'MARİA' Pablo Larrain'in biyografi üçlemesinin son halkası

Film, 1977´de Paris´te son günlerini yaşayan, kimliği ve hayatıyla yüzleşen Maria Callas´ın çalkantılı, inişli çıkışlı hayatının kilometre taşı günlerini geriye dönüşlerle anlatıyor. ´Maria´ belki de yılın en başarılı casting çalışmasının yapıldığı film. Angelina Jolie, Callas´ın ruh halini büyüleyici bir yoğunluk ve duygusal derinlikle yakalayıp oyunculuk yeteneğini kanıtlıyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
19 Şubat 2025 Çarşamba

‘MARIA’

Yön: Pablo Larrain

Sen: Steven Knight

Gör: Ecward Lachman

Kur: Sofia Subercasceaux

Oyn: Angelina Jolie - Pierfrancesco Favino - Alba Rohrwacher - Haluk Bilginer - Kodi Smit-McPhee - Valeria Golino - Lydia Koniordou - Vincent Macaigne - Caspar Phillipson - Alessandro Bressanello

Hiçbir opera sanatçısı Maria Callas kadar edebiyata ve medyaya ilham vermemiştir: hakkında biyografiler, belgeseller yapılmıştır. Jacqueline Kennedy, Prenses Diana Spencer ve Pablo Neruda hakkında biyografik filmler yapan Şilili yönetmen Pablo Larrain’in ‘Maria’sı dünyanın en ünlü opera sanatçısını konu alan eserler kervanına katılıyor. Film, Maria Callas’ın çalkantılı, güzel ve trajik hayatının kilometre taşı günlerini geriye dönüşlerle, ustalıklı bir kurguyla beyaz perdeye taşıyor. Film dünyanın en büyük opera sanatçısı Callas’ın 1977 yılında Paris’te, kimliğiyle ve hayatıyla yüzleşerek izole yaşadığı son günleri anlatıyor.

Zayıf karakterli, kırılgan Diva

Film 16 Eylül 1977 günü Maria Callas’ın (Angelina Jolie) Paris’teki görkemli apartman dairesinde başlıyor. Uşağı, şoförü ve sağ kolu Ferruccio (Pierfrancesco Favino) ve hizmetçisi Bruna (Alba Rohrwacher) alışveriş dönüşü Diva’yı yerde cansız bulmuştu. Çağırdıkları doktoru Fontainbleau (Vincent Macaigne) ölümün kalp yetmezliğinden kaynaklandığı teşhisini koymuştu. Şilili yönetmen Larrain bu biyografik dramasında kahramanının gerçekte yaşadıklarını, hayalleriyle, halüsinasyonlarıyla harmanlayarak, izleyicinin kafasında gerçek mi, hayal mi sorularına yer verdirmeyecek mükemmel bir mizansen eşliğinde anlatıyor. Kendisine müthiş bir oyuncu kadrosu yanında, dünyanın en güzel şehirlerinde Paris’i görkemli sonbahar tabloları eşliğinde görüntüleyen Edward Lachman destek veriyor. Callas’ın, Eyfel Kulesinin en güzel görüntülerini veren Trocadero Meydanında, yağmur altındaki Jardins des Tuileries Parkında dolaştığı sekanslar mükemmel.

Steven Knight’ın zengin malzemeli senaryosunda ustalıkla vurgulanan, zayıf karakterli, kırılgan, yalnızlıkla bunalan, etrafında dayanacak kimse bulamayan, gençliğinde annesi tarafından satılmanın travmasını yaşayan Maria’nın ruhsal ezikliğini, yönetmen Pablo Larrain doğru bir yorumla izleyiciye geçirmeyi başarıyor. ‘La Diva Eterna’nın hüzünlü, duygulu ve yürek parçalayıcı son günlerine odaklanan film, Şilili yönetmenin önceki filmleri kadar tempolu olmasa da, Maria Callas’ı keşfetmemize yardımcı oluyor. Film, yeteneği yanında halkın gözünde çalkantılı hayatıyla kötü şöhreti olan, ikonik, yanlış anlaşılan, zaman zaman çevresindekileri çileden çıkaran, yürek parçalayıcı derecede savunmasız sopranonun psikolojik açıdan doyurucu bir portresini çiziyor.

Sanatında ulaştığı zirveyi geçmişte bırakmış, 4,5 yıldır sahneye çıkmamış, yaşadığı düşüşü kabullenmeyerek sesinin eski gücüne kavuşması ümidini taşıyan ‘La Divina’ sesini kaybetmeye katlanamaz. Karaciğerinin ve zayıflayan kalbinin iflas ettiği raporunu getiren doktorunu kovan, kaprislerini sürdüren, hırçınlığını tırmandıran Maria, kendisine zarar veren ilaçları bilinçsizce tüketmeyi sürdürür. Hatta uşağı ve hizmetçisinin doktorun talimatıyla ilaçların tümünü yok etmesiyle, kız kardeşi Yakinthi’den (Valeria Golino) istediği, postadan gelen yeni ilaç stokunu tüketmeye devam eder. Gizlice aldığı bu ilaçların ölümünü yakınlaştırdığını, sesinin artık geri gelmeyeceğini söyleyen doktorunu, ‘artık yüzünü görmek istemiyorum’ diyerek yanından kovar. Callas’ın gördüğü halüsinasyonları, zihninde yaşattığı görkemli günlerindeki başarılarını, film geriye dönüşlerle, görkemli bir opera şöleni tadında perdeye taşıyor.

Otobiyografisini yazmayı arzuladığını söyleyen Maria, ‘Callas’ın Son Günleri’ başlıklı TV söyleşisini yapmaya gelen haber programcısı Mandrax’a (Kodi Smit-McPhee) güvenip en mahrem sırlarını anlatır. Mandrax’a şöhretinin zirve yaptığı bir dönemde yanına gelip “Çirkinim ama çok zenginim. Size aşığım, sizi Christina yatıma davet ediyorum” diyen Aristotle Onassis (Haluk Bilginer) ile yaşadıklarını anlatıyor. Onassis vasıtasıyla tanıştığı John F. Kennedy’yi ve sonraları karısı olacak Jacqueline Kennedy ile yaşadıklarını, kendisiyle görüşmeye gelen Başkan Kennedy’nin sözünü kesip masadan ayrıldığını filmde geriye dönüş sahnelerle izleriz. Kendisinden iki yıl önce ölen Onassis’i ölüm döşeğine ziyaret ettiğinde, armatörün ‘seni hep sevdim’ itirafını dinlediğini, karısı Jacqueline’i kapıda beklettiğini öğreniriz.

Çaresizlik ve çıkışsızlık yaşarken kız kardeşi Yakinthi’yi Paris’e çağırdığını, ancak yaptıkları görüşmede Yakinthi’nin gerçekleri görmemekte ısrar eden kardeşine bir hayat dersi verdiğine tanıklık ederiz. 20. yüzyılın en karizmatik üç kadını hakkında biyografik dramalar yapan Pablo Larrain ‘Spencer’de Diana ile İngiliz monarşisi arasındaki gergin ilişkiye kamerasını doğrultmuştu. Efsanevi ABD Başkanı John F. Kennedy’nin talihsiz dul eşi Jacqueline’in çirkin bir armatör ile yaptığı ikinci evliliği anlatan ‘Jackie’den sonra, ‘Maria’da mutluluğu yakalaması zor gibi görünen sorunlu bir sanatçının yıkıcı bir portresini izliyoruz.

Hüzünlü, duygu dolu bir film

1923’te NY’ta doğan Yunan soprano Maria Callas 20. yüzyılın en etkili opera sanatçılarından biriydi. Eleştirmenler onun canto tekniğini, geniş sesini ve dramatik performansını överdi. Müzikal yeteneği ona La Divina lakabını kazandırdı. Kısa sayılabilecek inişli çıkışlı kariyeri, eşit ölçüde övgü ve eleştiri getirdi. Sahne dışındaki özel hayatı, huysuz davranışları basına malzeme oldu. Ölümünden 50 yıl sonra bile en çok satan klasik sanatçılar arasında zirveyi korudu. Yanında çalışanlara, “Garsonların beni tanıdığı kafede bana masa ayırtın; övgüye ihtiyacım var” derdi. ‘Maria’ belki de yılın en başarılı casting çalışmasının yapıldığı film. En küçük rollerde bile Valeria Golino, Vincent Macaigne, Kodi Smit-McPhee gibi uluslararası ünlü oyunculara yer veren filmde, Oscarlı Angelina Jolie 3 Mart gecesi ilan edilecek yeni ödüllerde, En İyi Kadın Oyuncu dalında Nicole Kidman’a ciddi bir rakip olduğunu görkemli performansıyla kanıtlıyor.

Angelina Jolie bir opera sanatçısının dramatik iniş çıkışlarını büyüleyici bir yoğunluk ve duygusal derinlikle yakalayıp oyunculuk yeteneğini sergiliyor. Callas’ın iyi zamanlarının ve sesini kaybettiği günlerin aryalarını hatasız seslendirmek için Angelina Jolie’nin şan dersleri almış olması Oscar jürisini etkileyebilir. Filmin ikinci önemli rolü uşak Ferrucio’da İtalyan karakter oyuncusu Pierfrancesco Favino (Nostalgia, Hain / İl Traditore) ölçülü oyunuyla öne çıkıyor.  Rohrwacher kardeşlerin küçüğü, (Venedik Film Festivali En İyi Kadın Oyuncu Ödüllü) Alba bulunmaz uşak, itaatkâr, fedakâr Bruna’da, abla Callas Yakinthi’de Valeria Golino oyuncu kadrosunun başarısına katkı veriyorlar. Callas’a kocası Giovanni Meneghini yanındayken kur yapan, “Sahip olmadığım bir şeyi çalarım” itirafını yapan Aristotle Onassis’i Haluk Bilginer canlandırıyor. Mükemmel bir makyaj çalışmasıyla Yunanlı armatöre benzetilen deneyimli Bilginer bu filmle uluslararası arenaya giriş yapıyor.    

Yazımı Şili sinemasında politik ve eleştirel filmleriyle ünlenen, ilk filmlerini İKSV İstanbul Film Festivali aracılığıyla izleyip tanıdığımız Pablo Larrain ile bitirmek istiyorum. 1976’da Santiago’da doğan yönetmen, senaryo yazarı ve yapımcı Pablo Larrain, kariyerinin ilk yıllarındaki üçlemesiyle tanındı: ‘Tony Manero’ (2008) John Travolta takıntılı, dans yarışmasına hazırlanan bir işsizin hayatına odaklanan, arka planda politik eleştiriler getiren bir filmdi. ‘Post Mortem’ (2010) 1973’te Latin Amerika’da seçimle iktidara gelen ilk Marksist devlet başkanı Salvador Allende’nin son günlerinde, konusu morgda geçen bir filmdi. İki filmin baş aktörü Alfredo Castro idi. Üçlemeyi tamamlayan ‘No’ (2012) 1988 referandumunda diktatör Agusto Pinochet’yi yenmeye çalışan bir reklam yöneticisinin çabasını anlatıyordu. Bu film Cannes Film Festivali’nde Arthouse Ödülünü kazandı.

Pablo Larrain’in Katolik Kilisesine etkileyici bir eleştiri getiren filmi ‘El Club’ (2015), çocuk istismarından ve çeşitli suçlardan lekelenen rahiplerin Kilise’nin seçtiği küçük bir Şili sahil kasabasındaki bir eve tecrit edilmesini anlatıyordu. Film, Berlin Film Festivali’nden Gümüş Ayı Jüri Büyük Ödülü ile ayrılmıştı. ‘Neruda’ (2016) 1940’ların sonlarında Komünist Parti’ye katıldığı için kaçak duruma düşen Nobel Ödüllü Pablo Neruda’nın peşine düşen bir polis müfettişini merkezine almıştı. ‘Ema’ (2019) evlat edinme çabasındaki genç bir çiftin yaşadıklarını anlatan müzik ağırlıklı duygusal bir drama idi. ‘El Conde’ (2023) 250 yaşındaki Pinochet’yi bir vampir olarak karşımıza çıkaran fantastik bir kara komedi idi. Film Venedik Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü’ne layık görülmüştü.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün