İtalyan Rivierası’nda bir düğün davetindeyiz. Harika bir akşamüstü. Aylardan eylül ama hala yaz. En az yüz senelik, iki katlı bir evin bahçesindeyiz. Ağaçlarla, çiçeklerle kaplı bu olağanüstü bahçe, saklı bir cennet. Evin arkasındaki küçük hatta neredeyse bakımsız avlunun derme çatma sayılabilecek ahşap kapısının böyle bir güzelliğe açılabileceği kimsenin aklıma gelmez. Ama işte, cennet, önümüzde serilmiş, gece boyunca ağırlayacağı misafirleri bekliyor. Ortada upuzun bir masa. Üzerinde yeşil yapraklı beyaz çiçekler, uzun beyaz mumlar, şarap kadehleri. Ağaçlardan ağaçlara çekilmiş sarı ışıklı ampuller. Hafif bir müzik duyuyoruz, tefler ve gitar rahatça ayırt edilebiliyor. Kuş cıvıltıları da eşlikçi. Birazdan davetliler doluşacaklar bu cennet bahçesine. Yüksek sesle konuşmaya başlayacak gürültücü İtalyanlar. Bu yaz düğününe içlerindeki neşeyi dışarı vurdukları renkli kıyafetleriyle katılacaklar kadınlar, erkekler, çocuklar. Pembe ceketli, rengârenk çiçekli gömlekli, beyaz keten pantolonlu erkekler; askılı, kısalı uzunlu, çiçekli, sarılı, yeşilli, pembeli, morlu, fırfırlı elbiseli kadınlar. Dans ederken uzun saçları doğallıkla oradan oraya uçuşup bozulacak. Kız çocukların kimi zeytinli, kimi limonlu, kimi çiçekli kısa elbiseler içinde; erkek çocuklar papyonları ve keten şortlarıyla tatlı mı tatlı. Koşmak ve gürültü yapmak serbest. Şu mor papyonlu adam Vespa’yla gelmiş düğüne, taş duvarın önüne park ediyor pırıl pırıl motorunu, abartılı hareketlerle kollarını açıp kapıda onu karşılayanlara doğru yürüyor. Sağda solda küçük köpekler koşturuyor. Köpeklerden biri papyon takmış, biri tütü giymiş, birinde gelinliğe benzer beyaz bir elbise. Düğüne köpekle gelmek fikrine şaşkınlıkla gülümsüyorum. Bir kadının kucağında bebek var. Şirin bir kız çocuğu. Bir yaşında yok bile. Kafasında pembe tülden bir şapka. Papyonlu köpek, kız çocuğunun annesinin kucağından sarkan çıplak ayaklarını kokluyor. Şu anda dünyanın en tatlı şeyinin, köpeğin burnundan gıdıklandığı için iki dişiyle gülen bu küçük kız bebek olduğuna yemin edebilirim. Onu seyrettiğimi hissediyor mu ne, bebek bana bakıyor gülerek. Uzaktan küçük bir öpücük yolluyorum bu tatlı kıza. O sırada bir bakıyorum, gelinlikli küçük köpekçik çoktan yanıma gelmiş, patilerini dizlerime koymuş bile. Mutlulukla kafasını okşuyorum. Muhtemelen Türkçe anlamıyor ama onu sevdiğimi hissetmesi için buna gerek olmadığı ortada. Şu ince uzun adamla kadın Fransızca mı konuşuyorlar? Ah bir iki kur Fransızca alsam, en azından telaffuz öğrenecek kadar, ne iyi olur! Önümden kocaman şapkalı bir kadın geçiyor. Filmlerden çıkma bir karakter gibi. Başında kocaman tüylü bir şapka. Şapkaya hayranlıkla bakıyorum, ben de cesaret edebilir miyim acaba bir düğünde böyle görkemli bir şapka takmaya diye geçiriyorum içimden, keşke edebilsem. Herkeste güneş gözlüğü ve hepsine de çok yakışmış. Ya şu fularlı genç adam? Model mi acaba? Yaşları, boyları, kiloları ne olursa olsun, buradaki kadınların ve erkeklerin çoğu model gibi görünüyor. Nasıl beceriyorlar bunu? Kendine güvenden mi, doğallıktan mı, neşeden mi, nereden geliyor bu güzellikleri?
Bahçe iyice kalabalıklaştı. Kıkırdamalar, patlatılan kahkahalar, küçük nazik gülümsemeler, koca yayvan gülümsemeler, flörtöz gülümsemeler, etrafta olup biteni hayranlıkla seyrederken gözlere yerleşen ışıltılı gülümsemeler. Herkes çok neşeli, herkes mutlu, herkes ve her şey ışıl ışıl. Durun daha yemek başlamadı, şarap faslına geçmedik, dans ise herhalde bir - iki saat sonra, şimdiden bu kadar neşeyi nereden buldunuz? Ben de farklı değilim aslında, bana da mı bulaştırdılar ne?
Oturuyoruz artık. Küçük ahşap kapıdan beyaz kıyafetli ve şapkalı üç adam giriyor. Bir gitar, bir keman, bir akordeondan oluşan bir küçük orkestra. Çalmaya başlıyorlar. Enstrümanlar bile mutlu, dans etmeye gelmişler sanki. “That’s Amoreeee”. Bir alkış kopuyor.
İşte yeni yılımız böyle olsun! Dışarıdan kendini belli etmeyen, cennet gibi bir arka bahçede, sıradan ama neşeleri, hayat sevinçleri ve doğallıklarıyla olağanüstü güzellikteki insanlarla çevrili, kulağımızda müzik, ayağımızın dibinde tatlı bir köpek, mis gibi bir akşamüstü havası, güzel bir sohbet, şaraplı uzun bir gece, dans, mutluluk. Gece kendimizi yatağa atıp da gözlerimizi kapatırken “Ne güzel geceydi ama…” diye mırıldanalım. Ertesi gün belki biraz geç kalkacağız, belki biraz başımız ağrıyacak, ama bileceğiz ki, huzurlu, tatlı bir eylül gününe uyanacağız; kahvaltımızı ederken, dünyanın ne kadar güzel, yaşamanın ne kadar büyülü olduğunu düşüneceğiz… Ve hayal kurmayı hiç bırakmayacağız. Hayalimizde ister bir İtalyan düğününde, ister bir İspanyol plajında, ister karlar içinde Noel Baba Kasabası’nda, ister Kapadokya’da, ister Mardin’in tarihi sokaklarında, ister evimizde ayaklarımızı uzatmış film izlerken, ister kalbimizin içinde en derin arzumuzun ne olduğunu keşfetmeye çalıştığımız mutlak bir yalnızlık anında olalım, yeter ki hayal kurmaya dair arzumuz ve umudumuz hep bizimle olsun. Yeni yılımız kutlu olsun!
Ah, gelin ve damat geliyor! Bana müsaade!