Melissa Mey, sanatın her dalında ilham veren bir isim. Ancak onu diğer sanatçılardan ayıran, Küçük Prens gibi evrensel bir eseri farklı dil ve lehçelerle buluşturarak kültürler arasında bir bağ kurma tutkusu. Kendisiyle sanatı, hayatı ve ilham kaynaklarını konuşmak üzere bir araya geldik.
Fotoğraf sanatına dokuz yaşında analog kamerasıyla adım atan Melissa Mey, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Ana Heykel Yan Sanat Dalı mezunu. Halen sinema dalında doktora yapıyor ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünde eğitim alıyor. Sanatçı ayrıca, Maltepe Üniversitesi’nde sanat tarihi, büyük besteciler ve başyapıtları dersleri veriyor. Fotoğraflarının özgünlüğü ve zamanın ruhunu yakalayan dokusuyla dikkat çeken Mey, çalışmalarını İstanbul ve Floransa’da sürdürüyor.
Mey’in eserleri, Türkiye’nin en önemli müzayedelerinde yer aldı; ‘Şehir İzleri’ sergisi ve sınırlı edisyon fotoğraf baskıları, sanatseverler tarafından büyük ilgi gördü. Aynı zamanda çeşitli projelere de imza atan Mey, fotoğrafın ötesine geçerek hikâye anlatımında derinleşiyor.
Melissa Mey’i daha yakından tanımak istiyoruz. Kendinizi bir sanatçı olarak nasıl tanımlarsınız ve hayatta sizi tutkulu kılan şeyler nelerdir?
Bir insanın kendini anlatması her zaman zordur. İnsanlar genelde “Hangi üniversiteden mezun oldun, hangi ödülleri kazandın?” gibi sorularla birini tanımaya çalışır. Oysa benim için bir insanı tanımak kahvesini nasıl içtiği gibi küçük ama anlamlı detaylarla başlar. Bunlar bir insanın kişiliğine dair inanılmaz bilgiler verir. Yine de makul bir yanıt vermem gerekirse, kendimi multidisipliner bir sanatçı olarak tanımlıyorum. Tutkularımı kaybetmeden sanatın içinde var oluyorum. Bir zamanlar çocuk olduğunu unutmamış, hayalperestliğini yitirmemiş bir sanatçıyım. Üniversitede sanatla ilgili dersler veriyor, farklı dillere çevrilen öykü kitapları serisi yazıyor ve fotoğraf çekmeyi hiç bırakmadan, hayatı herkes gibi ama detaylara daha fazla özen göstererek yaşıyorum. Hayata beni tutkuyla bağlayan hayal kurmaktan hiç vazgeçmemek sanırım. Kitap okumadığım ya da film izlemediğim bir gün yoktur, olursa uyuyamıyorum.
Melissa May ve Betül Özberk
Yaratıcı süreçte ilhamın kaynağını nasıl tanımlarsınız? Kimi sanatçılar bunu içsel bir güç olarak görürken, kimileri ise 'ilham perisi' metaforuyla açıklıyor…
İlham perisi, her daim içimde. Benimle olan Tanrısal bir lütuf olduğuna inanıyorum. Herkeste olabilir fakat bunun için ruhumuzda yer açmamız gerekir. Eğer onu hapseder, kulağınızı başka seslerle kapatırsanız, onu duyamaz ve göremezsiniz. Bugünün dünyasında insanlar sürekli dikkat dağıtan şeylerle meşgul; sosyal medya ve teknoloji bu konuda çok etkili bir rol oynuyor. Yaratıcılığım, önce kulaklık takmamam ile başlıyor. Şehrin gürültülü sesini dahi seviyorum. Bu da yaşama dair bir işaret. Trafik sesi, vapurun sesi, martıların, çocukların ve insanların sesi bana hep hayal kurduruyor. İlham, çevremdeki yaşama kulak vermemle geliyor. Bu yüzden asla kulaklık takmam ve hayatın seslerini duymayı tercih ederim.
Çalışma masam, benim için sembolik bir alan. İtalya’dan taşıdığım küçük heykelcikler, kum saati, taşlar ve Dante ile Leonardo da Vinci’nin minyatürleri hep masamdadır. Eğer fotoğraf üzerine bir şey çalışıyorsam, Ara Güler’in mezarına gider, onunla sohbet ederim. Bir de çalışmaya başlamadan önce her zaman dua ederim ve şükrederim. Bu ritüeller bana yetiyor.
Yazım ritüelleri üzerine yazarlar ile söyleşiler yapıyor, portrelerini çekiyorsunuz. Hem bir yazar hem de bir fotoğraf sanatçısı olarak bu iki alandan nasıl besleniyorsunuz?
Aslında bu konuda daha çok şey yapmak isterdim, ancak sanatçılarla çalışmak sanıldığı kadar kolay olmuyor. Üstelik bunu bağımsız bir sanatçı olarak, başka sorumluluklarınızın arasında yapıyorsanız işler daha da zorlaşabiliyor. Her yazarın kendine özgü farklı bir karakteri var, bu da kısıtlı zamanda onları anlamam adına bazen zorlayabiliyor. Yazmak ve fotoğraf çekmek, benim için birbirinden ayrılmaz bir bütün. Yazarların ritüellerini fotoğraflamak üzerine çalışırken, her yazarın kendi yaratıcı sürecini gözlemleme şansım oluyor. Onların benzer dünyasında kendimden parçalar bulmak cesaret verdiği kadar hüzünlendiriyor da. Yine de her anlamda öğretici şahane bir deneyim olduğu kesin.
Küçük Prens gibi kült bir eseri farklı dillerde ve lehçelerde çevirterek kültürler arasında bir köprü kuruyorsunuz. Bu fikir nasıl doğdu?
Bu projeye tutkum tamamen ülkeme duyduğum sevgiden kaynaklanıyor. 2015’te, İtalyan lehçelerinde Küçük Prens’i toplarken, “Neden Türkiye’de de olmasın?” diye düşündüm. 38 farklı İtalyan lehçesi varken, kadim ülkemizden daha çok çıkabileceğini fark ettim. Bu süreçte beni motive eden, Türkiye’nin farklı ağız ve lehçelerinin taşıdığı çeşitliliği Küçük Prens aracılığıyla görünür kılma duygusuydu. Bu yıl Leiden Üniversitesi’nde aldığım ‘dil bilim’ eğitiminde de gördüğüm üzere dünya hızla bir dil erozyonu yaşıyor. Dolayısıyla her lehçe, her ağız aslında kültürel mirasımızın birer parçası. Bu projeyle hem bu mirası yaşatmayı hem de insanların kendi kökleriyle bağ kurmasını hedefledim. Bu projenin sadece bir çeviri çalışması değil; aynı zamanda kültürleri, dilleri geleceğe taşıma ve arşivde tutma çalışması olduğuna inanıyorum. Bu kitaplar ülkemizden önce dünyadaki koleksiyonerlerin arşivine giriyor. Düşünün ki, Gaziantep ve Bayburt ağızları Güney Amerika’daki bir ülkede ya da Asya’daki bir köyde bile var.
Ara Güler, yaratıcı fotoğrafçılığın uluslararası alandaki en önemli temsilcilerindendi. Yollarınızın kesişmesi size nasıl bir miras bıraktı?
Ara Güler benim için sadece bir fotoğraf ustası değil, aynı zamanda bir yaşam öğretmeniydi. Fotoğrafa gözümü dokuz yaşında onunla açtım. Kendisiyle yaptığım sohbetler hâlâ benimle. Bana öğrettiği en büyük ders, fotoğraf çekimlerinde yüzde bir ihtimal bile olsa denemem gerektiğiydi. Bugün onun mirasını yaşatmak için elimden geleni yapıyorum. Ancak bu yolculuk, benim değil zamanın karar vereceği bir süreç. İnanıyorum ki, tutku ve özenle yapılan her şey bir gün kıymetini bulacaktır.
Sizi etkileyen ve hayranlık uyandıran çağdaş sanatçılar kimler? Onları özel kılan sizce nedir?
Ferzan Özpetek ve Taner Ceylan, beni en çok etkileyen çağdaş sanatçılar. Dokundukları her şeyi tutkuyla ve özenle yaptıklarına inanıyorum. Elbette daha çok isim vardır ama ruhları, kalpleri, yaptıkları ile hayranlık ve saygı duyduğum bu iki isim yeterli olacaktır kanımca. Özpetek’in filmleri, kitapları ve operaları beni her zaman büyüledi. Ceylan’ın eserleri de sergileri de inanılmaz özenli ve derin duygular taşıyor. Her ikisi de hem sanatçı hem insan olarak yaptıkları işi tutku ve aşkla yapan çok özel ruhlar. Sevgi ve hayranlığım daim.
Yazarlığa yeni başlamak isteyenlere ilham verebilecek en önemli hayat dersleriniz nelerdir?
Ders değil lakin kendi ‘sanırım’larımla önerilerim olabilir. Yazmak da sanatın tüm dalları gibi tutkuyla yapılacak bir süreklilik ve merak işidir. Her şey yaşama dair, görünenin arkasındaki hikâyeyi anlamaya duyulan merak ile başlar. Her daim yanlarında defter kalem taşımalarını ve notlar almalarını öneririm. Bir de gözlem yapmalarını. Telefon ve kulaklık takıp kapatılan değil de aksine boş boş bir sokak köşesinde oturup geleni geçeni, hayatı gözlemleyip, duymalarını öneririm. Sonra yazdıklarını okuyup bir süre demlenmeye bırakmalarını ve bu konuda acele etmemelerini. Ve en önemlisi doğa en büyük yaratıcılık kaynağıdır. Doğadan uzak kalmasınlar.