•Trump´un NATO ile ilişkileri ve özellikle Ukrayna savaşına bakış açısı belirsizliğini korumakla beraber, kesin bir şey varsa o da İsrail ile ilişkilerinin sıcaklığıdır. Bu bile İsrail hükümeti ile atılmış gözüken ancak anlaşıldığı kadar tamamen kopmamış ilişkilerin normalleştirilmesini gerektirecek bir husustur. İlginçtir Gazze savaşı başladıktan sonra merkeze çağrılan Tel Aviv Büyükelçimiz, Büyükelçiliğin websayfasına bakılırsa hala görevde gözükmektedir. Bu bile bağları kopartmama iradesinin bir işaretidir. Selim Kuneralp – www.serbestiyet.com
İsrail normal koşullar altında Türkiye’yle savaşı aklından geçirebilecek bir ülke değil. Ama ne koşullar normal ne de Netanyahu ABD’den ırkçı-dinci saldırganlığını engelleyici bir işaret alıyor. Tersine, adeta ABD’nin vekil gücü gibi Ortadoğu jandarmalığını yürütüyor.
Trump’ın bir yandan Netanyahu’yu Ortadoğu’daki savaşları manipüle eden “derin, karanlık bir o… çocuğu” olarak suçlayan ekonomist Jeffrey Sachs’ın videosunu paylaşıyor, diğer yandan Hamas’ın 20 Ocak’ta Başkanlığı devralmasına dek elindeki rehineleri serbest bırakmazsa Filistin’i cehenneme çevireceği tehdidinde bulunuyor.
Filistin zaten İsrail’in saldırılarıyla cehenneme dönmüş durumda ve bunda ABD’nin birinci derecede sorumluluğu var; “insani yardım” diye timsah gözyaşı döken Batı, İsrail’e ağır silahlar yağdırmaya devam ediyor. İsrail Dışişleri Bakanının Suriye’de SDG yapılanmasına verdiği “koruma garantisi” bundan ayrı düşünülmemeli. Keza PKK’nın Irak’ın Kandil dağlarındaki yöneticilerinin Türkiye’de DEM üzerinden yürüyen parlamenter temas trafiğine rağmen konuşmak için Trump’ı beklemesi de.
Üstelik Trump’ın gözünde Türkiye-İsrail geriliminde Türkiye’nin batı askeri ittifakı NATO üyesi olmasının da fazla bir yer tutmayacağı, son çıkışlarından anlaşılıyor.
Peki nasıl değerlendireceğiz MOSSAD’In bu eski üst düzey istihbarat başkanının sözlerini?
İsterseniz “İsrail propagandası yapan bir konuşma” olarak görebilirsiniz.
İsterseniz, İsrail’in önümüzdeki dönemde Orta Doğu’ya ait analizleri nedir bunu anlamak için okuyabilirsiniz.
Böyle okuduğunuz taktirde bu konuşmada bizi çok yakından ilgilendiren bazı somut bilgileri de görebilirsiniz.
İsterseniz bunları alt alta yazayım:
“Ait” istihbarat teşkilatından gelen 8 istihbarat alt alta yazılınca
(*) İran ve Lübnan Hizbullah’ı uzunca bir süre kendine gelemeyecek durumda.
(*) İran’ın hava savunma sistemi ve kendini en güçlü hissettiği “Ground ta Ground” yerden yere füzeleri büyük ölçüde tahrip edildi.
(*) İran’ın ve öteki cihatçı örgütlerin bundan sonraki hedefi Ürdün olabilir.
(*) Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan ve Fas arasındaki iş birliği 7 Ekim sonrası Gazze krizinden fazla hasar almadan çıktı.
(*) Biz henüz “çelik kubbemizi” tamamlayamadan İsrail “lazer kubbeyi” kurmaya doğru gidiyor.
(*) İsrail, eski bir yetkilisinin ağzından bölgedeki bütün ülkelerin liderlerine üstü örtülü bir tehditte bulunuyor: “Elimizde Hizbullah’a yaptığı pager tarzı operasyonları devlet düzeyinde de yapabiliriz.”
(*) Erdoğan’ın Suriye olayından güçlenerek çıktığını kabul ediyorlar, ancak tam hedefleri konusunda henüz bilgiye sahip değiller.
