferber olduğu bir durumda, sürekli savaşın güvenliği sağlamak ve sürdürmek için en iyi yol olabileceği sonucuna varıyor. Son aylarda bu yaklaşımı güçlendiren bir diğer etken, IDF’nin taktiksel başarıları oldu. Bu başarılar, kamuoyunda daha fazlasını isteme iştahını artırdı. Son birkaç ayda Hamas ve Hizbullah’a karşı elde edilen kazanımlar -Gazze ve Lübnan’daki kara operasyonlarının başarısız olacağı yönünde uyarıda bulunan Biden yönetimi yetkililerinin öngörülerine rağmen- bu örgütlerin son kalıntılarını da yok etmek isteyenleri destekler nitelikte. Bu durum, sivil kayıplar ve barışın ertelenmesi pahasına gerçekleşse bile bu görüşü güçlendirdi.
İsrail parlamentosu Knesset’teki muhalefetin etkisizliği göz önüne alındığında, Netanyahu savaşa fazla bir engelle karşılaşmadan devam edebildi. Başsavcı ve İsrail’in güvenlik teşkilatı Şin Bet’in şefi dahil olmak üzere ülkenin olağan güvenlik sorumlularının çoğu savunmaya çekildi. Başbakan için uzun süreli savaş operasyonları, İsrail’in kaybedilen caydırıcılığını yeniden tesis etmek ve 7 Ekim’de ve sonrasında gösterdiği kötü performanstan dikkatleri başka yöne çekmek gibi ikili bir amaca hizmet ediyor. Gazze’deki İsrailli esirlerin ailelerinin protestoları bile ciddi bir engel oluşturmadı. Bu aileler aylardır -Biden’ın güçlü kişisel teşvikiyle- bir rehine anlaşması yapılması çağrısında bulunuyorlar ve kayda değer bir halk desteğine de sahipler. Ancak Netanyahu, Hamas’ın esir değişimi şartlarına karşı çıkanlardan ve sağ kanadındaki destekçilerinden aldığı güçle bu direnişi aşmayı başardı. Ayrıca Trump’ın iktidara gelmesiyle birlikte, ABD’nin İsrail’e askeri operasyonlarını sonlandırması yönünde daha az, hatta hiç baskı yapmayacağı varsayılıyor.
İsrail’in UCM’ye üye olmadığını ve tutuklama kararlarının, “muhtemelen” Binyamin Netanyahu ve Yoav Gallant’ın bu kararı uygulayacağını taahhüt eden ülkelere seyahat etmelerini engellemek dışında, “sınırlı bir pratik etkisi” olacağını savunan WP, “Muhtemelen diyoruz çünkü geçmişte ülkeler UCM tutuklama emirlerini yerine getirme sözü vermiş fakat işlerine geldiğinde bu emirleri görmezden gelmişlerdir. Bazı Avrupa ülkeleri ve Kanada son tutuklama kararlarını uygulayacaklarını söylerken, diğerleri buna yanaşmadı,” dedi.
UCM’nin, “kendi bağımsız yargısına sahip demokratik bir ülkenin” seçilmiş liderlerini, “cezasızlıkla cinayet işleyen diktatörler ve otoriterlerle” aynı kategoriye koyduğunu savunan Amerikan gazetesi, UCM’nin Hamas lideri Muhammed Deif hakkında da tutuklama emri çıkarmasının, “gerçek bir dengeden ziyade yanlış bir denklik gibi göründüğünü” yazdı.
İsrail işgalinde on binlerce insanın öldüğünü kabul eden WP, buna rağmen “sivillerin arasında barındığı ve silahlarını ve komuta merkezlerini nüfusun yoğun olduğu bölgelerin altındaki tünellerde sakladığı için” Hamas’ın suçlanması gerektiğini ileri sürdü. WP’ye göre İsrail, “insan haklarına bağlı demokratik bir ülke olarak” sivil kayıpların sorumluluğunu da üstlenmeli.
İsrail’in Gazze’ye yardımlar söz konusu olduğunda sınıfta kaldığını yazan WP, yine de bunun sorumluluğunu da Hamas’a yükledi ve “Hamas kalan rehinelerin serbest bırakılması için bir ateşkes anlaşmasını kabul etseydi elbette yardımlar daha hızlı akabilirdi ama Hamas bunun yerine tüm İsrail askerlerinin Gazze’den çekilmesinde ve çatışmaların kalıcı olarak sona ermesinde ısrar etti,” ifadelerini kullandı.
İsrail’in Gazze’deki askeri tutumundan sorumlu tutulması gerektiğini belirten WP, “Çatışma sona erdikten sonra … İsrail’de hiç şüphesiz adli, parlamenter ve askeri soruşturma komisyonları kurulacaktır. İsrail’in canlı ve bağımsız medyası da kendi soruşturmalarını yapacaktır,” iddiasında bulundu.
Bazı İsrailli yedeklerin Filistinli tutuklulara kötü muamelede bulundukları suçlamasıyla şimdiden tutuklandığını öne süren gazete, bunu daha fazla soruşturmanın takip edeceğini savunurken, “UCM’nin, ülkelerin kendi kendilerini soruşturacak imkan ya da mekanizmaları olmadığında devreye girmesi beklenir. İsrail’de durum böyle değil,” diye yazdı.
https://harici.com.tr/washington-post-ucmnin-gorevi-israili-degil-rusyayi-yargilamak/
Ancak Uluslararası Ceza Mahkemesi aynı gün bir karar daha aldı.
Hamas’ın silahlı kolu başkanı Muhammed Deif hakkında da tutuklama kararı çıkardı.
Deif’in öldürüldüğüne dair bazı iddialar var ama neticede suçun niteliği ortadan kalkmıyor.
Ona yüklenen suç da Netanyahu ile aynıydı.
Yani “7 Ekim 2023 günü İsrail topraklarında insanlığa karşı savaş suçu işlemek…”
Şimdi samimi olarak söyleyin.
Netanyahu hakkında alınan tutuklama kararını duydunuz.
İktidarın ve muhalefetin bütün medyası bunu birinci haber olarak verdi.
Ya Hamas’la ilgili ikinci karar?
Duydunuz, okudunuz mu?
Ne diyor bu iki kararı arka arkaya okuduğunuzda?
İkinci bölümünden başlayalım.
Diyor ki;
Evet, Netanyahu ve eski savunma bakanı birer teröristtir ve insanlığa karşı savaş suçu işlemişlerdir.
Ama aynı zamanda diyor ki;
Hamas örgütü de 7 Ekim 2023 günü İsrail’de konserde eğlenen gençlere, insanlara saldırıp, bin 400'den fazla insanı vahşice katlederek aynı şekilde insanlığa karşı savaş suçu işlemiştir.
Sadece Uluslararası Ceza Mahkemesi mi diyor bunu?
Girin Uluslararası Af Örgütü sitesine orada da karşınıza çıkan ilk iki yazı şunlar:
(*) Bir, silahlı Filistin grupları 7 Ekim’den beri işledikleri suçların hesabını vermelidir.
(*) İki, Gazze’de kitlesel yıkım ve vahşet…
Yani savaşan iki tarafın da insanlığa yaptığı vahşeti anlatıyorlar.
Biri, örgüt terörü…
Öteki, devlet terörü…
Tekrar Ankara’ya dönelim…
Netanyahu’ya tutuklama kararı alan mahkeme, Hamas lideri için de aynı kararı almış.
Ama Ankara’nın Hamas konusundaki resmi görüşü nedir?
Ne olduğunu bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından duyduk.
Hem de defalarca…
“Hamas bir terör örgütü değildir.”
“Hamas Filistin halkının ‘Kuvayı milliyesidir…'”
Sadece Cumhurbaşkanı'nın ağzından telaffuz edilen bir görüş bu.
Ama gidin Ankara’ya, kapalı kapılar ardında sorun…
“Hamas’a böyle bakan” resmi yetkili sayısı bir elin parmağını geçmez.
https://www.gurses.av.tr/israil-ile-diplomatik-iliskilerin-askiya-alinmasi/
Ankara daha Hamas konusunda net pozisyon alamamışken, İsrail basını tarafından dile getirilen bir iddia ise durumu daha karmaşık hale getirdi. İsrail’de yayın yapan Walla haber sitesi, İsrail’in iç istihbarat örgütü Shin Bet’in direktörü Ronen Bar’ın Türkiye’ye gizli bir ziyaret yapıp, MİT Başkanı İbrahim Kalın’la görüştüğünü iddia etti. İşin daha da ilginci, haberi yazan site Shin Bet Direktörünün Türkiye ziyaretine ilişkin bilgiyi Hamas kaynaklarına dayandırdı. Bu iddia, üzerinden neredeyse bir hafta geçmesine rağmen, ne Ankara, ne de Tel Aviv tarafından yalanlanladı. Hatırlamakta fayda var; AK Parti hükümeti uzun süre gerginlik yaşadığı, yıllarca ilişki kurmaktan kaçındığı Mısır’daki Sisi yönetimiyle de, Suriye’deki Beşar Esad rejimiyle de “normalleşme yönündeki” ilk temaslarını hep istihbarat örgütleri üzerinden başlatmıştı. Eğer Shin Bet Direktörü’nün bizzat Türkiye’ye geldiği bilgisi doğruysa, İsrail’le de benzer bir sürecin işleyebileceğini düşünmek mümkün. Dış politikada AK Parti hükümetinden gelen hamasi açıklamalarla sahadaki gerçeklerin örtüşmediği daha önce de pek çok kez tecrübe edilmedi mi zaten?
https://www.ekonomim.com/kose-yazisi/hamas-meselesi-ve-israille-ilk-temas-iddiasi/782375
İsrail’in, Gazze’ye saldırılarında savaş uçaklarına, tanklarına ve askeri araçlarına güç sağlamak ve aynı zamanda Batı Şeria’daki Filistinlilerin evlerini yıkmak için kullanılan buldozerleri çalıştırabilmek için bu petrol sevkiyatlarına ihtiyaç duyduğu göz önünde bulundurulduğunda, yalnızca petrol ve gazı satan ülkelerin değil transit geçişe izin veren ülkelerin de insani sorumluluğun yanı sıra hukuki sorumluluğu da olabilir mi sorusu gündeme geliyor.
Aslında, Türkiye’nin BTC’den geçen petrol akışını durdurması, uluslararası hukukun açıkça izin verdiği olağanüstü durumlarda mümkün olabiliyor. Örneğin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) tarafından alınacak bağlayıcı bir yaptırım kararı bu durumlardan biri olabilir. Ayrıca, Türkiye’nin UAD’de İsrail’e karşı soykırım suçlamasıyla devam eden davadan çıkan sonuçlar doğrultusunda hareket etmesi de uluslararası hukuka uygun bir müdahale gerekçesi oluşturabilir. Realitede, Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Boru Hattı’ndan geçen petrolün akışını durdurma veya hattın işleyişine ek yaptırımlar uygulama yetkisi petrolün sahibi olan Azerbaycan’ın elinde. Ancak, Ankara’nın yasal bir gerekçe olarak UAD geçici önlemlerini kullanarak petrol sevkiyatlarının İsrail’e gitmesini engelleyebileceğini belirten hukuki görüşler de var.
Tabii ki Türkiye, ikili ilişkilerin “kardeş” düzeyinde olduğu Azerbaycan’a ve işletmeci şirketlere bu konuda bir talepte bulunabilir ve konuya dair çok daha fazla çaba gösterebilir. Ancak Ankara’nın bu konudaki tavrını, insani sorumluluktan ziyade mevcut realpolitik endişeler belirliyor gibi görünüyor.
Aslında İsrail yalnızca enerjiyi ithal eden bir ülke değil. Aynı zamanda enerjiyi ihraç da ediyor. Son on yılda İsrail, özel enerji şirketleriyle birlikte, gaz boru hatlarını Ürdün ve Mısır’a bağlamak için büyük hamlelerde bulundu. Bu bağlantılar İsrail gazına bölgesel bir bağımlılık yarattı.
Mısır’ın Gazze’de süren savaşla ilgili aldığı pozisyonları ve İsrail’e karşı “nispeten ılımlı” tavrı bu enerji bağımlılığının bir sonucu. Savaşın başında Tamar gaz sahasının kapatılması Mısır’a yapılan ihracata zarar verirken, sonunda olay Kahire’nin İsrail gazına bağlı olduğu ve İsrail ile istikrarlı ve olumlu ilişkiler için çaba göstermesi gerektiği fikrini güçlendirdi. Ürdün’ün İsrail’den gelen gaz ve suya bağımlılığının da savaşa dair mevcut tutumlarının belirleyicisi olduğu düşünülüyor. Ürdün’ün 13 Nisan 2024’te İsrail’e giden İran füzelerinin ve insansız hava araçlarının etkisiz hâle getirilmesinde aktif rol almasının altında da bu motivasyonun olma ihtimali yüksek. Ürdün Krallığı İsrail’e karşıt bir söylem benimsemiş ve bazı ortak projeleri durdurmuş olsa da, ülkenin İsrail ile ipleri tamamen koparmadığı da aşikar.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) merkezli ‘StopAntisemism’, antisemitik olduğunu iddia ettikleri kişileri paylaşarak antisemitizmle mücadele ettiğini belirten bir organizasyon.
Sosyal medya fenomeni Liora Rez tarafından 2018’de kurulan organizasyon, bir anket başlattığını duyurdu.
Kuruluşun sitesini ziyaret eden kişiler belirlenen 10 adaydan üç tanesini seçerek ‘Yılın Antisemitiği’ anketine katılabiliyor.
Adaylar arasında iklim aktivisti Greta Thunberg, ABD’li poker oyuncusu Dan Bilzerian ve Türk asıllı Amerikan Twitch yayıncısı Hasan Piker de var.
https://www.diken.com.tr/yilin-antisemitigi-seciliyor-greta-thunberg-ve-dan-bilzerian-rakip/
Türkiye’de, oy verme davranışları ve politik söylem itibarıyla bakıldığında, iktidar karşıtı geniş kesimlerin varlığı bir sır değil. Bu kesimler içinde bilhassa son 10 yılda iktidarın iç ve dış politikada izlediği rotadan memnun olmayan, ancak içinden çıktıkları kesimler itibarıyla iktidarla “mahalledaş” ve “ideolojik akraba” pozisyonunda olan çeşitli kesimler söz konusu.
Şüphesiz bu kesimler de yekpare bir bütünlük arz etmiyor. İçlerinde önemli bir kesim mevcut Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının sempatizanı olmakla birlikte, bilhassa İsrail’le ticaretin sürdürülmesi konusunda eleştirel bir tutum takınıyor. Geleneksel-muhafazakâr denilebilecek bir başka kesim, iç siyasi konjonktürde iktidarla karşı karşıya gelmenin de etkisiyle Filistin’e yeterli destek verilmediğini savunuyor.
Fakat burada daha ilgi çekici olan kesimse, sosyal medyada sesi gür çıkan ancak toplumun genelinde oldukça sınırlı bir tabana sahip olan, basitçe “İslamcı” olarak kendilerini tanımlayan, Sünni ve Şii iki ayrı zıt kutupta toplanan kanaat sahipleri. Şii İslamcılar, bu bahiste açıkça İran “İslam Cumhuriyeti” ile aynı safta hizalanmaktan duydukları mutluluk ve gururu gizlemiyor. Sünni İslamcılar ise yabancı bir ülke ile birlikte anılmasalar da açık bir Hamas ve Sünnilik atfıyla kendilerini tanımlıyor.
