Yas tutma, insanlar ve gruplar için kayıpların ardından açığa çıkan sağlıklı bir duygusal süreç. İlk aşamada inkâr etmek, şoka girmek, hissizleşmek; sonraki süreçte yoğun bir kedere boğulmak, öfke duymak, farklı davransaydık bir şeyleri değiştirebilir miydik diye kendimizi suçlamak, geleceğe yönelik kaygı hissetmek, yas sürecinden geçen kişiler için şaşırılacak tepkiler değil. Yas süreci yalnızca psikolojik değil, uykusuzluk veya aşırı uyuma, iştah değişiklikleri, sosyal hayattan kaçınma, hayata karşı motivasyon kaybı gibi davranışsal belirtilerle de kendini gösterir.
Türkiye yıllardır yas tutan bir ülke. Daha doğrusu, sağlıklı bir şekilde kendini yeniden ayağa kaldırabilmek için yas tutmak zorunda olan fakat yasını bir türlü tutamayan bir ülke. Tutamadığı yası, ayaklarına dolanıp bataklık gibi onu içine çekerken, debelenip daha da yasa boğulan bir ülke. Giderek tutamadığımız yasımızın içinde hayattan kopuyor, yaşama sevincimizi kaybediyor, yürüyen ölüler gibi oradan oraya sürükleniyoruz.
Tren kazalarında ölenlerin sayısını düşünün. Terör saldırılarında, depremlerde, yangınlarda, maden facialarında, sellerde, iş kazalarında ölenlerin sayısını düşünün. Hayatını kaybeden bu insanların her birinin anne babasını, kardeşlerini, çocuklarını, eşlerini, sevgililerini, akrabalarını, arkadaşlarını düşünün. Yas illa ölüm sonrasında yaşanmak zorunda değil; uzun zaman göremeyeceğinizi bildiğiniz sevdiklerinizin arkasından, sevdiğiniz ama ayrılmak zorunda kaldığınız kişilerin arkasından, yaşamaya alıştığınız bir şehrin, bir evin ardından, istemeden kaybettiğiniz mesleğinizin ardından, hatta sizin için sembolik önemi büyük bir eşyanızın ardından da yas tutabilirsiniz. Şimdi, cezaevinde haksızca tutulan insanları ve onlar için yas tutanları düşünün. Mesleğini bu ülkede giderek zorlaşan koşulların altında yapamayacağını düşünerek, çocuklarının yüksek refah seviyesine sahip bir ülkede daha iyi bir eğitim alabileceğini düşünerek, Türkiye’den ayrılmak zorunda kalanları düşünün. Kaç senedir içinde yaşadığı, belki içinde yaşlandığı, adeta elinin kolunun uzantısı olmuş, bahçesinin her çiçeğine anılarının sindiği evinin, öncelikli durumda başka binalar olduğu halde, elinden alınıp soğuk, lüks, kocaman bir apartmanın küçücük bir dairesine sıkıştırılan insanları düşünün. Festival, eğlence, özgüven, dolu dolu bir şehir hayatında kaygısızca gezip tozmak nedir bilmeden, büyük şehirde yutulmamak için çalışmak zorunda kalarak öğrencilik hayatının tadını alamadan orta yaşlı olan gençleri düşünün. Bir ev sahibi olma, güzel bir tatil yapma, bir araba alma, çocuğunu iyi bir okulda okutma, şöyle güzel bir restoranda bir şeyi gönlünce kutlama, ailesiyle hafta sonu bir çay bahçesinde tost yiyip çay içme, dolu poşetlerle pazardan dönme hayallerini kaybeden insanları düşünün. Türkiye’nin büyük bir bölümü, sevdiklerinin hayatını kaybedişinin, ülkesinden, şehrinden ayrılmak zorunda kalışının, onurlu koşullarda yapmak istediği ama yapamadığı mesleğinin, rant için ayrılmak zorunda bırakıldığı evinin, depremde kaybettiği evinin, gönlünce yaşayamadığı gençliğinin yasını tutuyor. Bir de tanımadığımız halde ciğerimizi yakan yaslarımız var. Hepimiz yoğun bakımda öldürülen bebekler için, Narin için, Sıla bebek için yas tutmadık mı? Hala tutmuyor muyuz? Hepimiz insanca yaşam hayallerimizin, er geç yerini bulacağını düşünerek rahat bir nefes alacağımız adaletin, arkamızda olduğunu bilerek güven içinde hayatımıza devam edebileceğimiz bir devletin yasını tutmuyor muyuz? Saygın, yaptıklarıyla ve söyledikleriyle bizi utandırmayan, geleceğe umutla bakmamızı sağlayan siyasetçilerin yasını tutmuyor muyuz? Bir zamanlar kamuoyu yoklamalarında hep en güven duyulan kurum olarak birinci sırada yer alan, Mustafa Kemal’in askerlerinin ihraç edildiği, gözbebeği ordumuzun yasını tutmuyor muyuz? Demokrasimizin, ülkemizin geleceğiyle birleştirdiğimiz kendi geleceğimizin, Türkiye Cumhuriyeti’nin yasını tutmuyor muyuz? Bu öfkemiz, isyanımız, hayal kırıklığımız, yaşam sevincinden yoksun asık suratlarımız, tutmaya çalıştığımız, ama her gün her gün yeniden karşılaştığımız, başkaları adına utanmak zorunda kaldığımız türlü kötülük yüzünden, biri bitmeden biri başlayan yasların hangisinin üstesinden geleceğimizi bilemememizden değil mi?
Sağlıklı bir şekilde yasımızı tutmak, sonra da ayağa kalkıp kaybettiklerimiz içinde kurtarabileceklerimiz varsa kurtarmak ve yeni kayıplar vermemek için mücadele etmek zorundayız. Birimiz doktorluk yapacak, birimiz gazetecilik, birimiz hukuk konuşacak, birimiz insan eğitecek, birimiz vicdanlı bir çocuk yetiştirecek, birimiz ressam olacak, birimiz piyano çalacak, birimiz sahipsiz hayvanların canını kurtaracak, birimiz çocukların haklarını savunacak, birimiz komşusuyla güler yüzle sohbet edecek, birimiz yaya geçidinde yayalara yol verip onlara kendini telaşsız ve iyi hissettirecek, birimiz her şeye rağmen birini sevmeye devam edecek, birimiz birimizi affedecek… Yas sürecini sağlıklı şekilde tamamlamak demek, artık üzgün olmamak demek değil, o kayıp duygusuyla yaşamaya alışmak, hayatı bu kedere rağmen sürdürmeye karar vermek demek. Üstelik o yas sürecinde bazen yapabileceğimizi hiç sanmadığımız şeyler yaparız, içimizden bir yaratıcılık fışkırır, kendimizi ifade etmenin, acımızı bastırmak yerine haykırmanın farklı ve güvenli yollarını buluruz. Kaybettiğimiz insanlar geri gelmeyecek, kaybettiğimiz bazı duygular ve değerler de şüphesiz. Ama acımızla yaşamaya alışıp yeni kayıplara izin vermemek için ayağa kalktığımızda, daha güçlü, daha bilge, belki de daha gözü kara olacağız. O güzel günlerde görüşmek üzere…