Bir çırpıda bitirilen, özellikle beşinci bölümü ile Yahudi cemaatine sıcacık bir selam çakan ´Adsız Aşıklar´ dizisi gerek karakter odaklı bölüm bazlı hikâye formatıyla gerek diyalogları ile yabancı bir diziden uyarlanmış gibi duruyordu. Bir Türk yapımı olduğunu görünce gelen gurur, senaristin isminin beynime kazınması ve onun peşine düşerek bir söyleşi yapma fikri simültane gelişti. Dizinin yaratıcı yapımcısı Başar Başaran´ın kendi deyimi ile ´espeso´ kişiliği üzerine temellendirdiği Cem ve aşk konusunda birebir aynı çizgide olduğu Hazal´ı izlerken aşk üzerine hummalı bir iç tartışmaya sürüklendiğinizi fark edeceksiniz. Sevgililer Günü yaklaşırken bu röportajın bir nebze netlik sağlaması ve aşk için ilham kaynağı olması dileğiyle.
Başar Başaran ismini unutmamak üzere
Kafa Dergisi ve BirGün gazetesindeki yazılarınızla, kitaplarınızla entelektüel çevrede tanınan bir isimsiniz. Adsız Aşıklar ile artık herkesin radarına girdiniz. Genellikle ünlü oyuncuların isimlerini ezbere biliriz ama senaristler hak ettikleri kadar hafızalarda yer etmiyor. Adınız iyice zihnimize kazınsın. Sizi tanıyabilir miyiz?
İstanbullu bir ailenin çocuğuyum. Babam Kıbrıs’ta yaşamaya başlayınca ikili bir hayatım oldu. Bankacılık-Finans okudum, sonra gazeteciliğe bulaştım. Ama romancı olmak istiyordum. O meyanda felsefe yüksek lisansına başladım. Yolumuz yazar Alev Alatlı ile kesişti; bir usta-çırak ilişkimiz oldu. Birlikte TV programları yaptık. Gazetecilik, romancılık, akademisyen gibi bir meslek hayatı hayal ederken günün birinde 2010’da Kemal Tahir’in bir kitabının uyarlanması gerekiyordu. Alev Hoca’ya sormuşlar çünkü kendisi Kemal Tahir’in uzmanıdır. Beni tavsiye etti. Kendimi bir anda senarist olarak buldum. O günden beri senaryolar yazıyorum, yapımcılık yapıyorum; birçok dizide çalıştım. Ama romanı da bırakmadım. ‘Amsterdam’ adlı kitabım felsefe altyapısı olan, sorular soran, huzursuz karakterleri anlatan bir kitap. ‘Aşık Kral’ diye başka bir kitabım var. On yıldır Kafa dergisini çıkarıyoruz. Üniversitelerde ve başka yerlerde hikaye anlatıcılığı eğitimleri vermeye başladım. Günün sonunda bir hikaye anlatıcısı olarak hayatımı geçindiriyorum. Adsız Aşıklar kendi başıma yazdığım en özgün ve yapımcı ortağı olduğum işim.
Dizide Cem’a ait şiir kitabındaki “Utanması olsa, bizim ona değil, güneşin bize bakamaması lazım” dizesini 2015’te Kafa dergisine yazmışsınız. Dizinin ana karakteri Cem’e kendinizden ne kadar kattınız?
Çok kattım. Cem de benim gibi anksiyeteli, huzursuz, vesveseli yani ‘espeso’! Espeso’dur Cem. Bu espeso hali çok benziyor bana. Meseleler üzerine fazla düşünürüm. Aslında bu dizeyi bölüme katmamdaki sebep Kafa okurlarına bir selam çakmaktı. Çok sevindim yakalanmış olmasına.
Adsız Aşıklar’ın hikaye dokusu
Dizinin oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
Birincisi, dünyadan izole, sadece kendi derdi için bir araya gelmiş insanları anlatmak istiyordum. Bu bir akıl hastanesi, huzur evi, rehabilitasyon merkezi ya da bir wellness merkezi olabilirdi. İkincisi ise, yaşadığımız çağı yansıtmalıydı. Biz ruhla bedenin itişip kakıştığı, insanın ruhunu bastırıp bedenini öncelediği bir döneme denk geldik; bedensel hazlar, gurmelik, zindelik, giyim kuşamımız, hiç yaşlanmayacak gibi yapılan müdahaleler… Bedenle bozmuş, ruhu unutmuş bir güruhuz. Amsterdam kitabım da bunu anlatır. Ruh kendini nasıl hatırlatır acaba insana? Dedim ki aşık olarak hatırlatır. İdeoloji ya da sanat ile de hatırlatır aslında ama bunlar dönemlerle uzun çalışmalar sonucu gelişen, insanın bir arka planına ihtiyaç duyduğu şeyler. Ama aşk öyle primitif bir duygu ki ruhun en sert “Ben buradayım” demesi bedene. Sınıf farkı, eğitim, politik görüş, zamanlama göz etmiyor. İbrahim Tatlıses 50 yaşında Aydın Doğan’a “Asena’yı bana al, baba!” diye ağlıyor. Aşk, insanın kibirli haline ruh tarafından atılan bir tokattır. Ruhu anlatacaksam aşktan ve izole bir hayattan anlatacağım dedim ve Aşk Hastanesi oldu. Ben İstanbulluyum. Aşkı İstanbul üzerinden anlatmak istedim. Türk dizilerinden alıştığımız drone görüntülerinin, Kapalı Çarşı’nın olduğu İstanbul değil de İstanbul’u bir şehir hayatı olarak ele alıp, bu hayatın içinde insanların yalnızlığı üzerinden bir aşk anlatmak istedim. Bu yüzden unsurlar hep İstanbul’a dair oldu. Bu üçünü birleştirince bu proje ortaya çıkmış oldu.
Dizide her bölümde bir dava eşliğinde birçok aşk çeşidi olduğunu görüyoruz. Bunlardan kısaca bahsettikten sonra en çok eğlendiğiniz bölümü söyler misiniz?
Genç aşkı, yaş farkı olan aşk, aldatılan kadın, evlilik rutininden sıkılıp dışarıda derinlik arayışında olan kadının düştüğü tufa… Birçok aşk versiyonu anlatıyoruz dizide. Hatta bazılarının filmi yapılır. Ama en çok hangi çifti özlüyorsunuz dediğinizde son bölümdeki modacı çiftinin o deli, o alışılmışın dışındaki hallerine bayılıyorum.
İki zıt karakterin aşka yine zıt bakış açılarıyla çözdükleri davalarda kimin ne zaman haklı çıkacağına nasıl karar verdiniz? Öyle bir denge kurmuşsunuz ki, bazen de ters köşe yapıyorsunuz. Seyirci net Cem’ci ya da Hilal’cı olamıyor.
O sürekli yer değiştirmeleri dizinin en güzel yeri. İşi organik kılıyor. Ortada bir tartışma var. Ben seyircinin de yanındakiyle tartışmasını istiyorum. Biri öyle düşünsün biri öyle. Dizi devam ederken yer değiştirsinler çünkü hayat da öyle bir şey. İnsan durumlara göre pozisyon değiştirebiliyor.
Yahudi bir aileyi anlatma kararı
Bir topluluğu anlatırken en büyük tehlike, klişelere düşmek. Dizide Türk Yahudi Toplumunu hiç rencide etmeyecek şekilde, Yahudi aile yapısına çok sahici bir bakışla yaklaştığınız beşinci bölüm var. Bunun için önce teşekkür etmek isterim. Nereden geldi aklınıza böyle bir bölüm yazmak? Üstelik, savaşın gölgesinde Yahudilere yönelik olumsuz algıların arttığı bir dönemde böyle bir hikâyeyi anlatmak cesur bir tercih.
Benim için çok önemliydi. İstanbul Musevilerini anlatacağım, onlar sevecek mi? Bayıldığım bir insan tipi bu, İmparatorluktan bu yana Müslüman çoğunluk bir ülkede yaşayan dünyadaki az sayıda Yahudi cemaatlerinden biri. Yahudi evleri mizah doludur, çok gülünür, telaşe, karmaşa bir yandan. Bir de İstanbul onlardır. Tabi ki İstanbul örneğin Rumlardır da ama bu cemaat İstanbul’u İstanbul yapandır. Yahudi cemaatini de o cemaat yapan İstanbul’dur. Bugün Tel Aviv’e yerleşmiş arkadaşlarımdan aynı hissiyatı bulamadıklarını duyuyorum. Osmanlı’dan beri yıllarla yoğrulmuş İstanbul’un harmanladığı bir kültür bu. Bir şey itiraf edeceğim, kaş yaparken göz çıkarmaktan çok korktum. Aynı zamanda kolektif bir iş bu. Ben bir şey yazarım ama setteki onu öyle oynamayabilir, öyle çekmeyebilir. İki ucu keskin bıçaktı. Çok iyi bir şey yapmak isterken çok kötü bir şey çıkabilirdi. Derdimi de kimseye anlatamazdım.
Bu bölümü yazarken kimden yardım aldınız? Yardım aldınız mı diye sormuyorum bakın, çok eminim çünkü çok ince detaylar var. Reşat’tan balık, dede Moris’in kaşınması ve sürekli hava durumu izlemesi, İzzet’e İzoş denmesi.
Anneanne ve dedemin komşusu Yahudi bir çiftti. İki ailenin de maddi sıkıntısı oldu ve evlerinin kirasını ödemeyecek hale gelince tek eve çıkmaya karar verdiler. Tam o sırada annem de boşandı; biz de annemle o eve geldik. Hatta annemin sonradan evleneceği ikinci eşi de bizimle yaşamaya başladı. Günün sonunda biz üç aile bir evde yaşadık. Dolayısıyla o Şabat yemeklerini bizzat yaşadım, torunlarla arkadaşlık ettim. Derneğe bile adımın Marko olduğunu söyleyip kaçak girmişliğim var. Az zaman değil, iki-üç sene zaman geçirdim onlarla. O insanlar -ki dizide gerçek isimlerini kullandım- annemin hala en yakın arkadaşları. Bir tür aileyiz. O aileyi çok yazmak istiyordum. Sezai Altekin’in oynadığı Moris Amca’yı kaybettik üç sene önce. Bir de tam sizinle buluşmadan önce Sezai Altekin’i de Bodrum’da kaybettiğimizi öğrendim. Son rolü Moris oldu.
Neden çocukluk aşkı temasını işlemek için Yahudi bir aile seçtiniz?
Kendi çocukluğuma dönmem gerekiyor. 16-17 yaşımızda, ‘Cudyo’ İzzet’in de Müslüman flörtleri olduğu zaman ailede o kadar sert olmasa da küçük bir gerilim olurdu. Ben de sizin toplumda olduğum için benim de beğendiğim Musevi bir kız olduğunda yaşanan gerilimi bilirim. Temel meselem bu bölümde çocukluk aşkını değil de aile kavramını işlemekti. Bunun için Yahudilerin şu önde gelen özelliklerini yazdım; bir yaşama tutunmaları, iki neşeleri. Dikkat edin, Cem karakteri ‘ailesizlik’ hissediyor. Ben de boşanmış bir ailenin çocuğu olarak bu aileyle zaman geçirdim. O hissiyatı tanıyorum. Onlar o kadar birbirine ait ve hiç sorgulanmaz biçimde iç içe geçmişlerdi ki onlardan biri olmama duygusuyla benim parçalanmış ailemin hissiyatını daha ağır yaşardım. Dışarlıklı gözle de bakıyordum ama bir yandan içlerindeydim. Benim için en çok anlatmayı istediğim hikayeydi.
Aşkın anatomisi
Cem aşkı bir hastalık olarak görüyor, Hazal ise şifa. Peki, Başar Başaran ne diyor? Aşkı bir hastalık gibi görüp tedavi etmeye çalışanlar mı yoksa onu şifa sanıp sorgusuzca teslim olanlar mı daha mutlu olur?
