•İran geriledi ve İsrail´in tasarladığı bir yeni stratejik gerçekliğin eskizleri ortaya çıktı. Bir bakıma İsrail, Türkiye dahil diğer bölge ülkelerinin hedefi olan İran gücünün kırılmasına neden oldu. Bu hedefe yönelik olarak yıllarca tercih ettiği Beşar Esad rejiminden de vazgeçebildi. Fırsattan istifade, 1974 ateşkes anlaşmasıyla silahtan arındırılmış bölge olan Golan´ın güneyindeki alanı da işgal etti. Çıkmaya da niyetli gözükmüyor. •Buna karşılık İsrail´in çok istediği, ABD´yi de yanına çekerek gerçekleştirmeyi arzuladığı İran´ın nükleer tesislerini yok etmeye yönelik bir saldırı başka ülkelerce destek görmüyor. Bu tür bir projenin hem Arap devletlerini rahatsız edecek bir durum yaratması hem de özellikle Suriye Kürtlerinin siyasi geleceği hakkında Türkiye´nin vizyonuyla çatışması nedeniyle direnişle karşılacağını varsaymak gerekir. SOLİ ÖZEL - Aposto
İsrail Başbakanı Netanyahu'nun 2025 yılında odaklanacağı başlıca konu İran.
İran'ın hava savunma sistemlerinin önemli ölçüde çökertilmesi İsrail'i İran'ın nükleer programını çökertmek ya da rejimi devirmek için daha cesur bir strateji izlemek üzere daha ileriye gitmeye itebilir.
İsrail hükümeti, eski Başkan Donald Trump'ın iktidara dönmesini, yönetiminin sağlayabileceği destek düzeyini netleştirmek amacıyla bekleyebilir.
İsrail'in İran'ın nükleer tesislerini vurması, başarı şansını en üst düzeye çıkarmak için muhtemelen İsrail'in şu anda sahip olmadığı ABD yapımı gelişmiş silah sistemlerinin konuşlandırılmasını gerektirecektir.
Trump bu sistemlerin İsrail'e gönderilmesine izin verebilir ya da doğrudan ABD'yi devreye sokabilir.
İran'ın nükleer programını ortadan kaldırmak bölgeyi dramatik bir şekilde yeniden şekillendirebilecek olsa da başarısız bir girişim geri tepebilir ve İran'ı nükleer eşiğin ötesine itebilir.
Askeri caydırıcılık, şimdilik İran'ın bu adımı atmasını engellemede kritik bir faktör olmaya devam ediyor olsa da askeri seçeneklerin etkisiz kalması halinde İran, özellikle İsrail'in baskısı altında bölgesel stratejisinin çökmesi ve Esad rejiminin yıkılmasından sonra, adım atmak zorunda kalabilir.
Nükleer tesislerin hedef alınmasının birkaç kez denenemeyecek kadar riskli bir seçenek olduğuna şüphe yok.
Bu yüzden İsrail ve ABD, doğrudan askeri bir seçeneğe yönelmekte acele etmek yerine devam eden bir "çevreleme stratejisi" izlemeyi tercih edebilirler.
Bu yaklaşım İran rejimini, halk arasındaki yaygın hoşnutsuzluğu ve halkının elektrik ve su gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamaması nedeniyle kendi zayıflıklarıyla yüzleşmeye zorlayacaktır.
İsrail kendisini İran'a, İran'ın vekillerine ve Hamas'a karşı yürüttüğü operasyonların başarısı sayesinde Ortadoğu'da yeni bir askeri güç olarak görüyor.
Ancak çevresini şekillendirmenin bir aracı olarak askeri güce aşırı güvenmesi büyük riskler taşıyor.
Netanyahu'nun iktidarda olduğu savaş öncesi yıllar dahi, İsrail'in yeni gücünün önemli bir ayağı olan diplomasinin zayıfladığı yıllar olarak görülüyor.
Netanyahu, görev süresi boyunca İsrail'i askeri başarılarından faydalanacak araçlara ve kaynaklara sahip bir dışişleri bakanlığından mahrum bırakacak şekilde hareket etti.
Diplomatlar o kadar kötü muamele gördüler ki kötü çalışma şartlarını ve düşük maaşları protesto etmek için grevler düzenlediler.
Dışişleri Bakanlığı ise yıllardır ya boş kalıyor ya da sözleri eyleme dönüşmeyen beceriksiz kişiler tarafından yönetiliyor.
Ancak diplomasi olmadan İsrail, üzerinde duracak ayakları olmayan askeri bir devden farksız.
Bu dev, düşmanlarını vurabilir, ama ilerleyemez.
Bölgenin kısmen İsrail'in başarıları nedeniyle değiştiği doğru olsa da dış politikada karar alma mekanizması, daha esnek ve incelikli etki araçları gerektiren uzun vadeli ulusal hedefler yerine kısa vadeli kişisel çıkarları olan dar bir siyasi gruba bırakılırsa İsrail gün gelir bundan faydalanamayabilir.
İsrail askeri sözcüsü Yarbay Nadav Shoshani'ye göre, İsrail'in Lübnan kentlerinden çekilmesi beklenenden yavaş oldu. Bunun nedeni kısmen Lübnan ordusunun görevi devralacak yeterli kuvvete sahip olmaması. Lübnan buna karşı çıkıyor ve kasabalara asker yerleştirmeden önce İsrail'in çekilmesini beklediğini savunuyor.
Shoshani, İsrail'in Lübnan ordusunun çekildiği bölgelerdeki kontrolünden memnun olduğunu ve daha hızlı bir transferi tercih etmekle birlikte güvenliğin temel öncelik olduğunu belirtti.
Tel Aviv Üniversitesi'nde İsrail-Lübnan ilişkileri uzmanı olan Harel Chorev'e göre İsrail çekilme için verilen 60 günlük süreyi "kutsal" olarak görmüyor. Chorev'e göre İsrail kontrolü devretmeye hazır olmadan önce Lübnan'ın binlerce asker daha toplaması ve konuşlandırması gerekecek.
Hizbullah yetkilileri ateşkesin başlamasından 60 gün sonra İsrail güçlerinin Lübnan'da kalması halinde saldırılara yeniden başlayabileceklerini belirttiler. Ancak Hizbullah Genel Sekreteri Naim Kasım çarşamba günü yaptığı açıklamada, grubun şimdilik Lübnan devletine anlaşmayı uygulama konusunda "sorumluluk alma" şansı vermek için eylemden kaçındığını söyledi.
Savaşın son iki ayında Hizbullah, İsrail'in hava saldırıları ve kara işgali nedeniyle lider ve silah kaybı gibi önemli kayıplar verdi. Esad'ın düşüşü grup için bir başka büyük gerileme oldu.
Maksad, "Güç dengesizliği, İsrail'in 60 günlük sürenin ardından daha fazla hareket serbestisi sağlamak isteyebileceğini gösteriyor," dedi. Zayıflamış haliyle Hizbullah'ın, "İsrail'in ihlallerine rağmen" anlaşmanın çökmemesini sağlamakta "güçlü bir çıkarı" olduğunu söyledi.
https://tr.euronews.com/2025/01/04/israil-ile-hizbullah-arasindaki-ateskes-devam-edebilir-mi
Biden’ın danışmanları, görev süresi dolmadan önce bir anlaşmaya varmak için son bir çaba gösterdi. Aralık ayında Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, İsrail ile Lübnan’daki Hizbullah arasında bir ateşkes ve Hamas’ın zayıflaması nedeniyle ABD’nin bu ay bir anlaşmaya varmayı umut ettiğini belirtti.
Öte yandan Hamas geçtiğimiz hafta İsrail’i “yeni koşullar” öne sürmekle suçladı ve “erişilebilecek bir anlaşmanın gecikmesine” neden olduğunu açıkladı. Netanyahu ise Hamas’ı “anlaşmalardan geri adım atmakla” suçladı.
Son olarak Hamas, savaşı sona erdirmek ve İsrail’in tamamen geri çekilmesi taleplerinde esnek olabileceğini, ancak İsrail’in temel taahhütler sunmadığını belirtti. Hamas yetkilisi Osama Hamdan, Aralık ayında El Cezire’ye yaptığı açıklamada, “Esnekliğimizi açıkça ortaya koyduk. Ancak İsrail heyeti, savaşı sona erdirme ve tamamen geri çekilme gibi temel taahhütler sunmadı” dedi.
İsrailli bir yetkilinin aktardığına göre, İsrail ise Hamas’ın Gazze’de tuttuğu canlı rehinelerin listesini vermediğini belirtiyor.
İsmini vermeden bilgi veren yetkililerden biri İsrail’in savaşı sonlandırma taahhüdünde bulunmadığını ancak iki tarafın da anlaşma metnindeki belli bir seviye belirsizliği uygun bulacağını umduğunu söyledi.
Gazze’deki rehinelerin aileleri anlaşma olmadan geçen her gün yakınlarının durumunun daha da kötüleştiğini söyledi.
İsrail ve Hamas en son 2023’ün kasım ayında anlaşmaya varmıştı. Bir hafta süren ateşkeste Gazze’den 105 İsrailli ve yabancı rehine ve İsrail’den 240 Filistinli mahkum serbest bırakılmıştı. İsrail ordusu bu süreden sonra sekiz rehineyi kendi kurtarmış, 38 rehinenin cansız bedeni ise İsrail’e geri götürülmüştü. 2023’ün sonunda İsrail askerleri Hamas’la Gazze’deki çatışma sırasında yanlışlıkla üç rehineyi vurarak öldürmüştü.
Temmuz ayında İsrail bir Gazze ateşkes ve tutsak anlaşmasının daha başarısız olmasının ardından protestolarla sallanırken Başbakan Binyamin Netanyahu, ABD Kongresi’ne konuşma yapmaya gidiyordu.
Ziyaret Netanyahu için sadece bir güç gösterisi olarak değil, aynı zamanda tarihi bir an olarak sergileniyordu. Yorumcular, Winston Churchill’in Kongre’ye en çok davet edilem rekorunu kırmasını kutluyordu. 4. kez gittiği Kongre’deki konuşması sırasında Netanyahu Churcill’e atıfta bulundu: "Bize gerekli araçları verin bir de işi bitirelim."
Bu tesadüf değil. Bir tarihçinin oğlu olan Netanyahu hep mirası ve imajı konusunda takıntılı oldu. Savaş dönemi görev yapan bir başbakan, yazar, usta konuşmacı olarak kendini sık sık Churchill’le kıyasladı. Kongre’deki konuşmasını bitirdikten sonra kimsenin kıyası anlamamasına mahal vermemek için Churchill büstüyle fotoğraf çekti.
Medyadaki hayranları da bu benzetmeyi desteklemeyi seviyor. Daha geçen hafta sağcı radyo sunucusu Naveh Dromi, Netanyahu'yu Churchill ile kıyaslayan dört dakikalık bir monolog yayınladı ve “Churchill Nazileri ABD'nin desteğiyle yendi; Netanyahu ise ABD'ye rağmen İran eksenini ortadan kaldırdı” iddiasında bulundu.
Ancak bir yıldır devam eden savaş, ölüm ve yerinden olmaya ek olarak Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar nedeniyle hakkında çıkardığı yakalama kararına bakarsak, Netanyahu’nun yolu Churchill’den çok Slobodan Miloseviç’inkiyle örtüşüyor.
🔴7 EKİM 2023'TEN BUGÜNE İSRAİL'İN GÜVENLİK DURUMUNA GENEL BAKIŞ
7 Ekim 2023 tarihinde Filistinlilerin İsrail topraklarına düzenlediği baskın niteliğindeki taarruzla kendi 11 Eylül'ünü yaşayan İsrail, o tarihten bu yana Yemen'den Lübnan'a kadar uzanan geniş bir cephede savaşıyor. Peki bu süre zarfında neler değişti, İsrail'in güvenliği ne şekilde etkilendi, işte bu yazıda bu konuları inceleyeceğiz.
7 Ekim 2023 tarihinde Gazze ve Güney İsrail'de çatışmaların başlamasıyla birlikte İsrail tarihinin güvenlik açısından en sıkıntılı durumuna düştü. Zira hem Gazze ve Batı Şeria'dan Filistin'in, hem Lübnan'dan Hizbullah'ın hem de Yemen'den Husilerin baskısına uğruyor ve aynı zamanda Suriye ve Irak'taki İran destekli Şii grupların zaman zaman saldırılarına maruz kalıyordu. İsrail coğrafî olarak küçük bir ülke olduğu için, kendi topraklarına herhangi bir mühimmatla rastgele yapılacak bir saldırı birim alana düşen patlayıcı miktarı açısından yoğunluk oluşturuyor ve bu durum da İsrail'i kapsamlı hava savunmasına rağmen ciddî güvenlik riskleri altında bırakıyordu. 7 Ekim 2023'ten bugüne çok şey değiştiği için elbette İsrail'in güvenlik durumunda da değişiklikler oldu. Şimdi tehditlerin kaynaklarını ve bu tehditlerin 7 Ekim 2023'le günümüz arasındaki değişimini inceleyelim:
📌Filistin:
Savaşın başlangıcında İsrail topraklarına günde yüzlerce roket atma kapasitesine sahip olan Filistinli gruplar, gelinen noktada Gazze'nin harabeye dönmesi yoğun bombardıman yüzünden günde ortama ancak 5 roket atabiliyor. Direniş daha çok tünellerde ve harabelerde vur-kaç saldırıları şeklinde devam ederken, İsrail hava savunmasına yönelik Filistin kaynaklı bir tehdit günümüzde pek kalmadı. Bu da demek oluyor ki 7 Ekim 2023'le karşılaştırdığımızda Filistin'in İsrail'e oluşturduğu tehdit ciddi şekilde azaldı.