Bu noktada İsrail’in bölgedeki en önemli hasmı Hamas’a her iki kesim de sahip çıkar. Buna mukabil Şii İslamcılar Hizbullah’ı açıkça benimser ve sahiplenirken, Sünni İslamcıların büyük kısmı için 2011’de başlayan Suriye İç Savaşı’ndan beri Hizbullah “râfızî, münafık, hatta doğrudan mürted” bir örgüt. Dolayısıyla söz konusu kesimleri aynı potada birleştiren husus, sadece iktidarın Filistin’e -burada münhasıran “Hamas” olarak okunmalı- yeteri kadar destek vermiyor oluşu ve ticareti farklı yollarla sürdürdüğünden duyulan kuşku. Bunun dışında bölgedeki pek çok meselede taban tabana zıt kutuplardalar.
Görünüşe göre, Yuval Refael’i tanımakla belki de İsrael’in Eurovision 2025 temsilcisiyle tanışmış olduk. İsviçre’nin Basel kentinde gerçekleşecek Eurovision Müzik Yarışması sahnesinde Yuval Refael güzel sesini duyurmanın yanı sıra, yaşanan soykırıma rağmen, Nova’da hayatta kalan bir genç olarak oradaki varlığı ve duruşuyla yeniden şarkı söylemenin ve dans etmenin mümkün olduğunun kanıtı olacak.
https://www.turkisrael.org.il/single-post/yuval-niye-a%C4%9Flatt%C4%B1
Nagar 1930'ların sonunda Yemen'de doğmuş, 1948 yılında bir yetim olarak İsrail'e taşınmıştı. Tam yaşı bilinmeyen Nagar, orduda görev yaptıktan sonra İsrail cezaevi idaresinde çalışmaya başlamış ve Eichmann için kişisel bir koruma olarak seçilmişti. Görevleri arasında, dava sonuçlanmadan zehirlenmesi riskine karşı Eichmann'ın 'çeşnicibaşısı' olmak da vardı.
Eichmann 30 Mayıs 1962'de asılırken, Nagar'ın kimliği güvenlik nedeniyle 30 yıl boyunca gizli tutulacaktı. İsrailli gazetecilerin 1992'deki ifşaatıyla Eichmann'ı asan kişi olduğu ortaya çıktı. Nagar, bu tarihten sonra başta 2010 tarihli 'The Hangman' (Cellat) olmak üzere çeşitli belgesellerde konuştu, söyleşiler verdi.
Gerçek barış karşılıklı saygı temeline dayanır
BAE'nin kıdemli bir üyesi olan Dr. Ali Rashid Al Nuaimi, öldürülen Chabad Hahamı Zvi Kogan'ın şivasını ziyaret ederek ailesine ve Yahudi toplumuna şunları söyledi: "BAE, aşırılıkçıların bizi bölmesine asla izin vermeyecek. Bugün, ülkemiz ve halkımız her zamankinden daha fazla açıklık ve barış değerlerine bağlı."
https://x.com/AvivaKlompas/status/1862528418845282515
💍 #MazalTov ! Mia Schem 7 Ekim'de kaçırıldı ve serbest bırakılmadan önce 50 günden fazla Gazze'de rehin tutuldu. Bugün, Yinon'un evlilik teklifine evet dedi!
https://x.com/HumansOfJudaism/status/1862178109945987444
BM, Soykırımın Önlenmesi Özel Danışmanı'nı görevden alma kararı aldı.
Kenyalı Alice Wairimu Nderitu, İsrail'in Gazze'deki operasyonlarının soykırım tanımına uymadığını açıkça söylemesi nedeniyle sınır dışı ediliyor.
https://x.com/visegrad24/status/1861316262745305482
https://www.egedesonsoz.com/evrenselligi-yakalamis-nadir-bir-izmirli