Edebiyat ve sanat bir toplumun bilinçlenmesi için iki önemli unsurdur. Okuyan, yazan, düşünce üreten ve toplumsal olayları analiz etme becerisini gösteren bir insan, o toplumda öncü rollerden birini üstlenmiştir. Raşel Rakella Asal bu önemli görevi taşımaktadır; eserleri bir başucu kitabı gibi değerlidir… Asal, 2001-2024 yılları arasında yazdığı sanat yazılarını Yaşamdan Sanata ismiyle kitaplaştırdı. Bu vesileyle kendisiyle kapsamlı bir söyleşi yaptık. Okurlarımızın ilgiyle okuyacaklarını umuyoruz.
Tufan Erbarıştıran
Sizin için edebiyat ve sanat ne ifade ediyor? Sanat alanındaki çalışmalarınıza nasıl yöneldiniz?
Edebiyatı yaşamdan ayırmıyorum. Edebiyattaki kişiler (edebiyatla iç içe olanlar) gibi biz de yürüyor, soluk alıyor, kucaklaşıyor, dövüşüyor, darılıyor, tartışıyor, duygu ve düşüncelerimizi açıklamıyor muyuz? Gerektiğinde isyan ediyorken, iliklerimize kadar sevinçten ürperiyorken yaşamın tüm hallerini yaşamıyor muyuz? Çünkü her şeyden önce bir edebiyat yapıtının olmazsa olmaz koşulu yaşamdan edebiyata, edebiyattan yaşama yelken açması değil midir?
Yazılarımda sanatın yaşamla, yaşamın ayrıntılarıyla bütünleştiğini, sanatın yaşamın bir uzantısı olduğunu göstermeye çalışıyorum. Sanatı dünyayı tanıma, anlamlandırma etkinliği olarak algılıyorum. Sanata ilgim rehberlik yaptığım yıllarda daha da pekişti. 1987-1992 yılları arasında yurtdışında aldığım eğitim sürecinde Açık Öğretim Üniversitesi’nin gece gerçekleşen sanat tarihi derslerine ve Paris’teyken de Louvre Müzesi’nin sanat tarihi seminerlerine katıldım. Tüm bu seminerler ufuk açıcıydı.
Arkeolojik bir ören yerini turistlere anlatabilmek için sanat tarihi, arkeoloji ve mitoloji konularına daha çok eğildim. Bu okumalarımda insanlık tarihi içinde buldum kendimi. Sanatın yaşananlarla, toplumla insanın iç dünyasıyla, sezgileriyle, hep iç içe olduğunu gördüm.
Okumalarımda çağdaş sanat üzerine yoğunlaştım. “Çağdaş sanat dediğimiz nedir? Hangi kaynaklardan beslenir?” gibi sorulara yanıt aramaya çalıştım.
Çağdaş sanatı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çağdaş sanatı bir tartışma platformu olarak yorumluyorum. Değer yargılarının, bakış açılarının, ideolojilerin, yaşam içindeki duruşların, benzerliklerin ve farklılıkların tartışıldığı nitelikli bir platform. 20. yüzyıl sanatının en belirleyici yönü kavramsal sanat oldu. Yaratılan sanat eserinin arkasındaki fikirler öne çıkmış oldu. Bu tarzda çalışan sanatçılar, özel bir teknik veya malzemeye bağlı kalmaksızın deneysel yöntemler kullanarak çok geniş bir çağdaşlık anlayışıyla sanatın ne olduğunu yeniden tanımladı. Çağdaş sanatla birlikte sanatçı, eser ve izleyici bağlamında birçok değişim meydana geldi. Hazır nesne, performans temelli çalışmalar, video gibi yeni anlatım biçimleri yaygınlaştı; sanatçılar estetik kaygıları bir tarafa bırakarak kendilerine yeni meseleler edindi.
Kitabınız genel anlamda üç bölüme ayrılmış: moda, sanat ve sanatçılar. İsterseniz önce moda kavramıyla başlayalım. İlgili bölümde tanınmış modacıları, modanın nasıl oluştuğunu ve sizin açınızdan anlamı üzerine harika yazılarınız var. Sizin için moda ne ifade ediyor?
