Baharatçı Moşe'nin suçu neydi?

Canan NACAR Dünya
25 Aralık 2024 Çarşamba

29 Kasım 1947’de Birleşmiş Milletler, Filistin’i Yahudi ve Arap devletleri olarak ikiye bölme planını kabul etti. Yahudiler için bu karar, binlerce yıllık sürgün hayatından sonra bir ulusun yeniden doğuşunu simgeliyordu. Ancak aynı karar, Arap dünyasında büyük bir öfkeye yol açtı ve bu öfke, hiçbir alakası olmayan bir adresi vurdu: Yüzyıllardır Fas’tan Yemen’e kadar barış içinde, huzurla yaşayan Yahudi toplulukları…

İsrail Devleti’nin 1948’de kurulmasıyla, Arap ülkelerindeki Yahudiler bir anda istenmeyen kişiler ilan edildi. Ama asıl soru şuydu: Filistin sınırları çizilirken, Yemen’in Sana şehrindeki baharatçı Moşe’nin, Fas’taki halıcı David’in, Mısır’daki marangoz Eliyahu’nun ya da Bağdat’taki kuyumcu Yosef’in suçu neydi? Tabi ki Yahudi olmak …. Hepsi bir gecede ‘yabancı ve hain’ ilan edildi ve Yahudiler artık yurtlarında güvende değildi…

850 bin civarında Yahudi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki evlerinden atıldı. Binlerce yıllık köklerinden koparılan bu insanlar, geride sadece eşyalarını değil, anılarını, kültürlerini ve tarihlerini de bırakmak zorunda kaldı. Yemen’den Irak’a, Mısır’dan Fas’a kadar her Yahudi topluluğu aynı cümleyle yüzleşti: “Artık burada istenmiyorsunuz...”

Ne gariptir ki; bu cümlenin devamı bir türlü gelmiyordu. Yahudiler nereye gidecekti? “Git” diyenler, ne bir harita verdi, ne de yön gösterdi.  Kimse onlara “Bak şurada belki sizi isteyen olur,” demedi. Ve böylece, Yahudiler kendilerini, istenmeyenlerin labirentinde yapayalnız buldu.

Pasaportları geçersiz ilan edilmişti. Vize başvurularına karşılık, birer tebessümle, “Maalesef” deniyordu. “Biz sizi kabul edemeyiz” cümlesi, Yahudilerin hikayesinin arka plan müziği gibi çalmaya başlamıştı. Fas’taki halıcıdan Yemen’deki baharatçıya kadar herkes, çaresizdi. Vize kapılarında nöbet bekleyen insanların umutları, yalnızca saatlerle değil, günlerle eriyordu... “Bir yere kabul edilsem…” cümlesi dudaklardan düşmüyordu, ama karşılığında yalnızca tek kelime duyuluyordu; “maalesef”…

Arap hükümetleri, ısrarla “Buradan gidin!” diyor; ama başka ülkeler, “Biz sizi alamayız” diyordu. Yahudiler, iki ucu keskin bir bıçağın üzerinde yürüyor, her kapı yüzlerine kapanıyordu. Gidecek hiçbir yer yoktu. Hatta bazı Yahudiler, çareyi sınırda kalmakta buldu; çünkü bir adım ileriye gitmek imkansız, bir adım geri dönmekse zaten ölüm demekti…

Çaresiz Yahudiler, kaderlerini küçük bohçalara sığdırarak yola çıktı. Ancak o bohçalar, bir halkın tarihini, köklerini ve anılarını taşımaya yetmedi. Yemen’in kavurucu çöl rüzgarlarında yürüyenler, her adımda bir parça geçmişlerini geride bırakıyordu. Sırtlarında yük değil, asırlık bir halkın hikayesini taşıyorlardı. Irak’tan ayrılanlar, Tigris Nehri’nin sularına yalnızca ayak izlerini değil, bir daha dönmeyeceklerini bildikleri anılarını da bırakıyordu. Mısır’dan kaçan Yahudiler ise Nil’in dingin akışına bakarken, bu kutsal nehrin artık onlara ait olmadığını hissediyordu. Her vedada, her yolda, geride bırakılan sadece taş duvarlı evler değil, bir halkın kökleriydi.

Arap hükümetleri, Yahudilere gidin ama “Hiçbir şey almadan gidin!” dedi. Bu sadece bir emir değil, bir halkın kimliğini yok etme girişimiydi. Terk edilen evler yağmalandı; sandıklarda saklanan aile yadigarı şamdanlar, eski bakır tencereler, nesiller boyu korunan Tora tomarları yabancı ellerde kayboldu. Sinagogların kapıları kırıldı, kutsal yazmalar yerlere saçıldı, mabet duvarları tahrip edildi. Hatta mezar taşları bile yerlerinden sökülüp inşaat malzemesi olarak kullanıldı. Bir halkın geçmişi, bu topraklarda taş üstünde taş bırakılmamacasına silinmek istendi.

Irak’taki Yahudilerin kuyumcu dükkânları darmadağın edildi; altınlar ve mücevherler sokaklarda el değiştirirken, sahipleri çoktan yollara düşmüştü. Mısır’da, mezarlıklar talan, eski mezar taşları lime lime edildi. Libya’da, Yahudilere ait evlerin kapıları zorla açıldı; geçmişin kokusunu taşıyan halılar, işlemeli bakır eşyalar, fotoğraf albümleri yok edildi. Yemen’de sinagoglar, duaların değil, sessizliğin yankılandığı harabelere dönüştü.

Yola çıkanlar, yalnızca fiziksel bir yer değiştirme değil, bir halkın tarihinden kopuşunu yaşadı. Her biri, bilinmeze doğru adım atarken, kimisi sınır kapılarında, kimisi ise gemilerde ya da yollarda hayatını kaybetti. Ailelerinden geriye yalnızca hatıralar kaldı. Mezarlarını, evlerini, yıllardır yaktıkları şamdanları bırakırken, akıllarında tek bir soru vardı: “Neden?”

Bazıları, umutlarının tükenmek üzere olduğu bir anda İsrail’e ulaşmayı başardı. Bu, hikayenin sonu değil, yeni bir mücadelenin başlangıcıydı. Çadır kentlerde filizlenen yeni yaşam, kolay değildi. Kaybettikleri evlerin yerini teneke çatılar aldı, eski hayatlarının sıcaklığı yerini soğuk gecelere bıraktı. Ama bu halk, tarihin onlara dayattığı tüm zorluklara rağmen direndi.

Avrupa’ya ve Amerika’ya göç edenler ise farklı zorluklarla yüzleşti. Yabancı bir dil, yabancı bir kültür ve geçmişin ağırlığıyla hayatta kalmaya çalıştılar. Ancak Yahudiler, geçmişlerinden aldıkları güçle her zaman olduğu gibi, yeniden küllerinden doğmayı başardı. Yeni kökler saldılar. İnançları, onları ayakta tutan bir köprü oldu.

Dünyanın dört bir yanında bilim, sanat, ticaret ve teknolojide iz bırakan başarılara imza attılar. Zorlukların küllerinden yükselen bu halk, karanlığı aydınlatmayı başardı.

Peki ya onları kovanlar? Arap dünyası, yalnızca bir halkı değil, onun getirdiği zenginliği, kültürü ve üretkenliği de kaybetti. Sinagogların ışığı, çarşıların canlılığı ve Yahudi topluluklarının katkıları yok oldu. Geride ise derin bir sessizlik ve telafisi zor bir boşluk kaldı. Bugün, Yahudiler küresel ölçekte yeni başarılar yaratırken, Arap coğrafyası geçmişin mirasını tüketmenin bedelini ödemekle uğraşıyor.

Tarih bir kez daha öğretti: Bir halkı köklerinden kopardığınızda, yalnızca onları değil, kendi geleceğinizi de yok edersiniz. İstenmeyen Yahudiler, yaşadıkları tüm acılara rağmen küresel sahnede yükselmeye ve dünyaya ışık saçmaya devam ediyor.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün