Merve Çakır Gök
Schopenhauer’e göre bir tuzak,
Goethe’ye göre zaman kaybı,
Platon’a göre bir akıl hastalığı,
Oscar Wilde’a göre karşılıklı bir yanlış anlama,
Dostoyevski’ye göre can sıkıntısı,
Freud’a göre libido,
Shakespeare’e göre delilik,
Victor Hugo’ya göre iki iken bir olmak,
Albert Camus’ya göre bulaşıcı bir hastalık,
Mevlana’ya göre ise kor bir ateştir aşk…
Sahi sizce nedir uğruna insanlığın varoluş hikayesinin başından bugüne değin sayısız şiir, güfte, beste yazılan, resimler çizilip, heykeller yapılan, sanatın ve edebiyatın en kadim malzemesi aşk?
Bence onu deneyimleyen herkeste özgün bir tat bırakan, ancak bu biricikliğine tezat biçimde etrafını bazen ışıtıp bazen karartan çift kutuplu sihirli bir küre gibidir aşk.
Kahkaha ve gözyaşı, ümit ve yeis, güven ve korku, ateş ve buz gibi zıtlıkların dengesiz ahengi içinde, insanın özündeki ilahi çekirdekten güç alarak kendini yeniden var etme telaşıdır.
Öyle apansız uzakta çalan bir melodi, kaldırımda bir silüet, havada süzülen belli belirsiz bir parfüm kokusu ile en içten gülücükleri gözyaşlarına dönüştürebilen, en huzurlu uykulardan birkaç saliselik bir rüya ile kan ter içinde uyandırabilen, mahzun bir halde en dipsiz kuyularda boğulurken, bir bakış, bir tebessümle bambaşka bir ruh haline büründürüp insanı adeta uçurumun kıyısında parmak uçlarında dans ettirebilen, hem en çok üzebilecekken hem de en çok sevindirebilen, bir o uçta bir bu uçta insana metcezir çektiren en hararetli katalizördür aşk.
Hiç de azımsanamayacak bir çoğunluğa göre aşkın en meşhur sıfatlarından olan dürtüsellik, kimyasal gerekçelerle izah edilmeye çalışılsa da özünde aşk, hormonal dalgalanmalardan azade çok daha derin ve süreğen bir çağrıdır aslında.
Hücrelerden müteşekkil bedenlerden ziyade, birbirine evvelden aşina iki ruhun, karşı konulmaz bir çekim enerjisi içinde, adeta görünmez iki el tarafından ve genellikle sürpriz bir zamanlama ile birbirine doğru itildiği doğanın en anlamlı mucizelerinden biridir.
Ne var ki sayısız ihtimal ve samanlıkta gözle - iğneyi buluşturmaya muktedir o aşkın sistem içinde, işler her zaman bu doğaüstü rastlantısallığın pembe pamuk şekeri tadında devam etmez.
Daha doğru bir ifadeyle, bu mucizeyle müşerref olan herkes, bir sebepten, sonuna kadar bu rüya alemi içinde ömrünü sürdürebilecek kadar şanslı olamaz.
Ayrılıklar, kopuşlar, sönen hevesler, nisyan ile malul insanın nankörlüğü, üstüne hayatta kalmaya dair sorumlulukların çalar saat gibi zihinde çınlayıp duran o tiz sesi; çoğu zaman aşığı bu çiçek kokulu, meltem dokulu, büyülü masal diyarından koparıp; koca koca beton yığınlarının, hızlı adımlar, çatık kaşlar, asık suratlar, korna sesleri ve egzoz kokusuyla iaşe telaşına boğulmuş soğuk ama ‘gerçek’ dünyasına geri gönderir insanı.
Günün sonunda aşkın o büyülü aleminde her ne sebeple olursa olsun heba edilmiş her şans, insanı Havva ve Adem’in kaderine ortak eden bir Cennet’ten kovuluştur aslında.
Kim bilir? Yasak elma dediğimiz şey, belki de altın tepsi içinde insana sunulmuş bir şansın hoyratça heba edilmesidir…
Amin Maalouf, Semerkant eserinde zamanın iki boyutu olduğunu; uzunluğunu güneşin seyrinin, derinliğini ise tutkuların belirlediğini söyler.
İlki fiziki dünyanın güneşin etrafındaki somut hareketi iken, ikincisi o hareketi 365 günden daha uzun ya da kısa algılamamıza sebep olabilen duygulanımlarımızın izafiliğidir.
İşyerinde geçen bir saatin, sevgiliyle geçen bir günden daha kısa olduğunu kim iddia edebilir?
Ya da sevgiliyle geçen bir saatin, sevgiliyi beklerken geçen beş dakikadan daha uzun olduğunu?
Üstelik aşk içinde yalnızca zaman değil, mekân da çift boyutludur: Bedenlerimizin içinde yaşadığı fiziksel mekân ve ruhumuzun ait olduğu gerçeküstü mekân.
Samanlığı aşığa seyran, dikeni bülbüle gülzâr, zindanı sevene bayramyeri eden de mekânın bu iki boyutluluğudur işte; markete gitmek için 10 derece buz gibi soğuktur, ama sevgilinin cama çıkmasını bekleyen aşık için Şubat’ın 5’i, Haziran’ın 10’u gibi olabilir.
Ta ki Cennet’ten kovulana kadar.
O noktadan sonra, aşk cennetinde bülbülün bağrını incitmeyen diken, kuş tüyü yastıkların elinde uykusuz gecelerin zalim bekçisine dönüşür dünyaya sürgün edilmiş insan bedeninin başında.
Beden ve ruhun bütünlük içindeki harmonisi bozulunca; ruh zamanın ikinci boyutunda, bedense mekânın ilk boyutunda kalır, bu bölünmüşlükle yaşamak anlamsızlaşır, insan daha önce severek yaptığı şeylere olan ilgisini bile kaybedebilir.
Muhteşem bir renk cümbüşünün ortasında, siyah beyaz ekrana bakakalmış gibi yavaşlayıp yavanlaşabilir her şey. Sonrasında da özlem dolu şarkılar, ızdırap dolu şiirler dökülür dizelere…
Oysa ki boyutlar arası bütünlüğünü yakalayıp, madde ve mana alemindeki varlıklarını vuslata erdirebilenler için aşk mucizenin ta kendisidir.
14 Şubat elbet kutlamak isteyen herkes için hoş bir fırsat, ancak bazen bir ömür sürebilecek tutkuların yapı taşı, bazı kalplerin atma sebebi olabiliyorken senenin bir gününe sığdırılması beklenmemelidir.
Zoraki bir çiçek, öylesine bir paket, gelişigüzel bir öpücükten çok daha fazlasıdır zira...
Kıymetini bilmek gerek…
Şansınıza sıkı sarılın, aşkla kalın… ❤️