Hafta sonuna doğru bir konferans için Kilis Üniversitesine gitmiştim. Suriye sınırına çok yakın bir il. Arkadaşlar parmaklarıyla öteki tarafı gösterdi, yabancı bir diyar olarak göz mesafesindeydi. Vakit akşama dönerken uzaklardaki ışıklar da yandı. Demek ki günü olduğu kadar aynı geceyi de paylaşıyoruz. Arazi düz bir şekilde ilerliyor. Toprak ve zeytin ağaçları. Otlar ve insanlar. Sınırda olmak her zaman tuhaf bir duygu. Orası ve burası. Aslında tabiat için, hatta insanlar için devamlılık hem tabiatın kendi varlığında hem de insanların zihinlerde sürüyor. Sınıra kadar gelen toprak ve üstündeki zeytin ağaçları sınırdan sonra da aynı karakterde uzanıyor. İnsanlar, akrabalar orada ve burada diyor. Ancak bir hat, ayıran bir çizgi var yine de. Ekvator çizgisi gibi. Hayali ancak gerçekten daha gerçek. Mayınlı araziler, dikenli teller, güvenlik noktaları vs. O kadar gitmişken sınırda sıfır noktasını da görmek istedik. Sağ olsunlar kolaylık gösterdiler. Karşılıklı bayraklar dalgalanıyor. Bir tarafta bizim bayrak diğerinde Suriye’nin bayrağı. Hemen birkaç yüz metre ilerde bir caminin minaresi gözüküyor. Azez diyorlar. Minarenin mimarisi Anadolu değil. Aynı tabiatın üzerine ayrı bir kültür kendi damgasını vurmuş. Gerçi ayrı diyorum ama insan insandan ne kadar farklı olabilir ki? Minare işte. Şekil, estetik anlayış farklı, anlamı ve işaret ettiği yön aynı.
Hafif bir yağmur. Yerler parlıyor. Aradaki yol beton. Yer yer yağmur göllenmiş. Araçlar yavaşça ilerliyor. İnsanlar da öyle. Naylon denklere sarılmış yükler. Kalın giysilerin altında kaybolmuş insanlar. Yağmur ve soğuk. Sınırdan geçmeye çalışan, güvenlik noktalarında bekleyen insanlar. Bunlar dönen Suriyeliler. Yıllar önce gelirken telaş, korku ve umut vardı. Hemen sınırın yanına büyük kamplar oluşturulmuş. Şimdi boş. Terk edilmiş gibi. Yardım noktaları biraz daha geride. Hem devlet hem de sivil yardım kuruluşları lojistik merkezleri kurmuş. İnsan insanın elinden tutuyor. Ferahlatıcı bir duygu. Yine de ülken bombalanır, geleceğin çalınır, sevdiklerin, dostların, komşuların hayatlarını yitirirken insan teselliyi nasıl bulacak? Bu tür kolektif kaoslarda ipin koptuğu bir yer olmalı. Herkes için belki bir parça farklı, ayrı bir yerde duran, ancak muhakkak bir kopuş noktası. Kampın hüzünlü bir görüntüsü var. Şimdi geri dönüş içindeki Suriyeliler kendileri kalmamış olsa bile bu kampta kendilerine, kendi kaderlerine benzer hangi duyguların izini yakalar? Bu gri havada, bu yağmurda, bu terk edilmiş kampın iç acıtan ikliminde hangi suretler karşılarına çıkar?
İnsanlar görünmekten çekinen şeffaf gölgeler gibi denklerin altında yürüyor. Yüzlerinde endişe ve umut. Dönüş evet ama aynı yere, aynı tarihe, aynı duyguya dönebilecekler mi? Dönemeyecekler. Bunu biliyorlar. Kaldı ki kendileri, kendileri diyorum, o da artık yerli yerindeki bir kimlik değil. İnsan yaşadığı şartların toprağında dönüşüyor. Karşılaştıkları gerçekliğe nereye kadar katlanabilirler? İnsan işte, katlanmanın sınırı var zanneder, yaşarken anlar ki bir sınır yok. Adım adım acının, karanlığın, yıkımın içine yürürsün, her adımın öncesi baştan katlanamayacağın bir nokta gibi görünse de sonradan burası bile bir teselliye dönüşür. Daha kötüsünü görmedin düşüncesi meşum bir kehanet gibi insanın yürüyüşüne eşlik eder. Nereye kadar?
İnsanlar huzur istiyor, ekmek, iş, güven, sevdikleriyle birlikte yaşamak, komşularıyla, akrabalarıyla olağan hayatlar içinde olmak istiyor. Büyük arzular yok. Sıra dışı beklentiler yok. Bu insanların kimliği öyle olsa ya da böyle olsa ne fark eder. Arap, Kürt, Türk, Alevi, Sunni veya her neyse. Gördüğüm şu ağır ağır sınırdan Suriye’ye doğru geçmeye çalışan insanların aslında tek bir kimliği var: Büyük acılar yaşamış mülteciler. Yerlerinden yurtlarından edilmiş olanlar. Geçmiş bir yüke dönüşmüş, ancak altından çekilebilecekleri bir yük değil, kendi geçmişleri, dönüp dönüp yüzleşecekleri, aynı acıları tekrar tekrar yaşayacakları, şüphesiz kader çizgilerindeki inisiyatifleri üzerine de hiç kurtulamadıkları bir vicdan ağrısıyla artık hayatlarını sürdüreceklerini bildikleri bir geçmiş bu. Celladın olduğu yerde kurbanın çaresizliği mistik ve marazi sorgulamaların kapısını açar, insan olanlarda kendi payını arar. Akıl bir sarkaç gibi gider gelir. Sınırdaki insanların, aynı kaderi paylaşan içeridekilerin, başka yerlerde hayata tutunmaya çalışanların gerçekliği, somut, keskin bıçak gibi gerçeklikleri yağmur altındaki bu kırgın, hüzünlü görüntülerde. Başka bir gerçeklik yok. Birilerinin söylediği büyük sözlerin, zihinlerindeki güç ilişkilerine tekabül eden kelimelerin onların hayatlarında bir geçerliliği yok. Arkasındaki hesapları ince ve şeffaf bir şal gibi örttüğünü sahiplerinin göremediği bu fikirlerle, toprağın üstüne basan, soluk alan, acı çeken, umut arayan insanların gerçekliği arasında çok fazla mesafe var. Asıl sınır orada bana kalırsa, asıl yabancı diyar, bu insanlar için orada başlıyor.
Yeryüzündeki savaşların ardında fikirler var, güç ve iktidar arayışları var, strateji hesapları var, çıkarlar var… Peki insan? Her savaşta insan iki safa ayrılır. Mavi ve kırmızı saf. Fikirler, çıkarlar insanların arasına hayali hatlar çeker, kıyafetlerinden, ibadetlerinden, inançlarından, geleneklerinden, aidiyetlerinden dolayı hayatın ve ölümün safına seçilirler. Bir kere saf tutma başlayınca kimse sürekli aynı safta kalacağını bekleyemez. Bugün mavi olursun yarın kırmızı. Bugün kaçınılmaz olarak zalimin yanında yer alırsın yarın bir bakarsın sen de mazlumların kaderini yaşamaya başlamışsın. Yine de insanın gafil ve cahil bir yanı var ve bu yüzden yeryüzündeki hikâyesinde bu saf tutma işinin dramatik örneklerinden ders almaz.
Suriye sınırındaki mazlum insanlar tarihi bir ders gibi yürüyor, gri havanın solgunluğunda, her an bu muğlak sisin içinde kaybolacakmış gibi, olağan hayatlarını yaşayanlar için rahatsız edici görüntülermiş gibi, sınırın öte yakasında başka dünyanın çocukları gibi, sessizce. Suriye üzerine onca edilen sözün, silahın, ilişkinin, coşkunun, heyecanın, karanlık odalardaki hesapların neticesi işte bu insanlar. Bu coğrafya yaşadığı bunca acıdan, dersten, yıkımdan sonra aklını başına devşirir mi? Hayali sınırların gerçek hayatlar için tehdit doğuran potansiyelini görüp ellerini kardeşçe uzatabilir mi? Bu yaşanan acıların Cibran’ın coğrafyasında ne tür bir mutluluğun kardeşi olabileceğini biliyorlar mı? Şiirin, şarkının, rüyanın, belagatin hemhal olduğu bu topraklar, ömürleri içinde bir dem hayat sürecek fani insanlara hayali sınırları aşmak için bir çift kanat verebilir mi? Niçin olmasın? İnsan ümitvar olmak istiyor…