Ben çok Hazal gibiyim. Aşkın çok devrimci olduğunu düşünüyorum. Geliyor ve insanın hayatını darmaduman ediyor, yıkıp yeniden yapıyor. Buna açık olacak bir kalbi muhafaza edebilmek gerekiyor. Modern insan bugün kendini korumaya alıyor, menfaatleriyle davranıyor, çok rasyonel. Kaybedeceklerimizin korkusu bizim yaşantımızı belirliyor. Büyük bir anksiyete ve gelecek korkusuyla yaşıyoruz. Freud’a soruyorlar: Sağlıklı insan nedir? Diyor ki sevebilen ve üretebilen insandır. Demek ki sevebilmek ruh sağlığının göstergesi. Kalbin sevebilme kapasitesini kaybetmeyip bir aşk geldiğinde ona hazır olacak saflığı, darmaduman olabilecek cesareti ve kalbin özgünlüğünü göstermek lazım. Kalbin etrafına sürekli bir şey sarıyoruz. Gündelik işler, konforun dışına çıkmamak, korku, özellikle menfaat. Ama aşk çok irrasyonel bir şey. Kalbin etrafına sardığımız şeyin adı rasyonalite. Aşkı dünyanın tek dönüştürücü gücü olarak kabul ediyorum. Ve elimizde tek kalan o. Dünyayı değiştirmek umudumuzdan çok koptuk, bunun için yeni bir fikir aklımıza gelmiyor. Dönüşüm belli ki fikirden çıkmayacak. Ama aşktan çıkabilir. Aşık olabilen yanımızı korursak eğer o bizim hayatı yıkmamız ve daha iyisini kurmamız için çok güzel bir neden. Bu yüzden aşkı devrimci buluyorum.
Dizide başta ana karakterlerin yaşamı olmak üzere birçok vakada ebeveyn-çocuk ilişkisinin kişinin aşk hayatını belirlediğini görüyoruz. Aşkı ya da eksikliğini nasıl tecrübe ettiğimizi anne baba ilişkilerimiz mi belirliyor?
Çoğunlukla evet. İlk rol modelimiz. Ben de bir babayım ve bunu çok düşünüyorum. Kızımla bir otobandan gidip geliyoruz. Sonra bir gün gelecek o çevre yolundan başka arabalar da geçecek, dolayısıyla onu sağlıklı bir yere bağlamak lazım. Örneğin kızınızla onu sürekli eleştirdiğiniz bir ilişkiniz olursa, o onu eleştiren biriyle o çevre yolundan bağ kuracak. Ya da onu çok şımarttınız, onu gerçeklerden kopardınız, aynı kozayı ona vadeden birini arayacak, bulamayınca üzülecek. O açtığınız yoldan bir tek siz gitmiyorsunuz. Aşk tabi ki aynı yerden şekillenecek.
Dizide aşkın hormonsal etkileri bilimsel gerçeklerle açıklanırken, bir yandan da aşkın EKG’sinin çekilmesi ya da birine aşık kanı verilmesi gibi fantastik olaylar görüyoruz. Sizce aşkı anlamaya çalışırken bilim bize gerçekten yeter mi, yoksa aşk doğası gereği biraz da bilimin açıklayamayacağı bir şey mi?
Bilimi aşkın semptomlarını, sonuçlarını gözlemlemek için kullanıyoruz ama onların hiçbiri neden değil ve beni neden ilgilendiriyor. Tamam, aşık olunca vücutta dopamin artıyor ama bana ne. Onlar teknik sonuç. Entelektüel olarak bizi ilgilendiriyor. MR’lara bakıyoruz aşık beyinle aşık olmayan beyni karşılaştırıyoruz. Ama nedeni mistik, metafizik.
Ama neyse ki aşkın olası acı sonuçlarına bilim çare yaratmaya çalışıyor.
Tabi ki işin sonunda Anna Karanina gibi trenin önüne atlamak da var. Bilim aşkı çalışmaya devam etsin de nedenini bulmaya uğraşmasın.
İkinci sezon
Dizinin devam sezonu geliyor gibi görünüyor, olacak mı?
İstiyoruz. Netflix ile görüşmeler halindeyiz. Ekranlarda izlemeniz en az iki sene sürer.
Beşinci bölümün ilk dakikalarında çok ince bir detay vardı. Mişel, Cem’e “Beni beş sene önce kurtarmıştın, oğlumu da kurtar” diyor. Ne yaşandı insan merak ediyor.
İkinci sezonda Mişel’in geçmişini çok anlatmak istiyorum. Bu Musevi aileyi geri getirebilirim. Kafamda daha kurmadım ama hissiyatım o.