Suriye´de 3 gün... “Gerçeğin ta kendisi, kuşkusuz herkesin gerçeği değil”
Sabahın erken saatlerinde Kilis-Öncüpınar Kapısından geçerek Suriye sınırından girdim. Tahminimin ötesinde bir kuru soğuk vardı.Önce Türk sınırında kontrollerden geçtim. Uzun aralıklı iki koridoru geçmek için birinde minibüse bindim, diğerinde yürüdüm. Türkiye sınırında az sayıda, dönüş için eşyalarıyla yola çıkmaya hazır Suriyeli vardı.
Suriye’ye giriş
Umudun koridoru olmadığını düşündüğüm uzun aralıktan geçince, Suriye topraklarında belirdim. Babülselam Sınır kapısındaki görevliler, Türk olduğumu öğrenenince neredeyse kimliğime bile bakmadı. Henüz güvenlik ve devlet algısının oturmadığı Suriye’de “iyi niyete” emanetsiniz… Pasaportumu hiç kullanmadım. Kimlikle gidip geldim. Elbette Türkiye devletinden izin almadan gitme şansınız henüz yok.
500 metrelik koridorun ardından vardığım Suriye ise her haliyle Türkiye ile alakası olmayan bambaşka bir dünya. Arada yaklaşık 500 metrenin olduğu bir sınır, insanın dünyasını bu kadar değiştirir mi? Bu kadar hoyrat bir yaşamı yanı başımıza koyabilir mi?
Sınırdan, bir film setine geçmiş kadar şaşkındım. Kılık kıyafet, toz toprak, vasıta bulamayanların yol kenarında bekleyişleri, gideceği yere kadar bırakılmak istenen kalabalıklar…
Toz toprak arasında kalan şehrin sadece farklı renklerdeki cami kubbesi dikkatimi çekti. Tüm renkler, kendisini insanların ve yaşamın üzerinden çekmiş sadece camii kubbesi olarak kalakalmış gibiydi. Kırmızı, mavi, altın rengi cami kubbeleri gördüm. Mimarileri bizim bildiğimiz usulden çok farklı.
El Aziz, sınıra en yakın köy. Bazı yerleri yıkık dökük. Yaşam denirse orada da bir hayat var, çocuklar var. Hatta okula giden çocuklar vardı. İmkansızlıkların merkezi gibi bir yerleşim. Fakirlik diz boyu.
Oradan 20 dakikalık mesafede El-Bab’a ulaştım. Türkiye’nin izlerinin açıkça görüldüğü kasaba havasında bir şehir. Türkçe tabelalar var. Turkcell ve birkaç Türk markası var. Zaten El-Bab’ın her yerinde TL geçiyor.
El Bab’da Türk olduğumu anlayan birçok insan yanıma geldi. Türkiye’nin bayrağını, insanını, varlığını orada hissetmek kuzeybatı Suriye halkı için çok büyük güvence. Bunu oraya gitmeden, insanlarla konuşmadan anlamak mümkün değil.
El Bab’da ‘Sturbacks’ yazan küçük bir tabela görünce dayanamadım, girdim. Tabii ki orijinali değildi. Orada çalışan Hamud Türkçe biliyordu. Yedi sene Türkiye’de kalmış, altı ay önce El Bab’a dönmüş. Savaşın bitmesinden memnun, kayıp geleceğini bulmaya Suriye’ye dönmüş.
El Bab’ın ardından hızlıca Halep’e geçtim. Yol üzerinde gördüğüm baraka gibi sığınmacı evleri, sığınmacı çadırları ve yerle bir evler, yıkılan siteler, yaşamlar; 13 yıllık savaşın görünür sonuçları Halep’in girişinde duruyor. Özellikle Halep’in girişindeki bazı bölgeler tamamen yıkılmış.
Halep
Halep’in merkezine ulaşınca, seyyar satıcılardan ve kurulan seyyar pazarın kaosundan başka bir şeyi görmek neredeyse imkansız. Satıcıların birbirine karışan mikrofon sesleri, kendi iç sesimi bile bastırıyordu… Meydana girmiyorsunuz sanki meydana savruluyorsunuz. Kendinizi orada bulmak ile oraya ulaşmak arasındaki farkı şıp diye anladığım yer Halep oldu…
Kimi yerde ikinci belki de üçüncü el kıyafetler, ayakkabılar satılıyor. Sahipleri belki oralardan başka ülkelere, belki de başka dünyaya göçmüştür. Ama öyle tezgahlarda değil, yerle temas eden bir örtünün üzerinde size gelecek sunuluyor.
O bilinmezlikte, eğer bir Suriyeli iseniz, bunu sorgulama şansınızın olduğunu sanmıyorum. Çünkü bir yerinize kurşun ya da roket isabet etmediyse bile hiperenflasyonun altında ezildiğiniz kesindir.
