Japonya - Türkiye diplomatik ilişkilerin 100. yıldönümü vesilesiyle ilk kez ülkemize gelen, 1975’te koreograf Ushio Amagatsu tarafından kurulmuş ‘butoh’ dans grubu Sankai Juku, 28. İstanbul Tiyatro Festivali’nin yurt dışından gelen ilk konuğu oldu.
Japonya’da 1950’lerin Batı’yı taklit eden avangart dans akımlarına tepki olarak doğan, yüzleri ve bedenleri beyaza boyanmış, grotesk kostümler kuşanmış erkek dansçılar tarafından kazınmış saçlar, sessiz çığlıklarla açılmış ağızlar ve pençe yapılmış ellerle icra edilen butoh, Japon halkının fiziksel özelliklerinden ve doğal hareketlerinden yola çıkan bir estetiği benimser.
Butoh dansçılarının ikinci kuşağından Ushiu Amagatsu (1949-2024) bu dansı sadece yeni bir teknik veya akademik stil olarak kabul etmeyip, evrensel huzura kavuşmak için bedensel bir ifade biçimi olarak ele alır. 1975’te kurduğu, adını Japonya coğrafyasının iki temel öğesi dağ ve denizden alan Sankai Juku’da, butoh’u dünyayla ilişki içinde, yaşama, ölüme, evrenselliğe dair tutku dolu bir anlayışı açığa vurmak üzere şekillendirir. Kendi ele aldığı hâliyle butoh’u yerçekimi ve dünya ile kurulan bir diyalog olarak tanımlayan Amagatsu, gerilimle gevşeme, güçle güçsüzlük arasında kesintisiz bir denge içinde yapılandırdığı eserlerinde koreografilerini ışık, hareket ve müziğin büyülü bir bileşimine dönüştürür. Koreografilerinden bölümlerle 45 yıllık sanatının özünü yansıttığı, doğayla bütünleşen, rüzgârla savrulan kumların bile koreografinin bir parçasını oluşturduğu ‘Utsushi’de retrospektif bir derleme yapmanın ötesine geçerek eserleriyle doğa arasında bir diyalog kurar.
Japon yaşam ve geleneklerine yabancı bir seyirci olarak, Utsushi’yi izlerken yukarıda alıntıladıklarımı hissettiğimi pek söyleyemem. Ancak kendimi, dingin bir rüya gibi gelişen büyüleyici devinimlere kendimi bırakarak zevkle izlediğimi kabul edebilirim.
Dinginliği aşırı, müziği sinir bozucu bulan, gösteriden nefret eden arkadaşlarımın olduğunu da belirteyim.
Shakespeare’e iki ayrıksı bakış
İngilizcenin en büyük ozanı, dünyanın en iyi oyun yazarı olarak görülen William Shakespeare’in oyunları bütün dünyada 400 yılı aşkın süredir sahnelenmekte. Tutucu tiyatrocular büyük ustanın metinlerini kutsal sayarak klasik sahnelemeleri hâlâ sürdürürken, gerek metinlerin ele alınışında gerek sahnelenmelerinde özellikle XXI. yüzyılın başlarından itibaren farklı, daha güncel, kimi zaman epey aykırı yorumlara gidilmiştir. Metnin ruhu, özü korundukça çok yerinde olduğunu düşündüğüm böyle ayrıksı çalışmalar, izleyiciden bir ön hazırlık, bir miktar ek çaba istediğinden oyunla bir tür interaktif ilişki de kurdururlar.
Romanya ve Sırbistan’dan iki topluluk festivale böyle farklı yorumla katıldılar.
‘Hamlet’
İrlandalı Declan Donnellan çağımızın İngiliz eğitimine, Avrupa kültürüne, evrensel düşünce yapısına sahip özgün yönetmenlerden biri. Nick Ormerod’la birlikte 1981’de kurduğu Cheek by Jowl, 40’ın üzerinde yapım sahnelemiş, dünyanın her tarafına 400’den fazla turne yapmış bir topluluk.
Yoğun, güçlü sahnelemeleri, özellikle klasiklere yeni bir ruh katmasıyla tanınan Cheek by Jowl’un, Romanya ve dünyanın önde gelen topluluklarından, 165 yıllık tarihinde sayısız ödül ve onur payesi almış Marin Sorescu Ulusal Tiyatrosu’yla ortak yapımı ‘Hamlet’, hem dönem hem metin olarak oyunu güncelleştiren ilginç bir çalışma.
Donellan kral babasının ölümündeki gizemi araştırırken kendi varlığını sorgulayan, var olduğunu kanıtlayabilmek için muhteşem şeyler yapabildiği gibi korkunç eylemler de gerçekleştirebilen Danimarka Prensinin binlerce kez anlatılmış hikâyesini yeni bir bakış açısıyla sahnelemiş.
Nick Ormerod’un sahne tasarımı DasDas’ın büyük salonundaki bildiğimiz amfisinin karşısındaki sahne mekânına da bir ikinci amfi oturtmuş, oyun alanı olarak arada bıraktığı 4-5 metrelik koridoru kullanmış. Elsinore Şatosu’nun karanlık ve tekinsiz koridorlarını simgelediğini düşündüğüm oyun alanı, izleyici sıralarının hemen önüne karşılıklı yerleştirilen birkaç bank haricinde bomboş. Bu oturma yerlerinin iki işlevi var: yan taraflarda sırasını bekleyen oyuncular yer alıyor, ortalara ise, ölen kralın hayaleti dâhil, oyunda ölen tüm kişiler sağ kalanların da yardımıyla oturtuluyor.