Herkesin hayatı farklı yorumlaması gibi moda da, onları yaratan markalar ve onları benimseyip giyen kişiler tarafından farklı yorumlanabilen bir olgu. Bu sayede, aynen insan ve topluluklarda olduğu gibi, kendi içinde kimlik, duruş ve stiller ortaya çıkıyor. Yani modayı hayattan gerçek bir parça olarak görüyorum. Bu şekilde yaşadığımız çağı da yorumlayabileceğimize inanıyorum. Bugün moda, evimizdeki yatak takımından, bornoza, kıyafetten içtiğimiz kahve fincanına kadar, giydiğimiz elbiseden kullandığımız arabalara kadar her noktada var. Yani bizimle beraber, onu yorumladığımız, kurguladığımız ya da tanımladığımız kadar…
Marcel Duchamp’ın 1917’de sergilediği Pisuar (Çeşme) Dada akımının öncüsü olarak çok dikkat çekmişti. Eserlerini absürt bulunlar da var. Ancak sanatın ve sanatçının yaratıcılığı göz ardı ediliyor sanki. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Kavramsal sanatın babası olarak Marcel Duchamp, Dada sanatının önemli isimlerinden. 1917’de sergilediği Çeşme (Pisuar) adlı işi, sanatı tüm görsel estetik kurallarından uzaklaştırmış, sanatta gelenekten kesin kopuşa yol açmış, neyin sanat sayılabileceğini tartışmaya açmıştı.
Duchamp sanatta hazır nesne (ready made) kavramını getirdi. Bu görüş sanatta bir çığır açmış oluyordu. Duchamp’ın bu kışkırtıcı buluşundan önce, sanat, insan yapımı, genelde estetik değerlere sahip, teknik ve düşünsel açılardan değerli, çerçevelenip duvara asılan veya bir kaide üzerinde sergilenen bir şeydi. Duchamp, bir sanatçının yapıtını tasarlarken kavramların önce gelmesi gerektiğini söylüyordu. İddiasını bir pisuarla gerçekleştirerek sanata bakışımızı sorgulamış oldu. Sanat artık salt resimler ve heykeller olarak görülmeyecekti, sanatçı nasıl görülmesine karar verdiyse o şekilde görülecekti. Sanat artık güzellikle ilgili bir şey olmak durumunda değildi, sanat fikirle ilgili olacaktı ve bu fikirler artık sanatçı hangi aracı seçerse o şekilde ifade edilebilecekti.
Nesnenin doğrudan öne çıkması yeni bir sanat akımı olarak görüldü. Nesne-sanat ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz?
Herkes, bir insanın biraz yeteneği ve teknik bilgisi varsa, renk körü de değilse ressam olmanın kolay bir şey olduğunu düşünür. Teknik edinilebilen, biraz zaman ve pratikle öğrenilen bir şey. Peki ya gerisi? Sanatçının asıl önemi nereden geliyor? Sanatçının gücü yarattığı eserle ortaya çıkar. Bu bağlamda Pop Sanat akımının en önemli temsilcilerinden Andy Warhol öne çıkıyor. Seri üretim nesnelerini sıklıkla kullandığı, çoğunlukla resimlerini afiş teknikleriyle çoğalttığı işleri, çağın toplumsal olaylarına bir tepkiydi.
Reklamlarda sıklıkla görünen Coca Cola, deterjan ve Cambell’s çorba konserveleri gibi tüketim malzemelerini tuvallerine taşırken bu imgeler üzerinden nesnelerin arkasındaki arzuyu da öne çıkarmış oluyor, arzuyu nesnenin içine yerleştirmiş oluyordu.
Warhol’un eserleri bu noktada önem kazanıyordu. O öykü anlatmıyordu. Tuvalleri kurgudan arındırılmış, bir tek nesneye indirgenmişti. Andy Warhol, çok az insanın düşündüğü bir şeyi gerçekleştirmişti. Gündelik hayatta kullandığımız nesneleri tuvaline taşımakla bu nesneleri değersizleştirirken, diğer yandan tüketim toplumunu da sorgulamış oluyordu.
Kitabınızın (52 – 57) içinde kültür taşıyıcısı olarak ‘ev’ imgesi karşımıza çıkıyor. Edebiyat ve sanatta bu imge nasıl kullanılıyor?
‘Ev’ herkes için farklı bir şeyin temsildir. İçinde doğduğumuz, büyüyüp şekillendiğimiz ev, yeryüzünden silinse bile belleğimizdeki imgesini korumaya devam eder. Kişi kendini konumlandırırken, kendini ve tüm eylemlerini bu mekânın içine yerleştirir. Çocukluk evlerimiz, kendimizi içinde hatırlayacağımız ilk mekân olarak anılarımızın içine yerleşir, kimliğimiz yeşerip orada şekillenir. Bu nedenle evlerimiz, benliğimizi kavradığımız bir mekâna dönüşür.
Mimaride fonksiyonel bir yapı olarak ele alınan ‘ev’ sanatta barınma ve korunma işlevinin ötesine geçerek birden çok anlamın iç içe geçtiği bir yaratım nesnesine dönüşür.
Donald Rodney, In the House of My Father (Babamın Evinde 1996-1997) adlı çalışmasında yaşamının sıkıntılı bir dönemini ev imgesi üzerinden metaforlaştırarak anlatır.
Edebiyatta bireyin kendini keşfetme yolculuğunda ev, bireyin tüm varlığıyla, bedeni ve duygularıyla içine yerleştiği bir mekân olarak karşımıza çıkar. Ev imgesi edebiyatta kişinin iç dünyasının bir yansımasıdır. Bu bağlamda 2022’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Annie Ernaux ayrıcalıklı bir yazar olarak önem kazanır. Romanlarında özyaşam öyküsünü yazı metnine taşımakla anlatılarında kendini görünür kılar. Dolayısıyla yaşadığı ev ortamını duygusal dürüstlükle kendi yaşam öyküsü üzerinden okunur kılar.
Kitabınız kültürel anlamda öylesine zengin ki sürekli okumak isteği yaratıyor. Sözgelimi 62. sayfasında Van Gogh’un bir köylünün ayakkabıları resmi çok ilginçtir. Kişisel olarak benim de çok beğendiğim bir tablo. Sözgelimi emek, yoksulluk, köy yaşamı… Okurlarımız bilgilendirmek amacıyla nesne-insan-sanat üçlüsünü üzerine neler söylemek istersiniz?
İnsanlık, çağlar boyunca nesnelerle çevrilmiş bir dünyada yaşadı. Bu süreçte kendi varlığını, etrafını saran bu nesnelerle anlamlandırmaya çalıştı. Yalnız felsefe değil sanat da insanın nesne ile kurduğu ilişki üzerine çeşitli yanıtlar vermeye çalışır. Bu yönde yapılan eserler, nesne ile ilişkiye girmemizi, çevremizdeki nesneler üzerinden bizimle iletişime geçmeyi hedefler.
Van Gogh’un (1853-1890) birçok çalışması nesne olarak ayakkabı üzerinedir. Resmedilen köylü ayakkabıları hem onu giyen ve eskiten köylünün oto-portresidir hem de yıpranmış botların resmidir. Adeta bu yıpranmış ayakkabılar onu giyen köylü ile özdeşleşmiştir. Van Gogh’un çiftçi ayakkabılarına baktığımızda, sanatçının araç olan ayakkabıyı sanat nesnesine dönüştürmesi, bir köylünün hayatına dair izlenimleri düşünmemize neden olmaktadır. Diğer bir deyişle, sanatçı ayakkabılardan ziyade köylü yaşamını anlatmaktadır.
Tarihsel kayıtlarda Kybele (Ana Tanrıça) olarak yer almaktadır. Bu görkemli figür üremeyi, değişimi ve bereketi çağrıştırır. Kadının önemi böyleyken onu sanatla bütünleştirmek isteği, özellikle resim ve heykel sanatlarında yer almaktadır. Kitabınızda bir alıntı var. “Ana Tanrıça/Kybel’ler, tanrıçaların anası değil, tanrıça analarıdır. (s.78-79)” Bu konuyu biraz açar mısınız?
Sanat eserlerine tarihsel süreç içinde baktığımızda kadın figürünün sıklıkla kullanıldığını görürüz. Kadını ifade biçimlerinden Ana Tanrıça figürü olarak üremeyi, dişiliği, analığı, bereketi, hayatın devamlılığını simgeleyen Kybele, kültü, bu kültün önemini anlamamamız açısından aydınlatıcıdır. Ancak bu tür Ana Tanrıça heykelciklerinin bu külte tapınmanın bir kanıtı olup olmadığı halen tartışılan önemli bir noktadır. Erkeğin doğumdaki rolünün henüz keşfedilmemiş olduğu, kadının doğurganlığından dolayı bu heykelciklerin kutsal anlamda öne çıktıkları düşünülmektedir. Muska olarak, çocukları eğitmek için oyuncak olarak veya ölüleri anmak için yapılmış oldukları gibi farklı yorumlar da öne sürülmüştür. Bugün her ne şekilde yorumlanırsa yorumlansın inanç ve anlam açısından bir işlev taşımış oldukları açıktır.
Bu güzel sohbet için teşekkür ederim.
Ben de teşekkür ederim. Bu vesile ile Şalom okurlarına sevgilerimi yolluyorum.