Bu yazıyı yazmak için masanın başına 8 Mart’ta oturdum. Yanıma kadınların kutsal kitabı olarak tarif ettiğim, Clarissa P.Estes’in muhteşem başyapıtını, ‘Kurtlarla Koşan Kadınlar’ı aldım. Biraz esin versin bana derken, yine bir baktım ki, dalmışım, aralardan pasajlar okuyorum. “Hadi o zaman vahşi bilge kadın” dedim, “bu yazıyı beraber yazalım.”
“Nasıl hissediyorum kendimi biliyor musun? Hem de çoook uzun zamandır. Yani, böyle, sanki…” Gözlerimden yaşlar süzülüyor, devam edemiyorum. Beni benden iyi tanıyor, beni gözyaşlarımdan utandırmıyor, sakince başlıyor söze.
“Kendini had safhada yavan, yorgun, kırılgan, çökkün, kafası karışık, suskun, dizginlenmiş, heyecansız hissediyorsun. Kendini korkmuş, aksak ya da zayıf, esinsiz, cansız, ruhsuz, anlamsız, utangaç, sürekli kızgın, hafifmeşrep, sıkışıp kalmış, yaratıcılıktan uzak, bastırılmış, aklını yitirmiş hissediyorsun. Kendini güçsüz, sürekli kuşku içinde, sarsak, tıkanmış, bir işin sonunu getiremez, yaratıcı hayatını başkalarına teslim eden, eş, iş ya da arkadaş seçiminde hayatın altını oyan tercihler yapan, kendi döngülerinin dışında yaşamaktan mustarip, kendini aşırı koruyucu, uyuşuk, belirsiz, mütereddit, kişiliğine uygun adımlar atamayan ya da sınırlar koyamayan biri olarak hissediyorsun. Kendi temposunda ısrar etmeyen, çekingen, Tanrı’sından ya da Tanrılarından ayrı düşmüş, kendini yenilemekten uzaklaşmış, içgüdülerini yitirmiş biri için en güvenli yer olduğundan ev hayatına, entelektüelliğe, işe ya da tembelliğe çekilmiş biri gibi hissediyorsun”.
Daha anlatacak da duymaya dayanamıyorum. Çok ağır bu sözler. Hem doğru hem keskin hem çok ağır. Ama onun amacı beni ezmek değil. Beni dizine yatırıp saçlarımı okşuyor. Hüngür hüngür ağlıyorum. Ona sığınıp cenin pozisyonunda küçücük oluyorum. O sıcaklıkta büzüşüp büzüşüp zerre kadar küçülüp bir ışığa dönüşüp yok olmak istiyorum adeta. “Senin suçun değil, tüm kadınlar yaşıyor bunları” der gibi bilgelikle sıkıca sarılıyor bana. Sanki o da kendini bende avutmaya çalışıyor.
“Durmaktan korkmak, harekete geçmekten korkmak, durmadan üçe kadar sayıp başlayamamak, üstünlük kompleksi, müphemlik hissetmek, ama yine de başka açılardan tamamen yetenekli, tamamen işlevsel olmak. Bu saydıklarım bir çağın ya da bir yüzyılın hastalığı değil, kadınların her tutsak alınışında, vahşi doğanın her tuzağa düşürülüşünde, her zaman ve her yerde bir salgın şeklinde kendini gösterir.”
Öyleyse kurtuluş yok gibi hissediyorum birden. Hepimiz enfekte olduk. Nasıl yaşayacağız ama? Bir yandan günden güne ölüyorum gibi hissediyorum ama hayır, esas istediğim bu değil, istediğim şey yaşamak! Doya doya yaşamak!
“Sağlıklı kadın tıpkı bir kurt gibidir: Sağlam, kunt, diri, hayat verici, konumunun bilincinde, yaratıcı, sadık ve göçebedir. Ancak vahşi doğadan ayrılmak kadının kişiliğinin zayıflamasına, bir hortlak ve hayalet halini almasına yol açar. Postu kolay deldiren, çelimsiz, sıçrayamayan, avlanamayan, doğuramayan, bir hayat yaratma yeteneğinden yoksun biri olmak için burada değiliz. Kadınların hayatı durağanlık içindeyken ya da can sıkıntısıyla dolu olduğunda, bu her zaman için Vahşi Kadın’ın ortaya çıkma zamanının geldiğini gösterir; ruhun yaratıcı işlevinin deltayı doldurmasının zamanıdır.”
Kalbim çarpmaya başlıyor birden. Bir ışık var öyleyse! Yapabilirim! Ruhumun yaratıcı işlevini tekrar devreye sokabilirim! Ama nasıl? Nasıl yapılıyordu bu? Gözlerimden ışık fışkırmayalı, ruhum taşkınlıklarından utanmadan kendi yolunda dans ederek ilerlemeyeli yıllar oldu! Unuttum o günleri!
Bu sefer hemen başlamıyor söze. “Ah tatlı küçük kız, ah kendinden ayrı düşmüş genç kadın, ah yolunu iyiden iyiye şaşırmış, yüzü çizgilenmeye başlamış, bilgeliğin sınırındaki orta yaşlı ruh, reçete mi bekliyorsun yoksa?” der gibi bakıyor yüzüme. Haklı. Koskoca vahşi bir dünya var orada, binbir sırlı, binbir kapılı, binbir anahtarlı, o kadar kolay mı? Hayal kırıklığım yüzüme yansımış olmalı, kıyamıyor bana, “bak dinle, sana öyküler anlatacağım” diyor. Ve ekliyor “ama anlatacak o kadar çok şey var ki… Zamanla hepsini dinleyeceksin. Ama gel, önce buzlarını eritelim”:
“(…) Bir insanın donması (…) ruhsal psişe için müşkül bir durumdur, çünkü ruh, buz gibi olma haline değil, tersine, sıcaklığa yanıt verir. Buz gibi bir tutum, bir kadının yaratıcı ateşini söndürür. Yaratıcı işlevi ketler (…) Hemen kalemi elinize alın, sayfanın üstüne koyun ve sızlanmayı bırakın. Yazın. Fırçayı elinize alın ve değişmek için kendinize karşı acımasız olun ve resim yapın. Dansçılar, rahat elbiselerinizi giyin, saçlarınıza, belinize ya da bileklerinize kurdelelerinizi bağlayın ve vücudunuza buradan uzaklaşıp gitmesini söyleyin. Dans edin. Aktrisler, oyun yazarları, şairler, müzisyenler ya da başkaları. Genel olarak, sadece konuşmayı bırakın. Şarkıcı değilseniz, tek bir söz daha etmeyin. Kendinizi ister tavanı olan bir odaya, ister gökyüzünün altında açık bir araziye kapatın. Sanatınızı yapın. Genelde bir şey hareket ediyorsa donmaz. Öyleyse hareket edin. Hareket etmeye devam edin.”
Hmm tamam, haklısın, bazen herhangi bir şey yapmak bile gerçekten iyi geliyor. Mesela şu anda yazı yazıyorum ya, nasıl iyi hissediyorum biliyor musun! Özgür hissediyorum, mutlu, yaratıcı, sevgi dolu, canlı, yaşıyor hissediyorum. Peki ama aylardır toplamadığım, elime geçirdiğim her şeyi tıkıştırıp kapısını kapattığım elbise dolabım ne olacak? Asla toplayamadığım çalışma masam? Oyun oynamaya doyamayan küçük kızım? Yapılacak yemekler? Hayat hep yazıyla geçse keşke, geçmez ki…
“Kadınlar genellikle gün içindeki zamanlarının yüzde 80’ini yaratıcı hayatlarını sekteye uğratan işler yapmaya harcayarak duyarlı olmaya çalışan sanatçılardı (…) Aslında tutkuluydular, bireydiler, araştırmacıydılar ve doğru içgüdüsel zihinlere sahiptiler (…) Akıllı bir kadın psişik ortamını düzenli tutar. Bunu, zihnini açık tutarak, çalıştığı yeri temiz bırakarak, fikirlerini ve tasarılarını tamamlamaya çalışarak gerçekleştirir (…) Kadınların döngüleri şunlardır: Düzenli bir şekilde düşüncelerini temizlemek, değerlerini yenilemek. Düzenli bir şekilde psişesini ıvır zıvırdan temizlemek, benliğini süpürmek, düşünce ve duygu hallerini temiz tutmak. Yaratıcı hayatın altında kalıcı bir ateş yakmak ve özellikle kendisiyle vahşi doğa arasındaki ilişkiyi beslemek amacıyla daha önce görülmemiş bir yığın yaşantıyı özgün bir biçimde pişirmeyi anlatacak şekilde sistematik olarak fikirleri pişirmek.”
Şimdi bana müsaade. Biraz dolabımı, biraz masamı, biraz mutfağı, biraz duygularımı, biraz düşüncelerimi, biraz da ruhumu temizleyeceğim…