Donellan metnin kronolojisini kırarak oyunu, sahneye giren tüm ekibin “To be or not to be, that’s the question” diye bağıran Hamlet’e alkışlayarak tezahürat yapmalarıyla başlatıyor. ‘Hamlet’i arasız oynanan iki saate indirgeyen yorumda oyuncular günümüz kostümlerini giyiyor, finaldeki düello haricinde kılıç değil tabanca kullanıyorlar.
Finali ters yüz ederek, Hamlet’in özgün metindeki final repliği “the rest is silence / gerisi sessizlik” ile girdiği düello ile başlayan son sahneyi sözsüz bir pantomim olarak oynatması çok etkileyici.
Yine de hayalet ve Ophelia ile sahnelerdeki farklı derinliklere ya da Hamlet’in topuklu kırmızı ayakkabıları gibi eğlenceli buluşlara karşın oyunu izlerken bu yorumu pek de sıra dışı bulduğumu söyleyemem. Ta ki önemli bir durumu, Hamlet’in tek arkadaşı, sırdaşı Horatio’nun yer almadığını fark edene kadar. Horatio, varlığı oyunda yaşananları etkilemeyen, değiştiremeyen bir tür görgü tanığıdır; tıpkı oyunu yukarıdan aşağıya bakarak, bu çürümüş Danimarka ülkesinde siyasi hırsların ve ihanetlerin yaşanabilecek aşkları, dürüst insanları yok edişini hiçbir şey yapamadan izleyen biz seyirciler gibi… Anlaşılan, seyircileri Romanya’da da karşılıklı iki dik rampaya oturtan Donellan, her bir izleyiciyi, yanındakini ve karşısında oturanı birer Horatio olarak interaktif biçimde sahnelemesine katmış.
Marin Sorescu Ulusal Tiyatrosu’nun usta oyuncularının her ayrıntısına ayrı bir tat kattıkları etkileyici gösterinin tek sorunu, karşıdaki üst yazıyı okuyup aşağıdaki oyunu izlemenin müthiş yorucu oluşuydu. Bu sebeple, metni tanıyan bir izleyici olarak belleğime güvenerek, kendimi oyunculara ve hiç bilmediğim Romence’nin müziğine bırakıp yazıları pek okumadan keyifle seyrettim.
‘Macbeth’
1861’de Avusturya İmparatorluğu zamanında kurulan Sırbistan Ulusal Tiyatrosu, Sırpların kültürel kimliğine katkı sağlamış en önemli kurumlardan biri. Topluluk festivale, Uluslararası Belgrad Tiyatro Festivali’nin kurucu direktörü Nikita Milivojević’in Sırbistan Shakespeare Festivali için sahnelediği ‘Macbeth’le katıldı.
30 yılı aşan kariyeri boyunca ülkesinde almadığı ödül neredeyse kalmayan, estetik olduğu kadar kışkırtıcı rejileri, cesur ve yenilikçi yorumlarıyla klasikleri XXI. yüzyıla taşıyan Sırp yönetmen Macbeth’i yorumlarken I. perdedeki “Olmayan bir şey olandan çok sarsıyor beni: Tek o kalıyor ortada, o olmayan şey” repliğinden yola çıktığını belirten Milivojević “Cadılar Macbeth’e kehaneti bildirdiği andan itibaren gerçeklik onun için bir kâbusa dönüşür. Her şey kararmış zihninin ürünü gibidir. Gerçekle kurgu, imkânlıyla imkânsız birbirine öylesine karışır ki biri nerede bitip diğeri nerede başlıyor ayırt edemez. Böylesi kaotik, ‘gerçekdışı’ bir dünyanın günümüzde yaşadıklarımızı da oldukça doğru bir şekilde tarif ettiğini düşünüyorum” demiş.
Shakespeare’in sık kullandığı rüya öğesi özellikle Macbeth’te belirgin olduğundan, Milivojević kabare, pantomim ve gölge tiyatrosunu müzikle ustalıkla iç içe geçirerek oyunu hem zamansız hem çağdaş gerçeküstü bir düşsel dünyaya aktarıyor. Yeni ve sıra dışı şiirsel yorumu, metinde gizlenmiş, ima edilmiş veya söylenmeden kalmış her şeyi harekete geçirerek izleyicilere Macbeth’in bilinçaltında dolaşıyormuş hissi veriyor.
Ancak her anı yoğun metaforlarla dolu bu çalışma kesinlikle metni çok iyi bilen seyirciler için. Sahnenin sağ ve solundaki iki şarkıcıyı cadılarla özdeşleştirmek, tıpatıp aynı elbiseleri giyen üç Macbeth ve üç Lady Macbeth’in arasında şaşırmadan yolunu bulabilmek için özel çaba gerekiyor. Etkileyici görsel işitsel kurgu, izleyicinin kronolojisi de kırılmış metinde sık sık kaybolmasına engel olamıyor. Sırpça bilmeyen seyirci bu kaosta yol bulmaya çalışırken, bir de üst yazıdan takip etmekte iyice zorlanıyor. İzlediğimiz gece üst yazıların karmakarışık oluşu, zaten izlenmesi çok kolay olmayan bu deneyimi bayağı zorlayıcı bir serüvene dönüştürdü.