İstek ve iktidar ilişkisi
“İktidarın arzusu” ile “arzunun iktidarı” arasında bir paralellik var mı? “İsteğin iktidarı” ile bu “iktidar isteklisi” arasında bir çakışma var mı?
Blaise Pascal[1], “nereden geliyor bu ‘büyük devlet büyükleri’nin[2] bir türlü kendi içlerindeki boşluğu (vanité) dolduramaması?” diye soruyor. “Muhtemelen kendilerini tanımıyorlar zaten,” diyor. Büyüklüklerinin doğalarından gelen bir özellik olmadığını, insan eliyle inşa edilmiş bir şey olduğunu bilmezden gelip uyandırdıkları hayranlıkla karıştırmalarındandır, diyor.
Öyleyse bize burada düşen, bu arzunun gölgesindeki iktidar veya iktidardaki bizim gibi etten kemikten yapılmış insanların kendisi, acaba iktidar, arzunun gölgesinde oluşurken önce kendisi özgürleşebiliyor mu, bunu anlamaya çalışmaktır, çünkü başkalarına ancak böyle özgürlük projesi sunabilirsiniz. Eğer “isteğin iktidarı”, “iktidarın isteği”nin üzerindeyse özgürleşme mümkün değil. Bunu zaten Spinoza’dan biliyorsunuz; “isteğine boyun eğen benim sözlüğümde köledir,” diyor. Öyleyse “iktidarın isteklisi” olanın, “isteği iktidar”daysa, özgürleşmesi mümkün değilse, başkalarına özgürleşme projesi götürmesi de mümkün olmayacaktır. “Büyük devlet büyüğü” olarak bugün aklınıza kimi isterseniz getirin, “iktidar isteği”nin nereden kaynaklandığını tarif edemediği sürece “büyük devlet büyüğü” aslında vanité’nin yani boşluğun tutsağıdır.
Adam Smith diyor ki, “insanlar niye zenginleşmek isterler?”. Tabii bunun cevabı çok kolay değil, klasik bir ekonomiste göre daha çok mal tüketmek için, tabii ki değil, çünkü daha çok mal tüketimi sınırlıdır. Daha çok mal tüketimi aslında bu nedenin görüntüsüdür. Ama bu görüntü bireyi ve toplumu yanıltacaktır. Zenginleşme isteği, zenginleşme ile kendini seyreden topluma bir “imge” götürecektir. “Ben zenginim, öyleyse iktidara talip olabilirim.” Nasıl olabilirim? İktidarda olmak şart değil ama “ben taklit edilebilirim. Beni taklit edin.” Öyleyse tiyatro eğer gerçeğin aynasıysa iktidara da, iktidar konseptine de aslında “iktidarın teatorası”[3], iktidarın tiyatrosu demek yanlış olmayacaktır. İktidar aslında iktidar değil, iktidarın görüntüsünden ibarettir çünkü.
Louis Marin[4]’e göre; kralın portresi kralın kendisidir. Kralın kendisi aslında portresinden ibarettir. Onun bütün gücü kendini gösterebilmesindedir. Fakat, kralın bu heybetli temsilinin ardında, sadece bir insanın kırılganlığı vardır. İktidara, iktidarın tiyatrosu demek yanlış değildir. Öyleyse iktidar, Spinoza’nın deyişiyle “denetimsiz isteğin”, zafer isteğinin, güç isteğinin üzerinde yükselen, onun üzerinde inşa edilmiş bir sahneden ibarettir. Sahnenin baş oyuncusu da isteğin iktidarına teslim olmuşu, iktidarın isteklisidir.
Öyleyse bir dekor var ortada. O dekor bugün içinde yaşadığımız dünyadır aynı zamanda. Biz de dekorun bize benimsettiği isteklere teslim olmuş figüranları, ortalıkta gezinenleri. Figüran baş imgeciye, tiyatronun baş aktörüne yani iktidara özenendir. Yani iktidar imgelerine teslim olandır. Kendisi imge yaratamayandır. Öyleyse özgür olmayandır. Spinoza’nın dediği gibi; “köle olandır”. Baş aktör iktidardır. Ama unutmamamız lazım, iktidarı iktidar yapan da yardımcılardır. Öyleyse aslında bir dekor var. Bu dekorda baş oyuncu var. Bu aslında insanlık trajedisinin baş oyuncusudur. Ve bu tiyatroda bütün tiyatrolardaki gibi, içtenlikle sahtelik yan yanadır. Sahtelik baskındır da. Trajik olan, sahteliğin içinde kulaç atanın, sahnede olduğunun bilincinde olmamasıdır. Taklit kuramında birinin taklitlerini taklit etme isteği vardır. Rene Girard diyor ki, taklit üzerinde yükselen bu istek tehlikelidir. Bir aşama sonra taklit ettiğini alaşağı etmeye çalışacaktır. Başka türlü var olamayacaktır çünkü. Alaşağı etmesi demek, savaş demektir.
İktidar, imge ve yanılsamanın sonsuz döngüsü
Ama bugünkü dünyanın, Pascal veya Corneille’in bahsettiği klasik trajedilerden farkı var mı? Yani bugün dünyamız, istek dahil, hayali imgelerle dolu değil mi? Onların içinde yaşamıyor muyuz? Onlara uyum sağladığımız sürece sağlıklı olduğumuz söylenmiyor mu? Eğer uymazsak aykırı, ayrık, anarşist, toplum düşmanı, milli düşman vs. olmuyor muyuz? İnsanlık düşmanı da olmuyor muyuz? Çünkü tepedeki iktidarın yani teotaradaki baş aktörünün istediği bir imgesel tipoloji vardır.
Ve aynı Feuerbach'ın dediği gibi, bu hayali imgelerdir, bizim gerçek varlıklara dönüştürdüğümüz. Gerçek varlık bizim için aslında dikkat edersek, isteklerimizin etrafında oluşan düşsel imgelerdir. Düşsel imgelerin yöneticisi iktidardadır. Karagöz- Hacivat oyununun temel oyuncusu perdenin arkasında oturandır. Karagöz ile Hacivat’la bize empoze edilen, “onlar gibi olmalısın”ı hayranlıkla seyretmemiz ve seyrettiğimizin toplumsal normların da ötesinde, insan olarak var olmanın temel direği olarak getirilmesidir. Yani şu anda artık Teotora’nın yani artık kavranılamayan, hissedilemeyen bir gösterinin içinde olmadığını düşünmek, isteklerinin özgün olduğunu ileri sürmek hayalin bizzat kendisi değil mi? Hangi istek bize ait ki? Hangi istek özgün ki? Teotora’nın dekorunun içinde böyle bir özgürlük mümkün değil ve insanlık tragedyasının temelinde bu var. Spinoza diyor ki, “eğer özgür olmayan, özgür olduğunu savunuyorsa yapacak bir şey yoktur.” Ama biz bu gösterinin, gösteri olduğunu gözle kavrayabilecek durumda değiliz. Gözümüz gösterinin gösteri olduğunu sezmek için yeterli donanımda değil. Hatta belki duyu organlarımızın gerisi ile bile algılayabilecek durumda değiliz.
Aslında bugün gösteri, Batı felsefesi projesinin yani modern felsefi projesinin büyük zafiyetidir. Gösteriye dönmüştür bugün egemen felsefi bakışın vaaz ettiği. Gösteri, gerçeği felsefeleştiren olmalıydı, ama değil. Çünkü gösteri felsefeyi gerçekleştiriyor bugün. Gösteri yanılsamalar dünyasında bize yanılsamaların gerçek olduğunu anlatmaya çalışıyor. Biz de yanılsamaların gerçek olduğunu düşünmeye dünden razıyız. Yoksa düşünsenize, bunun böyle olmadığını bilsek ne yaparız biz? Teotora’mızı hangi dekoratif malzemelerle inşa ederiz? Bugün, bana öyle geliyor ki iktidar dahil tüm yaşam, spekülatif bir evrene, imgesel bir evrene doğru kaymaktadır. İmge bugün gerçektir. Tamamıyla göksel Tanrı gibi. Bizim toplumumuzda var olan Batı - Doğu çekişmesi aslında ortak tabanlıdır. İki taraf da kendi imgelerinin/imgelenmelerinin hayallerinin gerçek olduğu sanısında ve kurgusunda yaşamaktadır. Biri birinden daha güçlü olduğunu düşünmektedir. Ama her ikisi de aynı hayalin gökselleşmesidir.
İktidar, büyük teotorada yani hayali evrende, spekülatif evrende her türlü role taliptir. Seyirciler biziz. Seyirci olmaya dünden talip olan biziz. Ama tersinden de gittiğimizde, seyirci olarak iktidarı yaratan da biziz. Onu aslında vanité içine fırlatıp atan da biziz. İktidar da bunun farkında değil.
Adam Smith “zenginlik ne işe yarar?” diye soruyor? Midemizin boyu belli. Zannediyor musun ki insanlar çok mal tüketmek istedikleri için zengin olmak isterler? Tabii ki hayır. Nedenlerle sonuçların karışmasıdır bütün mesele. Bu durumda iktidarı şımartan zannediyorum bizim isteğimizdir; bizim tanımlayamadığımız, ne olduğunu bilmediğimiz, zaten imgesel olan, zaten iktidar tarafından bize verilen imgenin tekrar oraya dönmesidir.
[1] Ed. Notu: Burada, Blaise Pascal’ın, “Trois Discours sur la conditions des Grands” metnine gönderme yapılmıştır. Bu metin, türkçeye, “Seçkinlerin Hali Hakkında Üç Söylev” adıyla çevrilmiş ve Risaleler içinde yayımlanmıştır.
[2] Ed. Notu: Sarfati, bu tanımı özellikle kullanıyor. Burada Güngör Uras’ın “büyük devlet Türkleri” söylemine gönderme yaparak, kendisinin “büyük devlet büyükleri” kullanımın tercih ettiğini açıklıyor.
[3] Ed. Notu: Sarfati, burada “tiyatro” anlamına gelen, “teotora” kelimesini kullanmayı tercih ediyor.
[4] Louis Marin (1931-1992), Fransız filozof ve sanat tarihçisidir.