(*) Türkiye’de muhalefet İsrail ile ilişkilerin kesilmesi için alabildiğine baskı yaparken Körfez ülkeleri uçuşlara bile devam ediyor.
…
Esad’ı deviren iki güç Türkiye ile İsrail şimdi bölgede karşı karşıya.
Önlerinde iki yol var.
Bölgede çatışacaklar mı…
Yoksa iş birliğine mi gidecekler…
Aklın yolu ikincisi…
Aralarında bir savaş çıkması için iki tarafın yöneticilerinin de çıldırmış olması gerekir.
Hepimiz biliyoruz ki böyle bir savaş iki ülke için de tam bir felaket olur.
Hakan Fidan-Erdoğan-İbrahim Kalın
Türkiye’de kimlere güveniyorum, kimlerden korkuyorum?
Ben Türkiye’de üç insana ve bir merkez partiye güveniyorum.
(*) Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gerçekçiliği ve esnekliğine.
(*) Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın akılcı, itidalli üslup ve siyasetine.
(*) MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın, İsrail dahil bölgedeki bütün ülkelerin istihbarat kuruluşlarının başkanlarıyla direkt konuşma imkânına sahip olması.
Ayrıca ana muhalefet olarak CHP’nin de akılcı bir siyaset izleyeceğine eminim.
Güvenmediğim şey;
İki tarafın belagat şehveti…
Şu kritik dönemde iki ülke lideri ve yöneticilerinin belagat şehvetine kapılmadan, sakin konuşmalarında yarar var.
Tabii bir de özellikle iktidar yanlısı şuursuz medya mensupları, konuşan kafaları ve fetihçi trollerin aptallıkları.
Bunlardan da uzak durmak herkesin menfaatine…
Jarusalem Post‘a göre komite, hazırladığı kapsamlı raporu üst düzey yetkililere sundu. Rapor, Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki etkisini yeniden kazanma çabalarının İsrail için ciddi bir tehdit oluşturduğunu vurguluyor.
Komite, özellikle Suriye’deki Türkiye destekli grupların İsrail’in güvenliğine yönelik yeni ve güçlü bir tehdit yaratabileceği uyarısında bulunuyor. Rapor, bu tehdidin İran kaynaklı tehditten bile daha tehlikeli olabileceğini belirtiyor. Uzmanlar, Türkiye’nin vekil güçler aracılığıyla bölgesel istikrarı bozabileceğini söylüyor.
Nagel Komitesi, Türkiye tehdidine karşı kapsamlı bir savunma planı öneriyor.
Plan, savunma bütçesinin beş yıl boyunca yıllık 15 milyar şekel (yaklaşık 4.1 milyar dolar) artırılmasını içeriyor. İsrail Savunma Kuvvetleri’nin uzun menzilli vuruş kabiliyetini artırmak için yeni F-15 savaş uçakları, yakıt ikmal uçakları, insansız hava araçları ve uydu sistemleri alınması planlanıyor.
Ülkenin hava savunma sistemleri güçlendirilmesi de önerilenler arasında. Bu kapsamda Demir Kubbe, David Sapanı ve Arrow sistemleri modernize edilecek. Ayrıca yeni geliştirilen lazer tabanlı Demir Işın savunma sistemi de devreye alınacak. Ürdün Vadisi boyunca tahkimatlı bir güvenlik bariyeri inşa edilmesi planlanıyor.
Bar-Ilan Üniversitesi akademisyeni Steinberg, Rusya’daki Musevi toplumunun sitesi STMEGİ’ye Azerbaycan-İsrail ve Türkiye-İsrail ilişkilerini değerlendirdi. Steinberg, Suriye’de Beşar Esad rejiminin devrilmesi de dahil olmak üzere Orta Doğu’daki mevcut istikrarsızlığın Tahran’ın konumunu zayıflattığını söyledi. Steinberg, “İran’ın mali ve askeri zorluklarının yanı sıra uluslararası izolasyonu da kırılganlık yaratıyor. Nükleer programı İsrail ve tüm bölge için önemli tehdit. İsrail’in askeri stratejisi, İran hedeflerine yönelik ve nükleer silahlarının gelişimini yavaşlatan saldırıları da dahil olmak üzere caydırıcılığı amaçlıyor” dedi.
