Ödüllü İspanyol yazar Juan Mayorga, felsefe ve matematik eğitimi almış, doktora tezini, bütün oyunlarını etkilediğini söylediği Walter Benjamin’in felsefi düşünceleri üzerine yapmış. Yapıtlarında toplumsal, felsefi, sanatsal olayların içsel bağlantılarına odaklanan Mayorga, insanî etkileşimlerin hemen altında pusuda yatan insaniyetsizliğin ve gaddarlığın titreşimlerini hissettiren, çocuk tacizi, siyasal riyakârlık, yaygınlaşan ırkçılık, fukaralık gibi karanlık konulara yönelen tiyatrosunu ‘sismograf’ olarak adlandırıyor.
İmmanuel Kant’ın 1795’te yayınlanmasına karşın günümüzde bile ütopik kalmış felsefî, siyasi ve toplumsal ‘Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme’sinden özgürce esinlendiği ünlü oyunu ‘La Paz Perpetua / Ebedi Barış’, Türkiye’de ilk kez 2017’de Canan Şahin‘in çevirisi ve Yunus Emre Bozdoğan’ın rejisiyle Entropi Sahne’de sahnelenmişti. Bozdoğan, oyunu bu kez İDT için farklı bir yorumla sahneliyor.
Bir kafeste uyuyan üç uyuşturulmuş köpek uyandıklarında terörle mücadele birimi için sadece birinin seçileceği yarışmanın final turunda olduklarını, seçilen köpeğin değerli beyaz tasmaya hak kazanırken, bir işe sahip olacağını öğrenirler.
Azılı, dürtüsel, yüzde 40 Boxer, yüzde 30 Rottweiler, yüzde 15 Pitbull, yüzde 15 Masti karışımı laboratuvar köpeği JonJon (F.Doruk Nalbantoğlu) savaş için üretilmiş bir varlıktır. İnsan bağımlısıdır; insan ne derse düşünmeden, sorgulamadan kabul eder. Adını mitolojik İskandinav tanrısından alan Odin (Murat Yatman), olağanüstü koku alan bir Rottweiler’dir. Tahrik ve hiddeti de temsil eden zafer ve av tanrısı Odin gibi hırslı ve öfkelidir. Kant hayranı sahibinden adını ve felsefî bilincini alan Alman Çoban Köpeği İmmanuel’se (Alp Ünsal) üst düzeyde zekidir. Sınavı, emekliliği gelmiş deneyimli ve kıdemli Labrador Cassius (Emin Gürsoy) yönetir; yarışmaya oyun boyunca sesiz kalan, ancak final repliklerini söyleyecek olan İnsan Varlığı (Fatih Topçuooğlu) eşlik eder.
Sistemle terörizmin ilişkilerini irdelerken Tanrı kavramından Kant felsefesine, içgüdüsel hayvansal vahşetten bilinçli insanî gaddarlığa pek çok temaya açılan oyunun ayrıntılarını açıklayarak tadını kaçırmayacağım. Ancak, İnsan Varlığı’nın kışkırtması sonucu, inançları için öldürenlerin, finalde inançları için ölenleri katledeceklerinden söz edebilirim.
Bir oyunun farklı sahnelemelerini karşılaştırmayı hiç sevmem. Ancak aynı yönetmenin 7 yıl önce çok beğendiğim, büyük bölümü belleğimde taptaze kalmış yorumuna yeni bakışını irdelemeyi gerekli buluyorum. Yeni yorumun sahne, giysi, ışık tasarımlarıyla müziği çok başarılı ama, Entropi’nin alçakgönüllü oyun mekânındaki tekinsizliği hissettirdiklerini söyleyemem. 2017 yorumunda köpek içgüdüleri, köpek duruşları, hırlamaları, kavgaları, köpeksi davranışlarına karşın, konuşabilen, içinde düşünen insan öğeleri barındıran karakterleri müthiş başarılı bulmuş, her köpeğin bireysel karakterinin, insanlaşmış Labradorla yarışmacılarla arasındaki farkın, küçük ayrıntılarla çizilmesinden çok etkilenmiştim. Bu kez beden dillerini daha az köpek, daha fazla insan bulduğumu, bundan pek de keyif almadığımı belirteyim. Keyif alamadığım diğer bir öğe de, duygu ve heyecanların seyirciye duyumsatılarak değil bağırıp çağırarak aktarılma çabasıydı.
Ama en kötüsü yeni yorumun İnsan Varlığı’na bakışıydı. Özgün metninde Mayorga, “ser umana / insan varlığı” olarak tasarladığı karakteri kadın oyuncu için yazmıştı. 2017’de İnsan Varlığı’nı, hepsi erkek olan karakterlere karşın cinsiyetsizliğiyle, mesafeleri korumasıyla, kafasını giysisine dayayan köpeğin tüylerini silkeleyişiyle, siyasal ve toplumsal ahlaksızlığı simgeleyen olağanüstü bir Rüçhan Çalışkur üstlenmişti. Erkek takım elbisesi içinde aseksüel duruşuyla hiç konuşmayan Çalışkur’un finalde buz gibi bir sesle söylediği tirat fiilen tokat gibi çarpıyordu. Bu kez bir gardiyana dönüştürülen insanın finalde şık takımını giyerek söylediği tirat müthiş etkisiz kalmış.
Sonuç olarak ‘Ebedi Barış’ hiç izlememiş olanların müthiş sağlam metni için kaçırmamaları gereken, benim gibi izleyip çok sevmiş olanlarınsa beklentilerini karşılamayan bir çalışma.
‘Işıltılı Haşerat’
İDT, Philip Ridley’in 2015’te yazdığı ‘Radiant Vermin / Işıltılı Haşerat’ oyununu Emre Basalak’ın yorumuyla sahneliyor.
1964 doğumlu Philip Ridley resim eğitimi almış, Avrupa ve Japonya’da sergilenmiş, resim, fotoğraf, edebiyat, sinema, tiyatro gibi çeşitli sanat dallarıyla, uğraşmış çok yönlü bir sanatçı.
Öyküler, romanlar, çocuk ve gençlere yönelik oyunlar yazmış, bir kısa ve üç uzun metraj film çekmiş.
Büyükler için kaleme aldığı oyunlarıyla 1990 sonrasının en önemli İngiliz yazarlarından biri olarak görülen oyunları seyirciler ve eleştirmenlerce büyük ilgi ve beğeniyle karşılanan, ‘Kürklü Merkür’, ‘Korku Tüneli’, ‘Kâinatın en Hızlı Saati’, ‘Cam Yapraklar’, ‘Uğrak Yeri’ oyunlarını izlemiş İstanbul seyircisinin yabancısı değil.
Ridley’in reel ile sürreel, gerçek ile karabasan arasında bir sırat köprüsünde geçen eleştirel ve anarşist tiyatrosu, kimi zaman açık seçik, kimi zaman gizli bir mizah dozu içerir. Genç bir çiftin, hayallerindeki evi elde etmek için ödemeleri gereken bedel üzerinden konut krizini ve tüketim çılgınlığını ironik bir bakış açısıyla ele alan, vahşi kapitalizm alegorisi ‘Işıltılı Haşerat’ karanlık, kapkaranlık, müthiş de komik bir güldürü.
‘in-yer face / yüzüne tiyatro’ akımı içinde yazmaya başlayan, metinlerine oyuncuyla seyirciyi birebir ilişkilendiren interaktif bir boyut katan Ridley’in ‘Işıltılı Haşerat’ı genç bir çiftin, Ollie ve Jill’in izleyicilere rüya evlerini nasıl elde ettiklerini anlatma çabasıyla başlar.
Hayli zor şartlar altında yaşayan, üstelik bebek bekleyen genç çifte, güçlü, her şeyi bilen gizemli bir kadın, Bayan Dee Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında seçildiklerini bildirir. Hiçbir bedel ödemeden, ileride çok değerlenmesi beklenen bir semtte, suyu elektriği olmayan, ham bir evin sahibi olurlar. Tek yapmaları gereken, evi yaşanır bir hâle getirmektir.
Ollie zorlu bir çaba isteyen bu işe giriştiğinde, taşındıkları evin ‘evsizler’ tarafından sık sık ziyaret edilen bir yer olduğunu fark eder. Kazara bir evsizin ölümüne sebep olduğundaysa, evin mutfağı mucizevi şekilde yenilenir.
Korkunç kaza tabii ki bu “iyi insanları” fazlasıyla tedirgin eder, inançlı bir Hıristiyan olarak yetişen Jill (Zeynep Mataracı Bektaş), samimiyetle yersiz yurtsuzlara nasıl destek olduğunu izleyicilere anlatmaya başlar. Giderek evsiz karşıtı tüm klasik önyargıların sıralamasına dönüşen monoloğunun sonundaysa, kusursuz bir mutfağın işe yaramaz bir insanın hayatından daha önemli olduğu ‘bilincine’ ulaşır. Daha iyi, daha rahat, daha güzel bir yaşam artık ulaşılmaz değildir; Ollie’nin (Tunca Soysal) aşırı çaba göstermesi bile gerekmez; zayıf ve müdafaasız olan her bir ‘haşere’ kolaylıkla, bir şamdan darbesiyle saf dışı edilebilir. Üstelik kim nerede öldüyse her cinayet sonrasında evin o odası yenileniverir…
Emre Basalak, dekor ve kostüm tasarımını Nur Sinem Mete’nin, ışık tasarımını Serhat Akın’ın üstlendiği “rüya ev”i iyice soyutlayarak öyküyü, ön oyunun ilk repliklerden itibaren aralarındaki pozitif elektriğin izleyicilere de yansıdığı oyuncularına emanet etmiş. Metnin interaktif tadını öne çıkaran, hikâye anlatıcılığıyla fiziksel tiyatroyu harmanlayan Zeynep Mataracı Bektaş ile Tunca Soysal çok başarılı bir ikili oluşturmuş. Olayları tetikleyen Bayan Dee’nin tokat gibi final repliğiyle izleyicilerin yüzüne Ollie ve Jill’den farklı olmadıklarını vurması çok etkileyici. Baştan çıkarıcı, ikna edici üst düzey kadın yönetici görünümlü, ruhlarını kolayca satabilecekleri dişi Mefistofeles / Bayan Dee olarak Ecesu Sevindik müthiş.
Çoğu sahnelemede üç oyuncuyla sınırlanan kadroya, önce evsiz kurbanları, finale doğru da doğum günü partisinin tüm karakterlerini canlandıran Zeynep Sönmez, Ali Ertekin, Nuri Cabaroğlu ve Seyithan Tokkarabudak’ın katılması yoruma görsel işitsel bir derinlik katmış.
Aykırı, ayrıksı ve hınzır bir çağcıl yazara hak ettiği çok parlak bir yorum. 26, 27, 28, 29 Aralık, 2, 3, 4, 5 Ocak Garibaldi ve sezon boyunca İstanbul sahnelerinde. Mutlaka izlenmeli.