Hayatımda henüz yazar-çizerlik yokken fotoğraf vardı!

Kitapları vesilesiyle sayfamıza sık sık konuk olan Raşel Meseri´yi bu kez, edebi kişiliğinin yanı sıra fotoğraf ve oje resimlerini konuşmak üzere ağırlıyoruz. Çok yönlülüğüyle dikkat çeken ve bir süre önce ´Tekinsiz Geceler´ adlı bir fotoğraf sergisi açan Meseri, yaptığı her işin hakkını fazlasıyla veriyor.

TUNA SAYLAĞ Söyleşi
12 Mart 2025 Çarşamba

Geçtiğimiz yıl kızın Aylin Kuryel ile birlikte ‘Şehir ve Mesih/The City And The Messiah’ adlı belgesele imza attınız. Film, 17. Documentarist İstanbul Belgesel Günleri’nde ve Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali Ulusal Uzun Belgesel Film Yarışması’nda boy gösterdi, Adana’da finale bile kaldı. Bu süreçleri ve filmin konusunu paylaşır mısın?

Şehir ve Mesih’, 17. yüzyılda İzmir’de yaşamış, kendini mesih ilan etmiş, İzmir'den Avrupa’ya, Ortadoğu’ya kadar takipçi edinmiş Yahudi haham Sabetay Sevi’nin doğduğu evi merkeze alıyor. Bu ev, İzmir’in Agora bölgesinde uzun zamandır metruk bir binaydı, son yıllarda restore edildi. Önce Sabetay Sevi Evi veya bir müze olarak açılması planlanıyordu, en azından böyle duymuştuk. Fakat daha sonra bu planlardan vazgeçildi. Birkaç yıl önce evin önüne yerleştirilen ‘Sabetay Sevi Evi’ tabelası kısa bir süre içinde kaldırıldı. Sevi’nin doğduğu ev, Havra Sokağı olarak bilinen sokağın hemen karşısında, Symrna antik kentinin Helenistik ve Roma dönemlerine ait kalıntıların yer aldığı Agora ören yerinin içinde. Turizme açılmış durumda. Burası bir yandan da kentsel dönüşüm planlarının odağında olan bir yer. Evin çevresinde yaşayan veya oralarda çalışan insanlarla konuşma düşüncesi, bu evin ve Sabetay Sevi’nin etrafında gelişen şehir efsanelerini toplama fikri ile yola çıktık. Nihayetinde tarihsel bilginin, toplumsal hafızanın nasıl aktarıldığı veya aktarılamadığına dair düşünen bir film çıktı ortaya. ‘Şehir ve Mesih’in şimdi seyirci ile buluşuyor olması heyecan verici. Saydığınız festivallerin dışında Sinema Yazarları Derneği’nin (SİYAD) Ulusal Kısa Belgesel Film Ödülü kategorisine aday olması da bizi mutlu etti.

Fotoğraf sanatıyla da ilgileniyorsun; son sergini geçtiğimiz ay, ‘Tekinsiz Geceler’ adıyla İstanbul’da, Kıraathane Edebiyat Evi’nde açtın. Sergideki işlerinden söz eder misin?

