Bu hafta Cannes Film Festivali’nin ödüllü seçkilerinden birini daha dijital platformda görme fırsatı bulduk. Zoe Saldaña, Karla Sofía Gascón, Selena Gomez ve Adriana Paz’ın rol aldığı, Jacques Audiard'ın erkekten kadına geçiş yapan bir uyuşturucu karteli kralı hakkındaki müzikal filmi ‘Emilia Perez’den söz ediyorum. Bir ilke imza atarak en iyi kadın oyuncu ödülünün dört başrol oyuncusuna layık görülmesi filmi vakit kaybetmeden izlemek konusunda oldukça cezbedici oldu.
Konusu oldukça iddialı bir transgender hikayesi olmakla birlikte eleştirmenlerin çoğu filmi hangi açıdan ele alacakları konusunda kararsız kalmış gözüküyor. Ancak izledikten sonra filmin kalbinde yatanın aslında bu kararsızlığın beslenmesi olabileceği fark ediliyor. Film bu anlamda tam bir postmodern espriler şöleni ve açıkçası sırf bu nedenle bile yaşadığımız dönemin nabzını tutuyor. Peki nedir bu dönemin nabzı? Bir yaşamın özetini çıkarmaya kalktığımızda kahramanının tam olarak kim olduğunun pek de bir öneminin kalmamış olmasıdır belki de ve de yine belki kahramanın yaşamın kendisi ve oyuncuların da rolleri bölüşenler olduğu konusunda ikna olmamız gerektiğidir. Bu filmde gerçekten bir başrol ağırlığı yok ve bu da kahramanın yolculuğuna uygun olarak kimliğini sürekli değiştiren bir film olarak toplumdaki değişimi kendi iç dinamiğiyle kucaklıyor. Evet filmde birçok hikâye aynı anda zihinlerimize fragmanter bir şekilde girmeye çalışıyor ancak burada yine sosyal medya çağına yabancıymış ve tüm hayati meseleleri sınırlı kelime sayısının içine sığdırarak anlatmıyormuş gibi şaşıran postmodern çağ insanı olmayalım. Bu anlatım biçimi çağımızın bir refleksiyken ve her gün böyle yaşıyorken birinin bunu bize senaryolaştırarak sunması neden rahatsız ediyor onu düşünelim. Lacan’a atıf yaparak bu tavrın egoyla verilen savaşın bir yansıması olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Ancak yine bu tartışmalardan çok ayrı bir yere taşımak istiyorum konuyu. Ne konunun bütünlüğü ne cinsiyet hikayesinin hala şok etmesine şaşırılabilecek turist bakışı, ne iyinin ve kötünün bahçesine izinsiz giriş retoriği ne dramlar ne melodramlar; yani kısaca popüler olarak tartışılanların -e şıkkı hiçbiri bu filmin en çarpıcı yanı değil kanımca.
Yine en eski mesele asıl gündeme oturuyor bu göstergebilimsel serüven-de: büyük harflerle ESTETİK…
Estetik düşüncenin tarihi 2500 yıl öncesine kadar gider ve sanat da ona eşlik eder. Aristoteles’e göre konusu yaşamın bütünü olan politika da bir sanattır. O halde sanatı konuşalım ve sanatın gösterdiklerini...
Örneğin şunu konuşalım; Venüs heykelciğinin sonradan güzellik tanrıçası Venüs olarak nasıl fetişleştirildiğini; insanoğlunun yontma taş çağından itibaren yaptığı kadın heykelcikleri, Antik Yunan’ın Venüs heykellerine ilham olduğunda, kadın fetiş kimliğine kavuşup estetik değerlemeye tabi olduğunda, bir kültür birikimi elde edilmiş miydi? Ardından İlk Çağ felsefecileri sanatı güzellik, güzelliği de uyum olarak gördüklerinde estetik yasaları nasıl belirlemişlerdi? Orta Çağ da Kutsal Kitabın sözlerinden çıkamayan sanat, müzik, geometri ve astronomi ile nasıl estetize ediliyordu? Ve en önemlisi de ardından gelecek olan ve tüm sanatları eşit kılan Rönesans estetiği için nasıl bir zemin oluşturulmuştu? Kant’a göre güzel sanat ve estetik ancak deha yoluyla mümkündü, deha ise “doğanın sanata kurallarını verdiği doğuştan gelen akılsal bir yetenekti”. Bu bakımdan doğuştan olan hem sanattı hem de estetik yasalara tabiydi. Şimdi bir nefes alarak Emilia Perez’in estetik mirasla ilişkisine baktığımızda doğası gereği estetik tanımıyla, film içindeki katmanlı estetik vurgusu üzerine bir düşünme süreci başlatabiliriz. Doğuştan gelen akılsal bir yetenek olan deha, güzel sanatı ve estetiği tanımlarken en gerek şartsa, her dönemin kendine özgü estetik yasalarını oluşturan dehalardan söz etmek değil midir gerekli olan. Hegel’e göre ise sanattaki güzellik doğal güzellikten üstündür. Çünkü artistik güzellik yaratılmış aklın doğurduğu bir güzelliktir. Bu minvalde Picasso da benzer bir söz söyler ve “Hiç doğal bir sanat eseri görmüş olan var mıdır? İki ayrı şey olan doğa ve sanat, aynı şeyler olarak düşünülemezler. Biz sanat yolu ile nesnelerde doğal durumda bulunmayan şeyi dile getiriyoruz” der. Peki o zaman sanatta güzellik ve estetik denen şey doğal olanla örtüştürülebilir mi? Benedetto Croce’e göre “Doğada güzellik diye bir şey yoktur. Doğa güzelliği denilen şey, çoğu zaman kırda hissedilen fiziksel bir rahatlık izleniminden başka bir şey değildir. Bu izlenim ise estetik olguya tamamı ile yabancıdır.”
Görüldüğü üzere her dönemin bir estetik algısı ve buna bağlı olarak da sanat ve güzellik algısı mevcuttur. Günümüzde estetik dendiğinde ise bir toplamdan söz etiğimizin farkına varmamız birincil eğitimimizdir. 1839’da gerçek görüntü hem sanatın hem de insan yaşamının içine aynı anda girdiğinde kimse henüz kurgu yoluyla ne sanatı ne de estetiği deneyimlemişti ve kısa sürede her ikisini de deneyimlemeye başladığında hareketli görüntünün icadı bu yeni görme biçimine hızla eklendi. Şimdi ilerleme hızına bakınca tüm çağların en sabırsız ilerleyen icatlarından biri olan görüntü teknolojisi bizi kendi estetik değerleriyle yaşamı sorgulamaya çağırıyor. Peki o zaman bu çağrıya ayak uydurup Emilia Perez gibi bir dönem kültü ile karşılaştığımızda olan şeyi tanımlayalım; estetik bir simgesel değiş tokuşa gebedir. Bu da en çarpıcı şekilde Emilia Perez’in eski karısını oynayan Selena Gomez’in tanıdığı insanın rolünü hatırladığı epik araba sahnesinde zirveye taşınmaktadır. Hatta bu sahne aşkına tüm film izlenmelidir. Günümüzde belki de en önemli şeylerden biri toplumların kendi estetik değerlemelerini yapmalarıdır. Emilia Perez bu açıdan çok farklı, ancak başta da belirttiğim gibi ve yaşadığımız yüzyıl dolayısıyla uyumlu biçimde, bu vurguyu fragmanter düzeyde yapmaktadır. Estetik fenomenini doğal olan üzerinde bir kırılma yaratarak sunması da en anlamlı özelliğidir. Çünkü günümüzde ölümün bile doğal olmadığını, yaşamın sanki ölümsüzlüğü her an bulacak olan insanın tekelinde tanımlandığını düşünürsek, bir insanın estetik açıdan değişiminin dünyayı bile değiştirebileceğine ikna olabiliriz. Emilia Perez, “Sen aslında hiç de göründüğün gibi değilsin ile tam da bugüne kadar görmeye alıştığım gibisin” arasındaki makası açamaya aday bir yapımdır. Bu açıdan sırf tüm estetik, güzellik ve sanat değerlemelerimizi, yaşadığımız dönem özelinde yeniden değerlendirmeye çağırdığı için izlenmelidir.