Meydanda konuştuğum birçok kişinin kafası karışık ve ruh halleri yorgundu. 13 yıllık savaş; insanları, tüm ülkeyi yormakla kalmamış tüm güzelim Halep’in içinden geçmiş. Halep’in meydana yakın bölgesi ve girişinde Esad kuvvetleri ve Muhalifler yıllarca meydan muharebesi gibi çatıştı. Fakat ilginç olan tüm bu mücadele sürerken Halep’in bazı bölgelerinin adeta saç teline bile dokunulmamış. Örneğin Ermenilerin yaşadığı, Hristiyanların yoğunlukta olduğu üç mahalleye nerdeyse tek kurşun isabet etmemiş.
Ne Esad güçleri ne de Muhalifler cephesinden. Hristiyanlar bir şekilde tarafsız kalmayı başardığından mı yoksa onların can güvenliğine dokunmak uluslararası başka handikaplara yol açacağından mı bilinmez ancak binaları sapasağlam duruyordu.
Fakat elbette acıklı olan, yüzde 10 civarı olan Hristiyan nüfusun nerdeyse yarısı Suriye’yi terk etmiş. Bu arada canlarına zarar gelmese de, ekonomiye verilen zarar onları da işinden gücünden etmiş. Yani Suriye’de savaşın dokunmadığı kimse kalmamış.
Halep’te elektrik, su ve internet çok ciddi bir sorun. Gündüz vakti kafe bulsanız tuvaletini kullanamazsınız, tuvaletini kullansanız mutlaka su bulmanız lazım. Elektrik olsa sürekli kesiliyor. Kendi internet ve telefonum Halep’te çekmedi. Başka bir yerde wifi’ye bağlansanız Türkiye’ye resim video bile kalitesini düşürerek zar zor gönderebildim.
Ermenilerin olduğu bölgelerde İstanbul’dan daha fazla Noel süslemesi ve süslü çam ağaçları vardı. Tanıştığım bir rahip beni akşam üstü ayinine davet etti. Açıkçası İstanbul’da bile en modern sayabileceğim semtler dahil böyle apaçık bir Hristiyan cümbüşü görmedim. Sanki bizim Hristiyan ve Yahudi vatandaşlarımız utana sıkıla yaşatıyor geleneklerini, çekiniyor. Suriye’deki tabloya göre bunu söylüyorum.
Gelecek…
Suriye’de savaşın getirdiklerinden yorulmayan yok. Hangi dinden, kökenden olursa olsun herkes yorulmuş. Ve açıkçası bir sonuca ulaştıkları için mutlu.
Bölgedeki Ermeniler daha gerçekçi ve gözlemlerini ince eleyip sık dokuyor. Örneğin Colani’nin şimdiye kadar Hristiyanları rahatsız edecek bir söylemi olmadığını ama sonrasını henüz bilmediklerini söylüyor. Müslümanlar ise biraz daha hayalperest çünkü savaşta muhaliflerin tarafında olan kesimler en fazla yara alanlardan. O vesile toparlanmanın hızla olacağını umuyorlar.
Türkiye’den beklentileri açıkça “abi gibi Suriye’nin elinden tutması” söylemleri aynen bu şekilde. Suriyeliler, Türkiye’ye çok güveniyor, çok seviyorlar.
Peki biz güveniyor muyuz?
‘Abiler, kardeşlerine’ güvenir mi yoksa önlemini alır mı? Bilemem ama ‘abiliğin’ daha çok güven vermekle ilgili olduğunu söyleyebilirim.
Suriye’ye gelmeden önce birçok muhalif sesin söylediği soru benim de zihnimde yankılandı. “Türkiye’nin orada ne işi var?”
Bu soru artık; Amerikalıların meşhur sözü gibi “too little too late” kabilinden.
Çünkü Türkiye boğazına kadar Suriye’de. O vesile Türkiye etkisini artık mevcut tezlerden konuşamayız.
ÖSO’nun bölgeyi kesinlikle kontrol altına alamaması nedeniyle durumun sadece ÖSO’ya bırakılamayacak kadar önemli olduğu anlaşılıyor. Çeşitli şekillerle özellikle kuzeybatıda güvenliği ve istikrarı sağlayan Türkiye, hem daha fazla Suriyelinin, Türkiye’ye göç etmesini engelliyor, hem de bölgeyi YPG-PKK oluşumundan temizliyor. Barış Pınarı, Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı harekatlarıyla kuzeybatı bölgesini kontrol altına alıyor…
Yani aşağıda İsrail, yukarıda Türkiye var. Bu bir gerçek ve bana göre Türkiye ile İsrail’in arası 2025’de düzelmek zorunda. Çünkü ne Türkiye ne de İsrail; Suriye’de, terörün ya da cihatçıların eylemlerine ve güçlenmesine katlanamaz…
Halep’te hava kararırken eski şehri çekiyordum. Kalenin orası, bizim Sultanahmet bölgesi gibi diyebileceğimiz bir yer. Hatta Kapalı Çarşı’ya benzeyen yeri kısmen yıkılmış esnaf da tamamen içini boşaltıp kaçmış. Eski Halep tam bir Osmanlı kenti gibi.
Hava karardığında artık Halep sokaklarında çoğunluk sokakta olmak istemiyor. Haliyle ben de otele gittim. Kaldığım otelde jeneratör vardı. İnterneti çok zayıf ama en azından vardı. Fakat otel odasının kapısını kapadığımda bir şey fark ettim. Hani otellerde kapıyı kilitleriz ama bir de üstte zincirli ya da benzer kilitler olur. Dışarıdan kapınızın açılamayacağı. İşte o yoktu, sökülmüştü. Muhtemelen Esad döneminde yapılmış bu uygulama. Yani istedikleri zaman girilebilme ihtimali olan bir odada ne kadar iyi uyunursa ben de o kadar uyudum. Bu, illa bir şey olacak anlamına gelmiyor. Ama durum biraz Allah’a emanet diyebilirim. Polis ve güvenlik teşkilatı hızlıca kurulmadan Suriye’de kimse kendisini tam olarak güvende hissedemez.
İdlib
HTŞ’nin merkez üssü
Ertesi sabah erkenden İdlib ve köylerini gittim. İdlib, Suriye’nin en muhafazakâr şehri. HTŞ’nin de merkez üssü. HTŞ, İdlib’de yeşerip büyüdükten sonra Suriye içlerine inmeye başladı. Muhafazakar İdlib’de kadınların başı kapalı. Hatta anonslarımda, çevreden benim de başımı kapatmamı istediler. Ancak bunu sakin bir üslupla rica ettiler. Kadınlar buna rağmen tek başına ya da iki kadın çarşıda ve pazarda mevcut. İdlib’in merkezi yıkık dökük değil sadece mahalle aralarında tespit edilen bazı apartmanlar komple yerle bir edilmiş.
İdlib’in etrafında sığınmacı köyleri, barakalarıyla yüzbinlerce insan alelade şartlarda yaşamaya devam ediyor. Milyonlarca Suriyeli kendi ülkesinde de sığınmacı gibi yaşıyor.
İdlib ve Afrin arasında çok fazla zeytin ağacı var. Zeytinyağı çıkaran tesisler epey fazla. Kalan dalları ve çırpılarını ise ısınmak için kullanıyorlar. İdlib-Afrin yolu arasında bolca zeytin ağacının yanı sıra zeytin dalları taşıyan kamyonlar var. Bir de bolca patates kamyonu. Suriye’de bolca patates yetişiyor.
Afrin’e vardığımda Türk olduğumu görenler etrafıma toplandı. Kürtlerin yoğun olduğu bir yer. Muhafazakâr değil. Kadınlar ister açık ister kapalı gezebiliyor. Bolca küçük esnaf var. Ancak yeme içme işleri çok benlik değil. Açıkçası ben yanımda götürdüklerimi yedim. Çünkü bol yağlı ve hamurlu yiyecekler pek mideme uygun değil. Beğenmediğimden değil, birçok yağı sindiremediğimden.
Suriye’nin kuzeydoğusuna ise PKK-YPG çökmüş. Orada üç baraj var. Elektrik santrali var. Bu yüzden ne Halep, Şam ne de Suriye içlerine doğrudan elektrik gidiyor. HTŞ yönetimi YPG’yi muhtemelen Kuzey Irak’a ittirene kadar savaşacak. Hatta BM görevlileri YPG’nin geri çekilmesi için devreye girse de görüşmeler sonuç vermedi. YPG-PKK’nin bölgedeki hayalleri suya düşmüş gibi görünüyor.
Uğradığım Çobanköy Türkmenlerin yaşadığı bir köy. Cerablus’ta yine Türkiye ağırlığı var. Ayrıca PTT de, kuzeybatı bölgesinde olmayan bankaların yerine epey işlevsel. Suriye gerçekten gitmeden, televizyonlarda alelade sopalarla anlatılacak bir yer değil.
Öncelikle realite; Türkiye’nin o bölgede ne işi var diyenlere çok uzak. Ayrıca “sıra Türkiye’ye gelecek” diyen kimi komplocuların söylemlerinin, içinin bomboş olduğunu orada net görüyorsunuz.
Komploculara şunu hatırlatmak isterim. Türkiye’de, 12 Eylül darbesi yaşandıktan sonra askeri rejimle bile en iyi ilişikleri Washington kurmuştu, ardından da Moskova.
Avrupa, Türkiye ile diplomatik trafiği keserken, iki kutup da her koşulda Türkiye’de bir ‘istikrar rejimi’ olmasından yanaydı.
Ezcümle; Türkiye’de ekonomik krizler olabilir, biz siyasetten hiç memnun olmayabiliriz vs. ancak buradaki ‘istikrar rejiminden’ kimse vazgeçemez.