Esad rejiminin devrilmesinin ardından Türkiye’nin bölgedeki öneminin arttığına işaret eden Steinberg, “Ankara, Suriye’de iktidar değişikliğinde yer alan grupları aktif olarak destekledi. Bu da Türkiye’nin stratejik hedeflerini ortaya koyuyor” dedi.
Türkiye’nin bölgesel ortaklarıyla birlikte çalışarak Orta Doğu’da lider rolünü güçlendirdiğini vurgulayan Steinberg, “Bu, sadece İran’ın etkisine karşı koymaya değil, aynı zamanda bölgede yeni bir istikrar mimarisi oluşturmaya da olanak sağlıyor” dedi.
Muhabirin, Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin iyileşme olasılığına ilişkin sorusu üzerine Steinberg, “İki ülkenin ekonomik ve stratejik çıkarları, özellikle bölgesel güvenlik alanında iş birliğinin temelini oluşturuyor. Ortak zorluklar ve tehditler göz önüne alındığında, zorlu tarihimiz daha fazla yakınlaşmayı dışlamıyor. Her ne kadar acil değişiklikler beklenmese de, iş birliğinin gidişatı, özellikle stratejik alanlarda kademeli bir iyileşmeye işaret ediyor” diye konuştu.
Steinberg, İsrail-Azerbaycan iş birliğinin yoğun ticari ve teknolojik ilişkilerin yanı sıra askeri alanı da içeren güçlü temellere sahip olduğunu kaydetti. Özellikle Tel Aviv ile Bakü arasındaki uçuş sayısındaki artışın iki ülke arasındaki yüksek düzeyli iş birliğini yansıttığını belirten Steinberg, “İsrail ile Azerbaycan arasındaki ilişkileri baltalama girişimleri çeşitli dış güçler kaynaklı. Fakat ülkeler arasındaki ortak çıkarlar ve stratejik ilişkiler bu bağların sürdürülmesi sağlıyor” dedi.
https://medyagunlugu.com/turkiye-israil-iliskileri-duzelecek/
“Suriye’de şu an itibariyle en büyük kazanan İsrail gibi görünüyor. İsrail sadece Suriye içinde kontrol ettiği alanı Golan Tepelerinin ötesine genişletmekle kalmadı, aynı zamanda Suriye’de nihayetinde nasıl bir rejim kurulursa kurulsun yakın bir gelecekte ciddi bir askeri kapasite gelişmesini engelleyecek şekilde Suriye’nin askeri altyapısını tahrip etti. Ama en önemlisi, İran’ın Suriye’deki varlığını ortadan kaldırdı, Lübnan’da Hizbullah’la olan doğrudan kara bağlantısını kopardı ve en genel anlamıyla İran’ın üzerindeki basıncı ciddi olarak arttırdı.” - Dr. Can Cemgil
“İsrail’in İran’ın Şam Büyükelçiliği’ne yönelik hava bombardımanı sonrasında İran’ın yüksek rütbeli askerlerinin öldürülmesi, İran’la İsrail’i karşı karşıya getirdi. Karşılıklı misillemelerin yanında Tahran’da bulunan Hamas’ın siyasi kanat lideri İsmail Heniye’nin yatak odasında İsrail’ce düzenlenen suikastla öldürülmesi (31 Temmuz), yine Hizbullah lideri Nasrallah’ın İsrail bombardımanında hayatını kaybetmesi (27 Eylül) İran’ı İsrail’e doğrudan karşılık vermeye zorladı. Balistik füzelerinin kullanıldığı bu saldırıda İsrail’in bazı askeri hedefleri vurulsa da ciddi bir hasar ve can kaybı yaşanmadı. Karşılığında İsrail 26 Ekim’de İran’ın hava savunma sistemlerine ve füze üretim tesislerine yönelik kapsamlı bir saldırı gerçekleştirdi. Bu İran’ın kendini savunma kapasitesine ciddi bir darbe oldu.
2024 biterken İsrail’in Esad rejiminin düşmesinin ardından Suriye’nin neredeyse tüm askeri tesislerini son derece yoğun bir hava saldırısıyla hedef aldı ve Suriye’nin askeri kapasitesini dumura uğrattı.”
“İsrail ve Filistin Sorunu dendiğinde ilk akla gelmesi gereken büyük güç, İsrail’in stratejik müttefiki ve bir numaralı hamisi ABD’dir. Yeni kurulacak Trump Kabinesinin aday gösterilen isimlerle şimdiye kadarki ABD hükümetleri içerisinde en İsrail yanlısı hükümet olması muhtemeldir. Trump’ın İsrail büyükelçisi yapmak istediği Mike Huckabee’nin de sıkı bir evangelist olduğunu biliyoruz. Yeni görevinde İsrail’i canla başla savunmaya devam edeceğini tahmin edebiliriz. Huckabee daha önce “Filistinli diye bir şey yoktur” demesiyle ve İsrail’in Batı Şeria’yı ilhak etmesi gerektiğini ileri sürmesiyle tanınıyor. Trump Hükümetine destek veren hem İsrail lobisinin hem de evangelist lobinin önümüzdeki dönemde İran’ı ve bölgedeki müttefikleri hedef alacaklarını öngörmek mümkün. Bunu yaparken de İsrail’in yerleşimci politikalarını, Gazze nüfusunun önemli bir kısmını zorunlu göçe tabi tutma emellerini de destekleyeceklerini söyleyebiliriz.” - Dr. Erhan Keleşoğlu
https://www.gazeteduvar.com.tr/2025te-dunya-suriye-ve-israil-filistin-makale-1747809
Bizim için önümüzdeki dönemin en önemli üçüncü olayı, Trump’un iki hafta sonra iktidarı devralmasıdır. Bu konuda da epey mürekkep akıtıldı. Bazı yorumcular, Biden’dan farklı olarak demokrasimizin özürlü olmasına pek dikkat etmeyeceği, yine ondan farklı olarak kurumsal yöntemler yerine kişisel ilişkilere önem vereceği, bunun da kendisiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında haberleşme kanallarının açılmasına imkân sağlayacağı beklentisiyle Beyaz Saraya girmesini sabırsızlıkla bekliyorlar. Başkaları ise Trump’un istikrarsızlığına, etrafına topladığı ekibin kilit noktalarında yer alan bazı isimlerin ülkemize çok sıcak bakmadıklarına işaret ederek pek de iyimser gözükmemektedir. Trump’un NATO ile ilişkileri ve özellikle Ukrayna savaşına bakış açısı belirsizliğini korumakla beraber, kesin bir şey varsa o da İsrail ile ilişkilerinin sıcaklığıdır. Bu bile İsrail hükümeti ile atılmış gözüken ancak anlaşıldığı kadar tamamen kopmamış ilişkilerin normalleştirilmesini gerektirecek bir husustur. İlginçtir Gazze savaşı başladıktan sonra merkeze çağrılan Tel Aviv Büyükelçimiz, Büyükelçiliğin websayfasına bakılırsa hala görevde gözükmektedir. Bu bile bağları kopartmama iradesinin bir işaretidir.
https://serbestiyet.com/featured/yeni-yila-baslarken-192938/
Trump’ın Orta Doğu’daki önceliği İsrail’in güvenliğini sağlamak. Bunun iç siyaset kaynaklı nedenleri de var. Sonraki öncelik İran ve Körfez’deki enerji güvenliği. Türkiye öncelikler listesinde daha alt sıralarda geliyor.
Trump ilk döneminde İsrail’in başkentini Kudüs’e taşımasını, Golan Tepeleri’ni ilhakını, İbrahimi Anlaşmaları’nı destekledi. Kudüs’te ABD Büyükelçiliği bir yerleşke bile açtı. Bunu kenarda not edelim.
Trump’ın, İsrail konusunda ve Filistin meselesinde Türkiye’nin bekleyebileceği adımların aksi yönde pozisyon alması yüksek olasılıktır. Bunu yaparken, Türkiye’nin sürekli gündemde tuttuğu, iç politikada taraftar kitlesi nezdinde çok revaçta olan Filistin davası, Kudüs meselesi gibi konuların kitleleri heyecanlandıran fakat içi boş bir popülist söylemden ibaret olduğu gerçeğinden hareket edecektir. Zira, Trump Türkiye’nin söylemlerinin İsrail’e fiilen zarar vermediğini, ikili ticaretin son bir yılda kesintiye uğramadan devam ettiğini gayet iyi biliyor.
https://t24.com.tr/yazarlar/namik-tan/trump-doneminde-turkiye-abd-iliskileri-nasil-gelisebilir,47972
Evet. Rusya kabuğuna çekildi ve aslında “Ben Suriye için Amerika ile savaşmam” demiş oldu. Bu arada başka ne oldu? Hamas'ın 7 Ekim 2023 saldırısından sonra İsrail inanılmaz bir saldırganlığa girişti. Sadece Hamas'ı değil, bütün Filistin aktivizmini ve onun ötesine bütün Filistin halkını yok etmeye başladı. Bugün Birleşmiş Milletler artık bütün Gazze'yi güvensiz bölge ilan etti, “Artık orada yaşanmaz” diyor. Bu, Birleşmiş Milletler açısından büyük bir yenilgi itirafıdır.
Öte yandan 7 Ekim 2023’te başlayan süreçte 2024 İsrail’in askeri stratejisi bakımından büyük bir değişimi ortaya koydu. 30 Temmuz’dan itibaren, İsrail birkaç ay içinde Hizbullah ve Hamas'ın bütün üst kadrolarını öldürdü. İsrail bugüne kadar “Bana yakın bakanın fiyakasını bozarım” diyordu. Artık daha kimsenin bakmasına fırsat vermeden, tehdidi kaynağında yok ediyor. Bu önleyici savaş politikası Türkiye’nin Suriye’de izlediği savaş politikasına benziyor.
Suriye’de yaşanan dönüşümün en fazla etkileyeceği ülkelerden biri de kuşkusuz İsrail olacak. İsrail şimdiye kadar, İran’a yakın da olsa seküler karaktere sahip ve Rusya üzerinden her zaman “kontrol edilebilen” bir yönetim olan Baas rejimiyle komşu iken artık HTŞ gibi “İslamcı” bir komşu ile karşı karşıya kaldı. Bu durum hem İsrail hem de HTŞ açısından önemli meydan okumalar içeriyor.
Sahip olduğu Amerikan desteği sayesinde Ortadoğu’da istediği her yeri bombalayabileceğini düşünen İsrail, Suriye’de geçen haftalarda oluşan kaosu fırsata dönüştürerek ülkedeki silah ve mühimmat depoları ile askeri tesisleri vurdu. Kendi ifadesiyle Suriye’nin askeri gücünün yüzde 80’ini tahrip ettiğini ileri süren İsrail, bu şekilde kendisine yakın bölgelerde, kendisi için tehdit oluşturabilecek askeri altyapıyı ortadan kaldırma politikasının bir başka örneğini ortaya koydu. Ancak bu şekilde Suriye’deki yeni iktidarı da düşman olarak tanımlamış oldu. Bu durumda İsrail, Suriye’de güçlü ve istikrarlı bir yönetim istemediğini göstermiş oluyor ki bu politikanın kendisi için ciddi olumsuz sonuçlar doğurma ihtimali söz konusudur. Suriye’deki istikrarsızlık, Lübnan’dakine benzer şekilde, İsrail’in güvenliği açısından tehdit oluşturabilecek bağımsız ve kontrolsüz silahlı grupların bu ülkenin geleceğinde etkili olması anlamına gelebilir. Buna karşılık İsrail’in Mısır ve Ürdün örneklerinde olduğu gibi, daha istikrarlı ve kendi güvenliğini de garanti eden güçlü merkezi hükümetlerin olduğu modeli Suriye’ye uygulama şansı da var gibi görünmüyor. Zira HTŞ’nin “İslamcı” geçmişinin onun Mısır ve Ürdün’deki yönetimlere benzer şekilde, İsrail’in güvenliğine destek veren bir aktör olmasını engelleyeceği tahmin ediliyor.
Bu noktada HTŞ’nin ikilemine de değinmek gerekir. Bugüne kadar “Şam’ın ardından Kudüs’ün kurtarılması” hedefinden bahseden bu “İslamcı” örgütün şimdi sınır komşusu olduğu İsrail’e karşı nasıl bir politika izleyeceği, kendisine yönelik algının bundan sonra nasıl şekilleneceği açısından olduğu kadar Suriye’nin geleceği açısından da belirleyici olacaktır. Siyonizmin ABD ve diğer Batılı ülkelerde sahip olduğu güç ve destek düşünüldüğünde, Şam’daki yeni yönetimin İsrail’i doğrudan hedef alması, bu savaşta büyük kayıplar vermesi anlamına gelecektir. İsrail saldırganlığına karşı yeterli tepki göstermemesi ise daha önce Hizbullah ve İran’ın maruz kaldığı “neden İsrail’e karşı bir şey yapmıyorsunuz” eleştirilerine maruz kalmasına yol açacaktır.
https://kriterdergi.com/dosya-suriye/yeni-suriyenin-iran-rusya-ve-israil-icin-anlami
İsrail halkının önemli bir kısmının da "barış istediğini" dikkate almadan siyaset üretene, en azından akılsız denir... Yaa da ideolojik körlükle "en iyi Yahudi ölü Yahudi" diye bakan cılız beyinlerin işidir..
https://x.com/AdelinaSfishta/status/1878410043491570017
Öyle ya da böyle, 7 Ekim soruşturmasıyla ilgili bir devlet soruşturma komisyonu kurulmalı. Kurulmazsa diye sokaklar sarsılmalı, sağır edecek kadar bağırılmalı. Halkın ezici bir çoğunluğu bu komisyonun kurulmasını destekliyor. Yine de kurulamıyor. Eski bir devlet savcı yardımcısı olan Yehuda Sheffer geçen hafta bir fikir önerdi: İlk aşamada, İsrail'in işlediği savaş suçları iddialarını soruşturmak için sınırlı bir yetkiyle bir devlet soruşturma komisyonu kurulacak (bu, Lahey'de bize yardımcı olacak).
Komisyonda yer alanlar bilindikten sonra, hükümet görev süresini genişletebilir. Hükümet Ehud Barak komiteye başkanlık, etmediğini ve sadece tarafsız profesyonellerden oluştuğunu görünce (inanıyorum ki tüm taraflarca kabul edilen Yargıç Elyakim Rubinstein başkanlık edecek), komitenin görev süresi 7 Ekim'den önceki olaylara ve katliamın nedenlerine ilişkin bir soruşturmayı içerecek şekilde genişletilebilecektir
17'nci yüzyıl İzmir'i ve Amsterdam'ı birlikte yaşamın sembolleri olduğu kadar, Yahudiler için sürgünün ağırlığının ve kurtuluş özleminin derin şekilde hissedildiği yerlerdir de aynı zamanda.
Bu ortak bağlamda Spinoza ve Sevi, Reconquista sonrası kökünü kaybetmiş bir ağacın birbirinden uzakta filizlenen iki farklı tomurcuğunu temsil ediyordu: Biri rasyonel berraklığa doğru filizlenirken diğeri mistik bir aşkınlığa doğru kök salıyordu.
Ama bu iki filizin de sonu tıpkı kökleri gibi ortak değerlere dayanıyordu: Vatandaşlık, yurttaşlık ve laiklik (laikliği burada dini özgürlük anlamında sınırlı bir şekilde anlamalıyız).
Spinoza'nın Sabatay Sevi konusundaki sessizliği, bize elbette daha birçok soru bırakıyor.
Akla ilk gelenleri elbette yukarıda da sorduklarımız:
Spinoza'nın sessizliğinin felsefi duruş mu, yoksa insanın irrasyonel umutlarına dair daha karmaşık bir yüzleşmeyi gizleyen bir suskunluk mu?
G. E. Moore yoluyla Spinoza'nın Tractatus'unun isim babalığını yaptığı bir başka Tractatus'un, Wittgenstein'ın Tractatus Logico-Philosophicus'unun sessizliği salık veren yedinci maddesi uyarınca bu konu üzerine konuşabileceğimiz tek şey, Spinoza ve Sevi'nin çağlarının akıl ve iman ürünleri olduğudur.
Ama konuşamasak da bir fenomen daha belirir burada… sorusu formüle edilmeyi hak eden bir fenomen:
Nasıl ki ardıllar öncülleri şekillendirirse, Spinoza'nın bu sessizliği de gerçekten Wittgenstein'ın sessizliğinden mi ibarettir?
Yani Spinoza, Sevi üzerine konuşamayacağı için mi bir kabul yahut ret yerine susmuş ve onu temaşa etmiştir?