📌Hizbullah:
76 yıllık tarihinde İsrail ordusunu tek mağlup eden güç olan Hizbullah (33 Gün Savaşı, 2006), 7 Ekim 2023'ten beri İsrail'in güvenlik aygıtını allak bullak etmeye yetmese de birçok saldırı düzenledi. Örgütün düzenlediği özellikle roket ve kamikaze drone saldırıları nedeniyle Kuzey İsrail'de yaşayan yüz binlerce İsrailli ülkenin daha merkezî yerlerine göç etmek zorunda kaldı ve Lübnan sınırındaki yerleşim birimleri büyük oranda insansızlaştı. Fakat MOSSAD'ın düzenlediği çağrı cihazı operasyonlarıyla binlerce Hizbullah militanının uzuv kaybı yaşayacak derecede yaralanıp savaş dışı kalması ve sonrasında Hasan Nasrallah başta olmak üzere bütün Hizbullah komuta kademesinin öldürülmesi inisiyatifi tekrar Tel Aviv yönetimine verdi. Karadan Lübnan topraklarına düzenlediği işgal girişimi başarısız olan İsrail ordusu 27 Kasım ateşkesiyle çekilse de Lübnan altyapısına ciddî hasar verdi. Hepsinden de öte Suriye'de Beşar Esad yönetiminin devrilmesi ve İran'dan Lübnan'a ulaşan silah tedarik hattının da böylece kesilmesiyle Hizbullah artık desteksiz kaldı demek mümkün. Eskiden Tahran-Bağdat-Şam-Beyrut yoluyla İran'dan sofistike silahlar edinen ve bunları İsrail'e karşı kullanan Hizbullah artık bu imkanını büyük ölçüde kaybetti. Toparlayacak olursak, 7 Ekim 2023'e nispetle İran'dan gelen tedarik yollarının büyük kısmını kaybeden Hizbullah'ın İsrail için oluşturduğu tehdit ciddî şekilde azalmıştır diyebiliriz.
📌Suriye:
Beşar Esad yönetimi devam ederken topraklarında büyük bir İran ve Şii militan grubuna ev sahipliği yapan Suriye, bu sayede özellikle Kuzey İsrail üzerinde ciddi baskı oluşturuyordu. Hizbullah'ı besleyen ana hinterland da Suriye topraklarıydı. Fakat Beşar Esad'ın düşüşü ve Levant'ın en yüksek noktası olan Hermon Dağı ile sınırdaki Kuneytra eyaletinin İsrail işgaline uğraması sonucu bu tehdit de tamamen ortadan kalktı. İsrail, Hermon Dağı'nı ele geçirerek Levant ve Mezopotamya göklerinde tartışmasız bir hava, hava savunma ve elektronik harp üstünlüğü elde etti. Artık Suriye'de hiçbir İran askerî varlığı kalmadığı için İsrail açısından Suriye'nin tehdit olmaktan çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
📌Husiler:
İsrail'e neredeyse 2.000 kilometre uzaklıkta bulunan Husiler, savaşın başından beri İsrail'i defalarca seyir füzesi, balistik füze ve kamikaze dronelarla hedef aldı. Fakat bu saldırılar gerek mesafenin uzaklığı, gerekse de yoğun hava savunma ağı nedeniyle beklenen etkiyi yaratmadı. Zira Husi ateşi sadece İsrail değil aynı zamanda Suudi, Ürdün ve Mısır hava savunmasıyla Kızıldeniz'deki Batılı savaş gemilerinin sağladığı hava savunma şemsiyesini geçip İsrail'e ulaşmak zorundaydı. Bu yüzden Suudi Arabistan'a yönelik saldırılarda %40-45'e ulaşan isabet oranı İsrail'e yapılan saldırılarda %5-7 seviyesine kadar düştü.
Husilerin İsrail'e vurduğu asıl darbeyse Bab'ül Mendep Boğazı'nı geçişe kapatarak İsrail limanlarına ulaşan ikmalin ciddi şekilde sekteye uğraması oldu. Boğazı açmak için ABD öncülüğünde bölgeye müdahale eden Batı donanması başarısız oldu ve boğaz bugün hâlâ İsrail'e giden gemiler için kapalı. Ayrıca yaşanan hava-deniz çarpışmalarında Amerikan Hava Kuvvetleri'ne ait bir F-18 uçağı da Husi ateşiyle düştü ki çok uzun zamandır bir Amerikan uçağı düşman ateşiyle düşmemişti.
Husilerin İsrail'e oluşturduğu tehditse 7 Ekim 2023'le aynı. Hâlâ daha Bab'ül Mendep Boğazı'nı kapalı tutuyorlar ve İsrail'e gemi geçişine izin vermiyorlar. Hâlâ daha yeterli etkiyi yaratmasa da füze saldırıları devam ediyor. İsrail'in bu süreçte geriletip kapasitesini düşüremediği tek düşmanı Husiler oldu.
Toparlayacak olursak, 7 Ekim 2023'ten bugüne dek İsrail'in birçok düşmanını ciddi şekilde kapasite zaafiyetine uğrattığını, özellikle Beşar Esad'ın devrilmesi ve İran'ın Suriye'den atılmasıyla da üzerindeki güvenlik risklerini büyük ölçüde tasfiye ettiğini söyleyebiliriz. Hâlâ daha İsrail kendisini tam olarak güvende hissetmiyor ama 7 Ekim 2023'e nispetle büyük uğraşlar ve kayıplar pahasına da olsa bu alanda ciddi mesafe aldıkları da bir gerçek.
https://x.com/GonzoHaber/status/1875266976366358962
Hamas’ın İsrail’i sarsan 7 Ekim saldırısı bu koşullarda yaşandı. 1.200 sivil ve askerin öldürüldüğü, tecavüz ve işkence vakalarının yaşandığı saldırının sonunda Hamas, 250 kadar da rehine almıştı. Stratejik hesabı bu eylemle İbrahim Anlaşmaları'nın son adımı sayılabilecek Suudi Arabistan-İsrail yakınlaşmasını önlemek, Filistin davasının önderliğinin Hamas’ta olduğunu göstermekti. Bunun yanı sıra ve asıl stratejik hedef olarak Hamas liderliği, Hizbullah ve İran’ın yanlarında savaşa katılacağını, Filistin halkının da hem işgal altındaki topraklarda hem de İsrail’in içinde büyük bir isyana başlayacağını umuyordu.
Bu stratejik hedef gerçekleşmediği gibi, travma yaşayan İsrail toplumunun da büyük desteğiyle İsrail, bu saldırıya pek çok insan hakları örgütünün “jenosid” diye değerlendirdiği yarıya yakını kadın ve çocuklardan oluşan 45 bine yakın Filistinlinin öldüğü, Hamas liderliğinin neredeyse tümüyle yok edildiği, Gazze’deki evlerin yüzde 85’inin yıkıldığı veya oturulamaz hâle geldiği, nüfusun yüzde 90’ının yerinden yurdundan edildiği, kuzey Gazze’nin İsrail ordusu tarafından insansızlaştırıldığı orantısız bir şiddetle cevap verdi.
Sonuçta Gazze halkı, daha sınırlı bir tepki bekleyen Hamas liderliğinin bu hesap hatası nedeniyle kolayca belini doğrultamayacağı bir darbe de yemiş oldu. Savaşın şiddeti ve Başbakan Netanyahu’nun hapse girme korkusuyla hükümetindeki aşırı sağcı partilere sürekli taviz vermesi, Batı Şeria’daki yerleşimcilerin de saldırganlığının artmasına yol açarak, İsrail sağının yayılmacı eğilimlerinin gem vurulamaz hâle gelmesiyle sonuçlandı.
Hamas, işi bitince İsrail uzun zamandır hazırlandığı Hizbullah operasyonuna döndü. İsmail Haniye, Hasan Nasrallah ve diğer Hizbullah liderlerinin öldürülmesi, Suriye’deki İran hedeflerinin vurulması, İran’ın içindeki eylemler ve saldırılar, Lübnan’da uzun zamandır İran’ın da desteğiyle fazlasıyla ağırlık kazanmış olan örgütün askerî kanadına ciddi darbe vurdu. Lübnan nüfusunun dörtte birine tekabül eden, çoğunluğu Şii Lübnanlı olan grup, ülkeleri içinde mülteci hâline geldi. Birçoğunun köyleri, İsrail bombardımanlarıyla geri dönülemeyecek şekilde yıkıldı. Kendisine yönelik İsrail saldırısında bile cevap veremeyen İran, Hizbullah’a yardım edemedi. Suriye’deki mevzileri ve Hizbullah’a giden ikmal yolları, İsrail hava kuvvetlerince ağır şekilde bombalandı. Tüm bunların sonucunda Suriye’de rejimin de düşmesiyle 2003 Irak savaşı sonrasında şekillenen stratejik durum ortadan kalktı.
İran geriledi ve İsrail’in tasarladığı bir yeni stratejik gerçekliğin eskizleri ortaya çıktı. Bir bakıma İsrail, Türkiye dahil diğer bölge ülkelerinin hedefi olan İran gücünün kırılmasına neden oldu. Bu hedefe yönelik olarak yıllarca tercih ettiği Beşar Esad rejiminden de vazgeçebildi. Fırsattan istifade, 1974 ateşkes anlaşmasıyla silahtan arındırılmış bölge olan Golan’ın güneyindeki alanı da işgal etti. Çıkmaya da niyetli gözükmüyor.
Buna karşılık İsrail’in çok istediği, ABD’yi de yanına çekerek gerçekleştirmeyi arzuladığı İran’ın nükleer tesislerini yok etmeye yönelik bir saldırı başka ülkelerce destek görmüyor. Bu tür bir projenin hem Arap devletlerini rahatsız edecek bir durum yaratması hem de özellikle Suriye Kürtlerinin siyasi geleceği hakkında Türkiye’nin vizyonuyla çatışması nedeniyle direnişle karşılacağını varsaymak gerekir.
https://aposto.com/s/ortadoguda-bir-perde-kapandi-ancak-oyun-suruyor-yeni-donemin-51
İsrail’in Suriye’deki gelişmeleri en az Türkiye kadar yakından izleyen bir aktör olduğu bilinmekteydi. Hatta, daha 27 Kasım’da İblib ve çevresinde muhaliflerin hareketlenmesi başladığında, zaten Lübnan’a yönelik saldırılar nedeniyle teyakkuz durumunda olan kuzey ordusu, henüz Lübnan ile sağlanan ateşkes hayata geçirilmiş olmasına rağmen alarm durumuna geçirilmişti.
Muhalifler kısa sürede Halep’i alıp güneye Hama ve Humus’a doğru ilerlemeye başlayınca, bunun Şam’ı hedef alan bir girişim olduğunu fark eden İsrail, Suriye’deki bazı noktaları vurmaya başlamıştır. Önce Halep civarında bulunan bazı PKK/YPG unsurlarını muhaliflere karşı korumak için hava saldırıları düzenlediği söylenen İsrail’in, aslında kimyasal ve biyolojik silah üretim tesisleri ve depolarını vurduğu ortaya çıktı. Ancak bu saldırılarının zamanlaması ve muhtevası hâlâ soru işaretleri içermektedir. Keza İsrail’in kimyasal ve biyolojik silah üretim tesislerinin yerini biliyorsa neden daha önce vurmadığı anlaşılamamıştır!
Muhaliflerin Şam’a girmesinin hemen ardından da Esed rejiminin sona ermesini bahane eden İsrail Başbakanı Netanyahu, mevcut koşullarda 1974 anlaşmasının geçerli olmadığını ileri sürüp, mavi hattın gerisinde bekleyen orduya ilerleme emri vermiştir. Bunun üzerine bir açıklama yapan İsrail Genelkurmay Başkanı Halevi ise savaşın artık Suriye cephesine kayacağını ifade etmiştir.
Bunun üzerine İsrail askerleri, Golan’daki sınır hattını geçip 1974’teki anlaşmada tampon bölge olarak belirlenen bölgeye girmeye başladı. Zaten bu bölgede az sayıda bulunduğu bilinen rejim askerlerinin son gelişmeler üzerine mevzilerini terk etmesi sayesinde İsrail ordusu Kuneytra civarının kontrolünü sağladıktan sonra, stratejik Hermon Dağını da ele geçirmiştir.
İsrail askerleri bir taraftan tampon bölgede kırmızı hat olarak belirlenen sınırı geçerken, diğer taraftan İsrail hava kuvvetleri Şam’daki Muhaberat karargâhı, içişleri bakanlığına bağlı pasaport işlemleri merkezi ve gizli belgelerin muhafaza edildiği arşiv binasını vurmuştur.
Daha bu saldırıların sebebi tam olarak anlaşılamamışken, Lazkiye limanında bulunan Suriye donanmasına ait gemilerin İsrail tarafından vurulduğu haberleri gelmeye başladı. Hemen arkasından da Suriye ordusuna ait ne kadar silah deposu, cephanelik, havaalanı ve korunak varsa hedef alındığı ve bu kapsamda Suriye ordusunun envanterinde bulunan; hava savunma sistemi bataryaları, savaş uçağı, helikopter ve diğer hava araçlarıyla, tank ve zırhlı personel taşıyıcı gibi araçların imha edildiği öğrenildi.
https://kriterdergi.com/dosya-suriye/israilin-suriyeye-yonelik-saldirilarinin-arka-plani
Veri tabanının yayınlanmasının Hollanda'da bazı sancılı tartışmalara yol açması bekleniyor.
Ulusal Arşivler Direktörü Tom De Smet, "İş birliği hala büyük bir travma. Bu konu hakkında konuşulmuyor. Arşivler açıldığında bu tabunun yıkılacağını umuyoruz," diyor.
Claims Conference tarafından yapılan 2023 anketi, Hollandalı Z kuşağının neredeyse yüzde 25'inin Holokost'u bir efsane olarak gördüğünü, tüm Hollanda vatandaşlarının yüzde 53'ünün ise ülkelerini bir Holokost alanı olarak tanımadığını ortaya koydu.
Bununla birlikte, Hollandalıların yüzde 77'si Holokost'u anma eğitiminin önemine katılıyor.
Gazze ve Lübnan’da yaşanan savaş şüphesiz Suriye’ye de yansıdı. İran’ın İsrail tarafından içeriden hedef alınması, İran’ın İsrail’e karşı en güçlü kılıcı ve kalkanı olan Lübnan Hizbullah’ının kurmay zekâsının ve liderliğinin çöküşü, Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah ve halefi Haşim Safiuddin’in öldürülmesi, Lübnan savaşı sonrasında İsrail’in İran’ın Suriye içerisindeki yapılarını daha da fazla hedef alması, Hamas’ın liderliğinin çöküşü, İsmail Haniye ve Yahya Sinvar’ın öldürülmesi, Irak’ta İran’a bağlı grupların arasında devam eden ciddi tartışmalar ve rahatsızlıklar, Yemen’de Husilerin durumu ve en önemlisi Beşar Esad yönetiminin düşmesiyle birlikte İran’ın bölgedeki asimetrik savaş kabiliyeti bir hayli hasar gördü ve caydırıcılığı azaldı.
Kasım Süleymani gibi bir güç unsurunu kaybeden ve yerine onun kalibresinde bir komutan koyamayan İran, şu an Ortadoğu’da en zayıf ve kırılgan sürecini yaşıyor, belki de 45 yıllık İslam Devriminden bu yana topyekûn bir sıcak savaşla ve beka sorunuyla karşı karşıya. Kasım Süleymani’ye dair söylenebilecek çok şey var ancak bu durum Kasım Süleymani’nin hem varlığı hem de yokluğuyla Ortadoğu dengelerine etki ettiği gerçeğini değiştirmeyecektir. Kasım Süleymani, ilkokuldan terk bir Sular İdaresi işçisi olarak başladığı yolculuğuna Ortadoğu’nun en karanlık ve kudretli generaline dönüşerek nokta koymuş karanlık bir fenomen…
Trump yönetimi altında Orta Doğu’da dengelerin yeniden kurulması bekleniyor. Seçilen ABD başkanlarının ilk 12 ayda Orta Doğu’ya bulaştığı pek görülmemiştir. Netanyahu, İran’a yeni saldırılar planlıyor olmasına rağmen Trump’ın kendi döneminde İran ya da başka bir devlet ile savaş başlamasına asla izin vermeyeceğini düşünüyorum. Bununla birlikte, Trump’ın Suudi Arabistan’ı İsrail ile İbrahim Anlaşması’na yeniden dahil etme planları, Netanyahu hükümetinin sonu anlamına gelecektir. İbrahim Anlaşması’nda İsrail, Filistin’de çift devlet çözümünü ve Filistin’i tanımak zorunda. Netanyahu’nun görevini kaybetmesi, İsrail ile Türkiye arasında yeni bir sayfa açılmasına yardım edebilir, iki ülkeyi ABD nezdinde bölgesel stratejik müttefik olarak daha fazla öne çıkarabilir.
Bir başka istikrarsızlık kaynağı ise, İsrail’in de bir şekilde Kürtleri kullanarak, Kürtlerin tarihteki ezilmişliğini, acılarını ya da tarihsel şikâyetlerini manipüle ederek başta Suriye olmak üzere Irak’ı da karıştırması. İsrail ve İran, Ortadoğu’da istikrarsızlığın iki merkezi olarak, 2025’in ortalarına kadar öne çıkacak iki ülke gibi. Bu konuda da önümüzdeki dönemlerde özellikle Birleşmiş Milletler üzerinden Türkiye’nin hamleleriyle İsrail saldırganlığının durdurulması noktasında adımlar atıldığını göreceğiz.
Genel olarak coğrafyaya baktığımız zaman; yolsuzluk, çürüme, baskı ve otoriter yönetimlerin açıkçası pek de yaşama şansı yok. Humeyni rejiminin Irak ve Suriye’de çöktüğünü, Lübnan ve Yemen’de çökeceğini de hesaba kattığımız zaman, İran’ın işi kendi topraklarında gerçekten çok zor. Çünkü Humeyni rejiminin özellikle yayılmacı, velayeti fakih üzerinden, yani mezhep üzerinden insanları kışkırtan ve tarihsel birtakım olaylarla süsleyerek kendi ideolojisini dayatma dönemi sona geldi. İran’ın milisler çağı artık sonlanacak gibi.
https://www.perspektif.online/israil-ve-iran-ortadoguda-istikrarsizligin-iki-merkezi/
Carter döneminin en akılda kalan başarısı Camp David anlaşmasıydı. İsrail, işgal ettiği Sina yarımadasından çekilmiş, Mısır ise İsrail ile diplomatik ilişkiler kurmuş, Filistinliler için Gazze ve Batı Şeria’da özerk bir idari yönetim öngörülmüştü, nitekim bu daha sonrasında özellikle Amerikalı Demokratların savunduğu iki devletli çözümün Filistin devleti ayağının prototipi olarak görülmüş, Carter Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkının dillendiren nadir Amerikalı siyasetçilerden biri olmuştu. Carter bu diplomatik çabalarına emekliliğinde de devam etti.
…
Carter’in İsrail’i oldukça sakin ve hukuki bir dille eleştirdiği, hatta “İsrail değil, İsrail’in işgal politikası apartheid rejimi” diyerek göreceli çekingen bir söylem kullandığı bu kitapta, İsrail’in güvenliğinin sağlanması, işgalin sonlanması ve Filistin devletinin kurulmasını savunuyordu. İsrailli yerleşimcileri, İsrail’in koloniciliği ve işgalini eleştirmesi İsrail lobisini öfkelendirmişti. Demokrat Parti’nin önde gelen isimlerinden Nancy Pelosi, Bill Clinton gibi isimler Carter’ı eleştirmiş, “partimizi temsil etmiyor” demiş, Carter “antisemitist” ilan edilmiş, Carter Vakfı’ndan toplu istifalar yaşanmıştı. Carter bütün bunları özgüvenli bir şekilde karşılayarak kitap tanıtım etkinliklerinde vitesi arttırmış, kitaptaki sakin cümlelerin aksine İsrail’in Güney Afrika’dan beter bir apartheid rejimi olduğunu söylemiş, Guardian’da yazdığı yazısında Amerikalıların Filistin hakkında konuşamadığını ve bu kitabı bu sessizliği kırmak için kaleme aldığını açıklamıştı: “Filistin ve İsrail için barışa giden yolla ilgili pek çok tartışmalı konu İsrailliler arasında ve diğer uluslarda yoğun bir şekilde tartışılmaktadır – ancak Amerika Birleşik Devletleri’nde değil. Geçtiğimiz 30 yıl boyunca, gerçeklerin özgür ve dengeli bir şekilde tartışılmasına yönelik ciddi kısıtlamalara şahit oldum ve bunları deneyimledim. İsrail hükümetinin politikalarını eleştirme konusundaki bu isteksizlik, Amerikan-İsrail Siyasi Eylem Komitesi’nin (AIPAC) olağanüstü lobi çabalarından ve önemli bir aykırı sesin olmamasından kaynaklanmaktadır. Kitabımın nihai amacı, Orta Doğu hakkında Amerika’da pek bilinmeyen gerçekleri ortaya koymak, tartışmaları hızlandırmak ve İsrail ile komşuları için kalıcı barışa yol açabilecek barış görüşmelerinin (altı yıldır yok) yeniden başlamasına yardımcı olmaktır.”
Carter bugün ABD’de bütün solcuların, hatta çoğu ana akım kanaat önderinin artık açıkça tepki gösterebildiği İsrail lobisi AIPAC’in adını zikrederek çok erken bir dönemde bu lobiyi karşısına almıştı. Eski bir ABD başkanının, geçmiş makamına ve saygınlığına dayanarak ABD’nin Cumhuriyetçi ve Demokratlar tarafından benimsenen ybu resmi politikayı sarsma girişimi etkiliydi. Carter, Filistin meselesini ana akıma taşıması için uğraşan nadir isimlerden biri olmuştu.
86 yaşındaki Jimmy Carter, İrlanda eski Cumhurbaşkanı Mary Robinson ile Doğu Kudüs’te İsrail’in evlerinden zorla çıkardığı Filistinliler için destek eyleminde. Robinson ve Carter, Mandela’nın öncülük ettiği emekli siyasetçilerin kurduğu “The Elders” (Yaşlılar) topluluğunun bünyesinde bu gösteriye katılmıştı.
İsrail yanlısı ABD basını tarafından topa tutulan, kendisine “parazit” dahi denilen, Washington Post tarafından “Carter’in Yahudilerle sorunu” yazısıyla hedef gösterilen Carter’in İsrail eleştirilerinin doğruluğu yakın zamanda birçok kişi tarafından anlaşıldı. 2006 yılında kitabın çıkmasıyla Carter Vakfı’ndan toplu istifayı organize eden eski vakıf çalışanlarından Amerikalı Yahudi Steve Berman, 2023 Mart ayında Carter’dan özür diledi ve Netanyahu döneminde İsrail’in geldiği radikallik nedeniyle gözlerinin açıldığını söyledi. Carter’in cevabı ise birkaç cümlelik her zamanki gibi naif bir yanıttı: “Özür dilemeniz için hiçbir neden yok, ancak harika mektubunuzu açıkça niyet ettiğiniz gibi kabul ediyorum. Sizin gibi tepki gösteren pek çok arkadaşımın duygularını anlıyor ve sempati duyuyorum. Carter Vakfı’na geri dönmek isterseniz, kapımız açık. En iyi dileklerimle, Jimmy Carter.”
Steve Berman geçen sene bu mektubu “Amerikalı Yahudilerin, Carter’a özür borcu var” başlıklı bir yazıyla paylaştı. Fakat Carter’a tepki gösteren hiçbir Demokrat Partili, gazeteci veya İsrail destekçisi bu özrü dilemedi. Carter’ı antisemitik olmakla suçlayanlar köşelerinde, siyasi makamlarında rahatça oturmaya devam etti, Carter’i demediği sözlerle itham edip durmadan özür dilemesi için baskı kuranlar unutuldu. Yine de Carter, 100 yaşında ABD’ye veda ederken gerisinde Filistin destekçilerinin artması ve ivmelenen İsrail zulmü karşısında daha çok İsrail’i eleştiren, İsrail’e daha çok tepki gösteren bir Amerikan toplumu bıraktı.
https://serbestiyet.com/featured/jimmy-cartera-veda-kusursuz-bir-emeklinin-huzursuz-olumu-192727/
Jerusalem Post | ÖZET | Erdoğan’ın Suriye Politikaları Türkiye ve İsrail’in Çatışma Riskini Artırıyor
İsrail medyasında yayımlanan bir analizde, Türkiye’nin Suriye politikalarının, İsrail ile doğrudan bir çatışma riskini artırdığı vurgulanıyor. Türkiye’nin İsrail karşıtı tutumu ve Suriye’deki rakip çıkarları, iki ülke arasındaki ilişkilerde daha önce görülmemiş bir gerginlik ihtimalini doğuruyor.
7 Ekim 2023’te başlayan Hamas’ın saldırılarıyla başlayan savaş, bölgede çok cepheli bir çatışmaya dönüşerek Ortadoğu’nun jeopolitik dengelerini değiştirdi. Türkiye, geçmişte Hamas ile İsrail arasındaki çatışmalarda İsrail karşıtı bir duruş sergilemişti. Ancak bu kez İsrail’in Hamas’a karşı yürüttüğü kapsamlı savaş, Türkiye-İsrail ilişkilerini daha da kötüleştirdi.
Bir diğer önemli gelişme ise Suriye’deki durum. Beşar Esad rejiminin çöküşüyle birlikte, ABD destekli PKK/YPG/SDG’nin kontrolündeki bölgelerin durumu belirsizlikle karşı karşıya.
Türkiye destekli gruplar, bu bölgeleri tehdit ederken İsrail, PKK/YPG/SDG ile uzun süredir gizli ilişkiler sürdürerek bu grupları İran’a karşı potansiyel bir müttefik olarak görüyor. Türkiye’nin Suriye üzerindeki etkisini artırma çabaları, İsrail sınırındaki sessizliği bozma riski taşıyor.
Uzmanlar, iki ülkenin farklı bölgelerde askeri varlık göstermesi nedeniyle bir çatışma ihtimaline dikkat çekiyor. Türkiye, PKK/YPG/SDG’nin bağımsızlık hareketini tamamen bastırmak ve Suriye’de kendi etkisini artırmak isterken, İsrail ise İran’ın bölgede güçlenmesine karşı denge politikası yürütüyor.
Netanyahu ve Erdoğan arasındaki sert söylemler de ilişkileri zorluyor. Geçmişte dostane olan bağlar, özellikle 2010’daki Mavi Marmara olayı ve 2018’deki diplomatik krizler sonrası büyük zarar gördü. Erdoğan’ın iç siyasetteki baskılar nedeniyle İsrail’e yönelik tutumunu sertleştirdiği, Netanyahu’nun ise Erdoğan’ı antisemitizm ve terör destekçiliğiyle suçladığı belirtiliyor.
Uzmanlara göre, iki ülke arasındaki diplomatik bağlar tamamen kopmayabilir, ancak mevcut liderlerle ilişkilerin düzelmesi pek mümkün görünmüyor. İsrail’in bölgedeki güvenlik kaygıları ve Türkiye’nin Suriye politikaları, olası bir askeri çatışmayı tamamen dışlamayı zorlaştırıyor.
https://x.com/hermes_z/status/1875977362078380128
“Ortadoğu tarihsel olarak coğrafi konumu, jeopolitik önemi, enerji kaynakları açısından zenginliği ve semavi dinlerin doğduğu yer olması sebebiyle emperyalistlerin gözünü diktiği, her daim emperyalist müdahalelere zemin hazırlamak için elinden geleni yaptığı bir coğrafya. 2024’te gerek İsrail’in saldırganlığı, gerek İsrail’in zulmüne karşı Avrupa’da ve ABD’de siyasal seçkinlerin ve yöneticilerin vermiş olduğu sonsuz destek, gerek Suriye’de yaşananlar, gerek PKK, PYD ve benzeri terör örgütlerine Batı’nın verdiği destek alt alta yazıldığında önceki yıllardan çok da farklı değildi. Gelecekte de Ortadoğu’da emperyalist müdahalelere, İsrail’in Lübnan ve Filistin’de olduğu gibi barbarlığına ve Arap halklarının bir araya gelememesine tanıklık edecek miyiz? Umarım yanılırım ama yine tanıklık edeceğiz gibi görünüyor. İsrail’in 7 Ekim’den beri saldırılarının giderek arttığını ve pervasızca devam ettiğini gördük. Gazze’de Hamas’a, Lübnan’da Hizbullah’a karşı diyerek yaptıkları saldırılar, ayrım gözetmeksizin sivillere yönelik etnik soykırım boyutuna vardı ve bunlar devam etti. Ne Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı ne Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin İsrail Başbakanı Netanyahu’ya karşı kararları, İsrail karşısında bir caydırıcılık oluşturmadı. Bu açıdan bakarsak Ortadoğu’daki yapıların birçoğunun İsrail’e destek verdiğini görebiliriz. Suriye’de de gördüğümüz, adının önünde ‘siyasal İslamcı’ yazan pek çok yapının İsrail hedeflerine bir çakıl taşı dahi atmazken, Müslümanlar’ın birbirini kırması için elinden geleni yaptığını gördük. Önümüzdeki süreçte de Ortadoğu’nun zenginliği, jeopolitik konumu ve enerji güzergahları açısından konumu göz önünde bulundurulursa, Ortadoğu’da hem halkların birbirini kırıp döktüğüne, hem İsrail zulmünün devam ettiğine hem de ABD başta olmak üzere Batı emperyalizminin İsrail’e verdiği desteğin sürdüğüne maalesef tanıklık edeceğiz.”
https://anlatilaninotesi.com.tr/20241231/1092217647.html
Bnei Menaşe’nin kökleri, Mizoram'da Mizos ve Manipur'da Kukis olarak bilinen Tibet-Burma etnik grubuna dayanıyor. İngiliz yöneticiler 19. yüzyılın sonlarında bu engebeli bölgeyi ele geçirmeden önce, Kuki-Mizos geleneksel bir kabile toplumunda yaşıyordu. Atalarının dini, Manasia veya Manmasi adlı gizemli bir atadan geliyordu.
İngiliz yönetimiyle birlikte Hristiyan misyonerler geldi ve 20. yüzyılın sonlarında Kuki-Mizos Hristiyanlaştırıldı. Ancak, İncil'e aşina oldukça, birçoğu İncil'in hikayeleri ve emirleri ile eski, Hristiyanlık öncesi dinleri arasında çarpıcı benzerlikler gördü. Bu farkındalık, Manasia veya Manmasi'nin, Yusuf'un oğlu İncil'deki Manasseh (veya Menaşe) olduğuna ve Kuki-Mizos'un, Asur İmparatorluğu tarafından sürgün edilen on 'kayıp İsrail kabilesinden' biri olan kabilesinin torunları olduğuna dair inanca yol açtı.
1970'lerde, bu inançtan hareketle, kuzeydoğu Hindistan'da bir Yahudileştirme hareketi ortaya çıktı. İbranice İncil'in Tanrı'nın ebedi sözü olduğuna dair inançtan ilham alan bu hareketin takipçileri, İncil emirlerine göre yaşamaya çalıştılar. Başlangıçta dış Yahudi dünyasıyla çok az temasları olmasına rağmen, kısa süre sonra 1980'lerde İsrailli haham Eliyahu Avichayil tarafından keşfedildiler. Avichayil, Bnei Menaşe'ye Yahudi geleneğinin temellerini öğretti ve Yahudiliğe geçişlerini kolaylaştırarak İsrail'e Aliyah*larının kapılarını açtı.
Manipur Bnei Menaşe Konseyi Başkanı WL Hangshing, "Her Yahudi İsrail'e dönmek için dua ediyor. Ama önce Covid, Manipur ve Mizoram'daki çatışmalar ve şimdi de Hamas-İsrail çatışması Aliyah'ı geciktirdi" ifadelerini kullanıyor ve ekliyor:
“Topluluğun yaklaşık 5 bin üyesi Hindistan'da Aliyah'ı beklerken, aynı sayıda kişi eski vatanları İsrail'e geri döndü. Şu anda İsrail'de bulunan 5 bin Bnei Menaşe'nin yaklaşık 1.000'i Mizoram eyaleti.... Geriye kalan beşte dördü Manipur'dan ve bu da İsrail'i herhangi bir yoğunlukta en büyük Manipurlu insan yoğunluğu haline getiriyor”
https://www.youtube.com/watch?v=e8pAuhwbNx8
Sevim Burak’ın 1983’te sonlanan yaşamının izlerini Ah Ya Rab Yehova öyküsü ve Sahibinin Sesi oyunu üzerinden inceleyelim.
“Benim sanat görüşüm varoluşçuluğa aykırıdır. “Ah Ya Rab Yehova” hikâyesinin oyunlaştırması olan “Sahibinin Sesi” oyunu, çocukluğumu beraber geçirdiğim doğup büyüdüğüm baba tarafımın, paşa dedemin evinde, onlardan öğrendiğim eskiye ait bilgi ve malzemelerden gerçekleştirdiğim ilk başkaldırıcı öykümdür. Sonralardan yazdığım bu öykümü, sonra yedi yılda oyunlaştırarak ailemin isteğini yerine getirmiş oldum. (Benden hep hayatlarını yazmamı isterlerdi.)”.
Öyküde, Bilal Bey bir Yahudi kızı olan Zembul ile yaşamaktadır. Evli değillerdir ve Zembul hamiledir. Öykü boyunca Zembul’un hamileliğinin verdiği baskı ve Zembul’un Yahudi yakınlarının kendisine verdiği rahatsızlık, babasının ölümünden hemen sonra ayağına giren iğnenin Bilal Bey’in vücudunda ilerleyerek ona verdiği rahatsızlık paralel olarak anlatılır.
Hikâyenin mektup biçiminde yazılmış kısımlarında Müslüman Osmanlı dil ve ifade tarzının yansıtıldığını görürüz. Konusu Yahudi anne ile Müslüman babadan doğma Ferdi/Verdul’un dünyaya gelişi olan bu hikâye, yazarın kendi yaşam öyküsüyle benzerlik taşır ve daha sonra yazacağı eserlere de kaynaklık eder. Nilüfer Güngörmüş Erdem, bu hikâyede Tevrat diliyle mektup tarzını bir arada kullanarak anneyle babayı bir araya getirmiş gibi olduğunu söyler.
Sevim Burak, Ah Ya Rab Yehova’yı annesine olan duygularıyla yazmıştır. Annesinin bir Yahudi olarak aile tarafından kabul edilememesi bu öyküyü yazmasına kaynaklık etmiştir. Güzidin Dino’ya yazdığı mektupta şöyle der:
…Annem öleli yirmi yıl oldu, babamın soyu hala ortada. Onlar bana gene “Madam Mari'nin kızı” diyorlar. Küçücük bir kızken burnum çok havadaydı, şimdi yerlerde, yerin dibine indi. Yahudilerden, annemden utanırdım, nefretle karışık... Annem hep bir gün anlayacaksın der, ağlardı... İşte, şimdi bu bir avuç. Yahudi, iki tanecik ev bana anamdan kalanlar. Onun için yazdım Yehova'yı…
Buradan da anlaşılacağı gibi öyküye kaynaklık eden Burak’ın Yahudi asıllı annesidir. Aynı zamanda öykünün geçtiği Kuzguncuk, biyografisinde değindiğimiz gibi yazarın çocukluk ve ilk gençlik yıllarının geçtiği semttir. Kuzguncuk’un kozmopolit yapısının Burak’ın öyküsüne yerleşmesi kullanılan isimlerden anlaşılabilir. Öyküde Bilal Bey’in Not Defteri’nde yazan cümle buna örnektir: “Akşamüstü Ziya Bey, refikası Nurperi Hanım, Madam Viktorya ziyaretime geldiler”.
Yazarın yaşamı ile öykü arasındaki bir diğer benzerlik ise öykünün geçtiği 1931, Sevim Burak’ın da doğum yılıdır. Bu benzerlik akıllara Zembul bebeğin Sevim Burak mıydı sorusunu getiriyor. Hayatı boyunca peşini bırakmayan Madam Marie’nin kızı olma ötekiliği bir kez daha Burak’ın karşısına geçmiştir.
https://www.izgazete.net/izmirde-tarihi-atmosferde-muzik-keyfi-ibadethaneydi-konser-salonu-oldu
Mısır, okul kitaplarını gözden geçirerek açıkça antisemitik içerikleri kaldırıyor ve Ortadoğu'daki Yahudi tarihini kabul ediyor
@IMPACT_SE'dan Marcus Sheff @laura_i2’e bunun bölge için daha iyi bir geleceğe doğru atılmış önemli bir adım olduğunu söylüyor.
https://x.com/i24NEWS_EN/status/1867504081847152895
Size bugün, dans için küçük yaşta evlenen, küçük bir gıcırtı duymasın yerinde duramayıp dans etmeye başlayan tatlı ve çılgın arkadaşım Viktorya’yı (Victoria) anlatacağım.
Viktorya’nın ailesi Macaristan ve Ukrayna taraflarından Türkiye’ye gelmişler. Macaristan’dan gelen büyük büyük dede Aleksandır ile kız kardeşi Arnetta pogromlardan kaçıp Bulgaristan’a sığınmış
Orada Coya isminde bir teyzeleri varmış. Coya Hanım bütün aristokratların şapka yapımcısıymış. Arkadaşım da bir zamanlar tiyatro kostümleri yapardı; soya çekmek bu olsa gerek…
…
Seneler birbirini kovalıyor, Arnetta ve Mahir Efendinin kızı Viktorya 13 yaşına geldiğinde herkesi büyülüyor, çok güzel ud çalıyor; annesi Arnetta da kemanla ona eşlik ediyor… Evlerinden sokağa güzel nâmeler yayılıyor. Aslında ailenin birçok ferdi müziğe istidatlıdır; türlü enstrümanlar çalıyorlar. Arkadaşım Viktorya’nın babası da çok güzel akordiyon çalarmış.
Bir gün Bartın’da evden müzik nâmeleri gelirken, sokaktan imamın oğlu geçiyor. O kadar yakışıklı imiş ki sormayın; çakır gözlü bir yiğit delikanlı… Viktorya’yı görüyor ve vuruluyor. Bizim hala da imamın oğluna âşık oluyor. İki aşık “Ne yapacağız” diye kara kara düşünürlerken, imamın oğlu “seni bana vermezler, gel seni kaçırayım” diyor. Tabii ki bizim kızın başında kavak yelleri esiyor, yerinde ateş olmuş yanıyor, “tamam olur, al beni ne yaparsan yap” diyor.