Hemen belirtmek isterim ki, ben fotoğraf sanatçısı değilim ama sinema eğitimi almama neden olan aslında fotoğraf merakım olmuştu. Henüz hayatımda belgeselcilik veya yazar/çizerlik yokken fotoğraf vardı. Baştaki gündelik anları çekerek sabitleme iştahım zamanla dönüştü; kavramsal bir çerçevenin içinde imge üretme isteği ağır bastı. Bazen önce kavramsal ya da tematik çerçeve geliyor ve imajlar onu takip ediyor, bazen de çektiğim fotoğraflarda bir tema beni çarpıyor ve onu takip ederek seriler oluşturuyorum. ‘Tekinsiz Geceler’ de böyle bir seri. Balkondan sokağı izlerken rastlantısal çektiğim bir karenin, kişinin gölgesinin sokağı kapladığı bir tekinsiz şehir anının, içimde büyümesi ve çoğalması sonucu… Bir dizi soruyla birlikte geldi bu: sokak bize neler anlatıyor, güvenlik duygusunu yaratması beklenen ev ile emniyet duygumuzu zedelemeye teşne dışarısı nasıl kesişiyor, ortak noktaları var mı bu mekânların, nerelerde buluşuyorlar? Bu ve benzeri soruların doğrultusunda fotoğrafın temel varoluşunu sağlayan ışık/ gölge, aydınlık/karanlık geçişlerine odaklanmaya başladım. Bildiğiniz gibi Freud, tekinsizlik kavramını 20 yüzyılın başında ortaya attı. ‘Heim’ ev demek, ‘heimlich’ ise eve atfedilen tanıdıklık, huzur ve güven duyma hissiyatlarına işaret ediyor. Başına -un ekinin gelmesi ise bunların yokluğuna işaret eden bir kavram ortaya çıkarıyor. Güven veren bir tanıdıklık duygusu aniden belirsizliğe ve endişeye dönüşüyor. Bir yandan bildik, tanıdık olan ama tam da ona benzemediği için huzursuzluk, güvensizlik ve bazen de korku yaratan şey: tekinsiz/lik. Freud’a göre aynı zamanda bilinen ama bastırılan duygu, imge. Günümüzün şehir hayatında iç ve dış mekânların sınırları her ne kadar keskinse de pencereler, balkonlar gibi geçiş mekânları buluşturuyor iç ve dışı. Dolayısıyla dışarda yaşanan her türlü tehdit içeri sızma olasılığını taşıyor. Bu çıkış noktasından doğan Tekinsiz Geceler’in platosu; sadece balkondan evimin açıldığı sokak ve orada dolaşan insanların kendilerinden bağımsız varlıklar kazanan, irkiltici şekillere bürünen, dört bir yana eğilen gölgeleri…

Şehir ve gece temasının eserlerindeki önemi nedir? Gecenin, gündüze göre daha farklı bir hikâye anlatma biçimi sunduğunu düşünüyor musun? Gölge ve ışık ilişkisi anlatmak istediğin duyguyu nasıl etkiliyor?

Şehir kimliğimizin çok önemli bir parçası. İçinde yaşadığımız şehirle kurduğumuz tarihsel, kültürel ve sosyal ilişkiler örüntüsü bizi etkiliyor, şekillendiriyor. Bu nedenle gerek romanlarımda gerek görsel üretimlerimde şehir bir ana karakter olarak ortaya çıkıyor, gündüzü ve gecesiyle. Ben genelde gündüz saatlerinde yazar ve resim yaparım. Ama gece de fotoğraf çeker ve kitaplarım için kararlar alırım. Gece, arkaik bilgi datasının daha çok devreye girdiği saatler; bilinç akışının yoğunlaştığı, tahayyülleri olduğu kadar endişe ve korkuları da kıvamlandırdığı bir zaman aralığı. Öznelerin, nesnelerin, hatta duyguların sabit bir gerçekten kopuk algılamaya müsait olduğu için belki de yaratıcılığa kapı aralıyor bu varoluş. Hava koşulları, ışık oyunları, alışıldık görünen gündelik hayata yakından ya da farklı bir açıdan bakarak ilk etapta görünür olmayanı görünür kılma çabası… Bunlar yaptıklarıma sızıyor bir biçimde. Örneğin Kırık Şehir’i yazmaya kış kıyamet günlerinde yazmaya başlamıştım. Öylesine şiddetli bir yağmur, fırtına vardı ki, mecbur kalmadığınız takdirde dışarı çıkmayı göze alamadığınız günlerdi. Diğerleri gibi yine bir günde geçen bu kitap da işte öyle fırtınalı bir günde geçiyor. Köpekbalıklarının Kayıp Şarkıları ve Küt Oynayan Kadınlar’ı yaz aylarında yazmaya başladım. Bu nedenle kitaplarda sıcak, güneş, deniz, havuz ön planda. Bu da romanların rengini, aydınlık-karanlık dengesini değiştiriyor. Yazarken zamanı lineer almamayı ve sözcüklerle ışık gölge oyunları yapmaya çalışmayı seviyorum.

Modern ve Gotik romanlarda sıkça karşımıza çıkan ‘Tekinsizlik’ kavramı ile kitaplarında da karşılaştım, en çok da Kırık Şehir, Meskûn Zaman ve Elsa Niego’nun Cenaze Alayı’nda… Edebiyat ve fotoğraf arasında böyle bir bağ kuruyor musun?

Tekinsizlik, bir okuma biçimi, belki de bir filtre. Dünya ve ülke genelindeki siyasal-sosyal iklim, bu okuma biçimine bolca zemin hazırlıyor. Tanıdıklık, güvenlik duygusu gittikçe zedelendikçe, bu hissiyat kitaplarıma da yansıyor haliyle. Fotoğraflarda yakalamaya çalıştığım şehrin, sokağın, insan figürlerinin tedirgin edici halleri, romanlarda da hafızası silinmeye çalışılan şehirleri yeniden yaratmaya çalışırken ortaya çıkıyor. Lakin, okuyuculardan sıklıkla duyduğum şey romanlarımın sinema ile bağı, metnin ‘izlenebilir’ olduğu. Üstelik sadece yetişkinlere yönelik romanlarımda değil, çocuk kitaplarımda da bunu gözlemek mümkün kanımca. Sıcağı sıcağına beni gülümseten bir örnek verebilirim hatta. Belki görmüşsünüzdür yakın bir zamanda yeni bir çocuk kitabım yayınlandı; ‘Dedektif Şerife Kayıp Gölgeler Peşinde’. Polisiye türde yazılmış bir kitap. Bir okuyucumun annesi, kitabı bitirdikten sonra kızının bundan böyle sadece böyle film gibi kitap okumak istediğini söylediğini aktarmıştı. Okuyucuların bu tip geri dönüşlerinden güç alarak, kitaplarımla görsellik arasında bir bağ kurulacaksa bu bağın sinemaya daha çok yakınsadığını söyleyebilirim.

Gelelim resimlerine… Ebru çalışanların oje kullandığını biliyordum da resimde oje tekniğinden, işlerin sayesinde haberim oldu. Bu teknikle resim yapmaya nasıl başladın?

Resimde oje kullanmaya başlamam tümüyle rastlantısal. Yıllar önce Kanada’ya gitmiştim. Döndüğümde uzun süren bir jet lag yaşadım. Geç yatan biri olmama rağmen hiç uyuyamamak çok zorlayıcıydı. Uzun gece saatlerine bir de resim yapmayı ekleme kararı aldım. Ama uykusuzluğun yorgunluğuyla yağlı veya akrilik boya kullanmak bir yandan zor geliyordu. Tam o sırada bir gece gözüm ojeye takıldı ve içime bir merak düştü; oje bir boyama tekniğine düşebilir mi diye. Evdeki bütün renkleri önüme koydum ve o gece ojeyle ilk resmi yaptım. Ondan sonraki günler onlarca oje almaya başladım. İlk yaptığım resimlerde bir hayli zorlandığımı anımsıyorum. Ara tonları yakalamak zordu, oje çabuk kuruduğu için ince işçilik yapmaya izin vermiyordu. Ama zamanla birbirimizin dilini kavramaya başladık, dost olduk. Üstelik ojenin bildik kullanım formunun sınırları genişlemişti; oje artık sadece tırnak boyamıyordu, tuval, kâğıt, cam, kumaş da boyuyordu. Farklı yaratım süreçlerine eşlik ediyordu.

Ojeyle genelde ne tarz resimler yapıyorsun; onları sergileme imkânı buldun mu hiç?

Çoğunlukla figüratif oluyor yaptıklarım. Soyut çalışmalar da var. Bu seçimler çoğunlukla o anda uğraştığım konularla ya da ruh halimle ilgili oluyor. Bazen tematik ilerliyor yaptıklarım. Mesela antroposen (insan çağı) üzerine okumalar yaptığım bir süreçte, sadece hayali/kurgusal hayvanlar çizmeye başlamıştım. Her kitabımı bitirdiğimde onla ilgili birkaç resim yaparım. Meskûn Zaman ve Elsa Niego’nun Cenaze Alayı’nın kapaklarında bu resimlerden var. Onlar dışında yayımlanmış dört kitap kapağında da oje resimlerim kullanıldı. Şimdiye dek üç sergi açtım İzmir’de. Instagram üzerinden de paylaşım yapıyorum, resimleri edinmek isteyenler bana oradan ulaşabiliyor.

Birçok sanat dalıyla aynı zamanda ilgileniyorsun, hepsinde de çok başarılısın. Kendini en iyi hangisiyle ifade ettiğini düşünüyorsun?

Teşekkür ederim, bunu duymak ne güzel! Her birinin verdiği tatmin çok farklı, bazen de tamamlayıcı. Ama sanırım yazı yazmayı daha esas kabul ediyorum. Zamanımın büyük bir kısmını yazarak geçiriyorum çünkü. Yazmadığım vakitlerde de yine onu besleyecek fiillerde bulunuyorum; okumak, incelemek, izlemek ve düşünmek gibi. Yazmaya yoğunlaştığımda bu saydıklarımın dışına da pek çıkamıyorum.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün