Dünyanın önde gelen şehirlerinde yaşamını sürdürürken üretimine ve sanatına İstanbul´da devam etme kararı alan genç sanatçı Rosalie Alexandra Anter´in ilk kişisel sergisi, geçtiğimiz günlerde Kurşunlu Han Arthan Gallery´de yer aldı. İstanbul´da doğan, ABD´de büyüyen Anter kökler, kimlik, kişilik, iletişim ve bireyler arası bağlantı kavramlarını anlamaya çalıştığını söylese de ben, alanında bir hayli köklenmiş, etrafa ışık saçan, iletişimi net, pırıl pırıl bir sanatçı ile tanıştığımı düşünüyorum.
Rosalie Alexandra Anter’in Arthan Gallery’de açtığı 'Living Room-Salon' isimli sergisinin yaratım sürecine kendi salonunda başlamış. Sergide yer alan resim ve çizim serisi; içgüdüden gelen bir üretimi takiben, yoğun bir gözlem sürecinin ardından gelen soyut, duygusal ifadelerin ürünleri…
“Bu çalışmalar, insanın var olmaya, hissetmeye ve serbest bırakmaya dair mücadelesi üzerine. Temelde, dış dünyanın uyarıcılarına ve olaylarına karşı bir insanın, genç bir kadının, yalnızlık ve hassasiyet durumunun bir portresi. Tıpkı bir ağacın dış etkenler tarafından etkilenmesi ve bu olaylara karşı verdiği tepkiler gibi, ben de dünyaya eserlerimle tepki veriyorum.”
Genç yaşınıza rağmen oldukça hareketli bir yaşamınız olmuş. Şalom okuyucuları için kendinizi tanıtır mısınız?
13 yaşındayken ailemle beraber Florida’ya taşındık. Yeni bir ülke ve adetlere alışmak başta zordu. 8. sınıf ve liseyi orada geçirdikten sonra Boston’da School of the Museum of Fine Arts’a gittim. Zamanla Amerika’nın bireysel hayat şekline adapte oldum. Boston’da disiplinler arası güzel sanatlar okuduktan sonra bir sene İstanbul’daydım. Sonra iki sene Tel Aviv’de geçirdim. Şimdi ise, uzun vakitler sonra tekrar Türkiye’deyim.
Tel Aviv, Boston ve Londra’da katıldığınız sergiler ve fuardan sonra İstanbul’da ilk kişisel serginizi açtınız. ‘Living Room-Salon’ adını verdiğiniz bu sergiyi, başlığına da değinerek anlatır mısınız?
Yıllar sonra doğduğum yere dönmek beni bir ‘güvenli alan’ arayışına soktu. Salonumda otururken bir yer hayal etmeye başlamıştım, içine girip bütün hislerimi ve kendimi özgür bırakabildiğim, rahatlayabildiğim, dini ibadet yeri gibi ama tek başıma durabildiğim bir güvenli alan. Bu alanı hayal ederken ve keşfederken aslında bir salonun da kendi başına bir güvenli alan olarak tanımlanabileceğini fark ettim. Tek veya paylaşılan bu alanda, birçok hissi aynı anda tecrübe edebiliyoruz. Sevgi ve neşeyle buluştuğumuz zamanlar da oluyor, öfke ve sertlikle buluştuğumuz anlar da. Salon aslında tüm hislerimizin bir ziyaretçi gibi gelip gittiği bir yer. Sergide bulunan eserlerin birçoğunun üretimine de salonumda başlanmış ve hepsi içgüdüsel bir yerden üretimini tamamlıyor. Bir salonun içinde barınan insanlarla yakın teması, benim için orayı hem rahatlatıcı hem de herhangi bir duygunun ortaya çıkabileceği bir yer yapıyor.
Her ne kadar babaannenizi şahsen tanımasam da benim ve sanırım birçok kişi için etrafına ışık saçan gülümsemesi, narin ve zarif duruşuyla Kipur gününde geldiği Şişli Sinagogu’nun vazgeçilmez simalarından biri olmuştur. Serginizde de aynı zarafette ‘Babaannemin Koltuğu’ adlı bir işiniz var, bunun hikâyesini anlatır mısınız?
Babaannem Gisele benim ve bütün ailem için hep ilham verici biri oldu. Kendine özgü duruşu, ışıklı varlığı, özel zevkleriyle bize hep yol gösterdi. ‘Babaannem Gisele La Tigresse’in Koltuğu’, onun ikonik koltuklarından birini resmedişimle ilgili. Bu koltuklar yıllardır ilgimi çeker, tahta oymalarıyla biraz vahşi bir yanları var ama aynı zamanda oturulan kısım yumuşak ve beyaza yakın bir kumaşla kaplı. Bu koltuğu yıllardır çizmek istiyordum, geçen senelerde çizimlerim daha sezgisel ve çağrışımsal bir yerden gelmeye başlayınca bu koltuğu da çizme vaktim gelmişti. Bunu çizerken ki, ilginç olay şu oldu; ilk koltuğun eskizini koltuğun karşısındayken çizdim, eve dönünce o eskizi tuvale geçirdim. Bu eskiz istediğim netlikle çıktı, gece olmuştu ben de uyumaya karar verdim. Uyumaya çalışırken sanki evimin atölye odasından bir çağrı gelmeye başladı, resim beni kendine çekiyor gibiydi. Bu çağrıyı reddedip müzik dinleyip uyumaya çalıştım. Olmadı, hâlâ mıknatıs gibi çekiliyordum resme doğru. Reddetmeye devam ettim, dizi izledim, dans ettim, şarkı söyledim ama asla hiçbir hareket bu gücün yerini tutamadı. Artık uyuyamayacağımı fark edince resmin başına geçtim ve sabaha kadar, mola vermeden, resme renklerle giriş yaptım. Uyanıp resme baktığımda resmin bitmiş olduğuna karar verdim. Belki de babaannemin içindeki ateş gibiydi bu resmin üretimi, yoğun ve kontrol edilmesi zor bir güç gibi. Bu resmin hüzünlü kısmı da rengârenk bir çerçevesi olmasına rağmen yastık kısımları boyanmamış, boş olması. Dış çerçevesinde hâlâ onun ışığını, rengini, parlaklığını görüyorduk ama içeride zayıflamaya başlamıştı gittikçe. Parçanın isminde yer alan ‘La Tigresse’ babaannemin gençliğinde ona verilen takma isimdi, gücünü ve cesaretini temsil eden.
Resim pratiğinizde katmanları kullandığınızı söylediniz. Resimlerinizi nasıl yaptığınızı anlatır mısınız?
Resimlerimi yapma şeklim kullandığım mecraya göre değişebiliyor. Katmanlarla ilişkim, şu şekilde; aslında resme giren her katman farklı bir anın yansıması veya kaydı gibi. O yüzden katmanlarla çalışmak aslında resmin organik bir şekilde form bulmasına yardımcı oluyor. Bir katman bittikten sonra uzaklaşıp resimdeki etkiyi görüyor ve ona göre bir sonraki katmanın nasıl şekillenebileceğini ortaya çıkarabiliyorum. Serginin üst katındaki ‘2023’un salınım Kitapları’ndaysa noktalar üst üste gelerek bir şeklin ortaya çıkmasını sağlıyor. Katmanlar o şekli var ediyor. Bu formda aslında katmanların bir araya gelişi sayesinde resim karşımıza çıkıyor.
İşlerinizde portreler ve köklerimi kayıt altına alma arayışı var dediniz. Neden?
Köklerimi kayıt altına alma arayışı derken aslında benden önce gelenlerin parçalarını taşımak ve sadece bugünden değil de köklerime bağlantı kuran bir yerden üretmek ilgimi çekiyor. Sanki birçok hikâye var yaşanmış veya hayal edilmiş ve o hikâyelere bağlantı kurduğumda kendimi daha çok anda hissedebiliyorum. Aslında bu hikâyeleri düşünmekten ziyade bedensel ve ruhani bir yerden bağlantıya geçmek benim isteğim. Sanki o bağlantı güçlü olduğunda, ben de daha köklenmiş hissedebiliyorum. Portrelerde karşımdakini anlamak, kendimi anlamak, karşımdakiyle bağ kurmak, farklılıklarımız veya benzerliklerimize ışık tutmak, başkasındaki kendimi bulmak, kendimdeki yansımaları bulmak, karşımdaki insani gördüğüm gibi yansıtmak ve aramızdaki boşluğu keşfetmek ilgimi çekiyor.
Çocukken ayrıldığınız İstanbul’a şimdi bir sanatçı olarak döndünüz. Buraya dönmek, burada sanatçı olmak nasıl bir duygu? İstanbul sizi nasıl karşıladı?
Buraya dönmek ilginç bir his; hem ait hissediyorum hem de yabancı. Ailemle yakın yaşamak uzun zamandır deneyimlemediğim bir şey oldu, birçok anlamda aileyle yakınlaşmak hoşuma gitti ve aslında aidiyet bulmamı da sağladı. İstanbul'un kaotik ve hareketli yaşamına hâlâ tamamen ayak uydurabildiğimi hissetmiyorum. Buraya gelmeden önce bir sene boyunca Alaçatı’da yaşadım. Oradan sonra ani bir değişim oldu. Ama şehirde olmak kesinlikle karmaşasıyla beraber üretim açısından çok motive edici. Aynı zamanda da şanslı hissediyorum resme kendimi verebildiğim için.