Anadolu'nun ve İzmir'in hümanist felsefesi

Dr. Siren BORA Toplum
12 Mart 2025 Çarşamba

Kimi araştırmacılar Hümanizm’in (insancılık) kökenini, Antik Yunan’a ya da İslamiyet’in Altın Çağı’na dayandırırken; kimileri, hümanist düşüncenin Buddha ve Konfuçyüs’te görülebildiğini iddia etmektedir. Kökeninin Antik Yunan’da başladığı fikrini savunan bilim insanlarına göre, hümanizmin fikri temelleri, milattan önce 6. yüzyılda yaşamış Miletuslu Thales ile Colophon'lu Xenophanes tarafından atılmıştır. Sonraki yıllarda, Anaksagoras ile öğrencisi Perikles ve sonra Protagoras ile Demokritos vasıtasıyla günümüze taşınmıştır.

Avrupa Hümanist felsefesinin başlangıç tarihi, yaklaşık olarak 14. yüzyıldır. Anadolu hümanizminden oldukça farklı nitelikler ihtiva eden Avrupa Hümanizmi, esasen Orta Çağ skolastik felsefesine tepki olarak ortaya çıktığı için, ‘Tanrı merkezci’ değil; ‘İnsan merkezci’dir. “Tanrının ya da tanrıların hoşnutluğunu” değil, “insana faydayı ya da insanın hoşnutluğunu” esas alır. Bu açıdan hem ‘sekülerizm’ ile sıkı ilişkilidir hem ‘benmerkezci’dir. Kısacası o, insan odaklı kanunların düzenlenmesinde Tanrı'yı değil, insan aklını esas alan rasyonalizme ve ampirizme odaklanan bir felsefi düşünce öğretisi ve edebiyat akımıdır. Anadolu hümanizmi ise, temel kriteri maddi fayda/maddi çıkar olan ‘ampirik yaklaşıma’ ve kavramlara boğan, hatta kavramların içine hapseden ‘rasyonalist yaklaşıma’ yabancıdır. Ayrıca, sadece ‘sevgiye’ odaklanan Anadolu’nun hümanist felsefesi bir ahlak anlayışıdır. Dolayısıyla bünyesinde asla sevgiye yer vermeyen; insan evladının din ve Tanrı olmaksızın etik ve ahlaklı olabileceğini savunan Avrupa Hümanizminden farklıdır. Bu sebeplerden dolayı, iki felsefe arasında kat etmesi olanaksız derin bir uçurum mevcuttur.

13. yüzyıl Anadolu’su etnisiteler, ırklar, dinler ve diller karmaşasına sahip bir coğrafyadır. Araplar, Yahudiler, Rumlar, Ermeniler, Mecusiler, Yezidiler, Kürtler, Türkler, Pontuslular, Hıristiyanlar, Müslümanlar, Mezopotamyalılar, Süryaniler, Arnavutlar, Asyalılar, Orta Asya steplerinden at sürüp gelen göçebeler, Persler Asya ile Avrupa arasında bir köprü işlevi gören bu yarımadada adeta bir ‘Babil Kulesi’ oluşturmuşlardır. Anadolu’nun tüm kadim kültürlerinden ve aşağıda adlarını zikredeceğim dört değerli şahsiyetin görüşlerinden beslenen Anadolu’nun hümanist felsefesi, insanlığın özgürlükçü birliğini ve eşitliğini amaçlamaktadır. Bu felsefenin dört ayağından ikisi, Şamanizm’in hüküm sürdüğü Orta Asya steplerinden gelen Türkmen Yunus Emre ile Yesevi ekolünden Hacı Bektaşi Veli’dir. “Türkistan'ın doksan dokuz bin dervişinin piri” olarak anılan Ahmed Yesevi’ye, Horasan'daki yetmiş yedi bin dervişin bağlı olduğu kaydedilmektedir. Şamanist öğelerle İslam’ı bir araya getirip, Ortodoks İslam anlayışının dışında bir akım geliştiren Ahmed Yesevi, bu anlayışı yaymak üzere farklı coğrafyalara öğrencilerini göndermiştir. 13. yüzyılda Anadolu’ya gönderilen derviş sayısı 57 bindir. Üçüncü ayak, Afganistan’ın Belh kentinde doğan Mevlana Celaledddin-i Rumi, dördüncü ayak ise, Endülüs’ten gelen Arap ve Yahudi kültürüne haiz İbni Arabi’dir. Her birinin yetiştiği kültürler birbirinden farklıdır; ancak duygu dünyaları ortak bir değerde, ‘sevgi’ dünyasında birleşmektedir. Ayrıca Ahi Evran, esnaf lonca örgütlenmesi faaliyetleriyle; Şeyh Edebali Osmanlı Devleti’ni kuracak olan Osman Bey’in manevi öğretmeni kimliğiyle Anadolu hümanist felsefesinin yayılmasına katkıda bulunacaklardır.

İlk başta heterodoks bir inanç biçimi olarak görülen Yesevi anlayışı, 13. yüzyıl öncesine ait Mezopotamya- İran kültürü ve Endülüs’ten gelen kültürle harmanlanmış, ardından Anadolu ve Balkanlara yayılmıştır. Yesevi’nin geliştirdiği felsefenin temelinde sevgi yer aldığı için; Tanrı’yla olan bireysel ilişkide esas kriter, maddi bir kazanç olan ödül beklentisi (cennet) ya da ceza korkusu (cehennem) değil; Tanrı’ya duyulan sevgi ve saygıdır. Bu bakımdan, hem Avrupa Hümanizminden hem Ortodoks İslam anlayışından ayrı düşmektedir. Yıpratıcı, yok edici savaşlardan, Haçlı Seferleri’nden, din çarpışmalarından ve Moğol istilasından yorgun ve yoksul düşen Anadolu halkı, bu birleştirici hümanist felsefeye dört elle sarılmayı tercih etmiştir.

İzmir Kentinin Hümanist Felsefesi

Stratejik ve coğrafi konumu nedeniyle tarih boyunca göç ve göçmen coğrafyası olan Anadolu, yüzyıllarca pek çok uygarlığı bağrında saklamış; pek çok kültüre ev sahipliği yapmıştır. Kültürlerin tümü o kadar baskın ve etkindir ki, yok olmayıp yeni toplulukların kültürleriyle harmanlanarak mevcudiyetlerini sürdürmüşlerdir. Esasen İzmir kenti de sözünü ettiğim özelliklerin tümüne haizdir. İzmir’in başlangıç tarihi olarak 8500 yıl önceyi, Yeşilova yerleşimini baz alalım. O tarihten bugüne denizle irtibatlı olan İzmir, kelimenin tam anlamıyla bir göçmen yerleşimidir ve uzun yıllar bu niteliğini korumuştur. Göçlerle kurulmuş; beslenmiş büyümüş; zaman zaman tersine göçlerle ışıltısını kaybetmiştir. İzmir’de tasavvuf kurumlarına ait en eski bilgi İbni Batuta’ya aittir. İbni Batuta Anadolu’yu gezerken İzmir’e uğramış ve bir Rıfai dergahında kalmıştır. Anlatısı şöyledir: Sonra İzmir’e hareket ettik (…) (Kadife) Kale şehrin üst kesiminde bir tepe üzerinde bulunmaktadır. Orada Ahmediye (Rifai) tarikatı şeyhlerinden dindar ve olgun bir kimse olan Şeyh akub’un zaviyesine indik. Zaviyenin dışında Şeyh İzzeddin Rıfai ile karşılaştık. Bu zatın yanında büyük şeyhlerden Ahlatlızade ve yüz kadar derviş vardı. Şehrin hakimi bunlar için çadırlar kurdurmuş, Şeyh Yakub da ziyafet çekmişti. Ben de bu ziyafette hazır bulunarak onlarla görüştüm.” Bu olayın tarihi 1333’tür. Esasen bu zaviye, İzmir İkiçeşmelik Namazgah’ta bulunan ve İzmir’in Aydınoğulları tarafından fethinden sonra Seyid Mükrimiddin tarafından kurulan Emir Sultan Dergahı olarak da bilinmektedir. Bu mekan, bir insanlık ocağı, bir sığınak, kente gelenlerin birkaç gün rahatça barınabileceği bir misafirhanedir. Misafirlikte din ve etnisite ayırımı gözetilmez. Burada, gündelik işlerin ifası yanında insanın tekamülünü hedefleyen bir eğitim verilmektedir. Emir Sultan Dergahı’nın hemen yakınında süt veren Meryem Evi ile Hıristiyanlığın Yedi Kutsal Kilisesinden biri olan Smyrna Kilisesi mevcuttur. Ve yine aynı alanda, Bizans dönemine ait bir sinagog bulunmaktadır. Kısacası, 14. yüzyılda İzmir, tıpkı Anadolu gibi farklılıkları bir tehdit olarak görmeyen toplulukların birbirini kucaklamasına zemin hazırlayan bir coğrafyaya dönüşme eğilimindedir.

İzmir 1426 tarihinde Osmanlılar tarafından fethedildikten sonra, göç almaya devam etmiş, özellikle 16. yüzyılın son çeyreğinden itibaren bir liman kent olarak gelişip büyümüştür. Kente gelen göçmenlerin coğrafi, etnik, ırki ve dini kökenleri birbirinden farklıdır. Onlar her ne kadar yan yana fakat farklı mahallelerde ikamet etmekte iseler de, kahvehanelerde, çarşıda ve limanda karşılıklı saygı ve dayanışma ilkeleri üzerine inşa olunan bir ilişki kurmuş ve geliştirmişlerdir. Tanzimat Dönemi, toplumsal ilişkilerdeki dönüşümün başlangıç tarihidir. Artık İkiçeşmelik’te ve Karataş’ta oluşturulan iç içe mahallelerdeki komşu evlerde hatta toplumsal yaşamın her alanında, dayanışma ve kaynaşmanın yansımalarını gözlemek mümkündür. Sözgelimi İkiçeşmelik’te, katlı otopark yanından Tilkilik’e uzanan Anafartalar Caddesi, farklı dini inanç ve etnik köken mensubu toplulukların, Yahudi toplumunun Purim Bayramı’nı bir arada büyük bir törenle kutlama geleneğinin mekanıdır. Üstelik bu gelenek yıllarca devam ettirilmiştir. İşte tam da bu noktada sorulması gereken önemli bir soru mevcuttur: İzmir, yıllardan beri yurt içinde ve yurt dışında çok kültürlü bir kent olarak tanımlanmaktadır. Bu tanım doğru ve yerinde bir tespit midir? Yoksa yukarıda dile getirdiğim sadece bu coğrafyaya özgü hümanist felsefeden yola çıkılarak yapılacak farklı bir tanımlamaya mı ihtiyaç vardır? Acaba yeni tanımlama çok kültürlülük değil; İzmir hümanizmi ya da İzmir hümanist kültürü mü olmalıdır?...

Esasen İzmir’de, birlikte yaşamın yol açtığı aşinalık, birbirine yabancılaşmama ve farklılıklardan rahatsız olmama olgusunu da beraberinde getirmiştir. İzmir’in ‘hümanist kültürünün’ paylaşma ve kaynaşma ile bir arada dönüşen yepyeni bir bütünlüğe sahip kültürel bir yapı oluşturduğu aşikardır. Üstelik bu yeni yapı, İzmir toplumsal yaşamının etik temelini oluşturmaktadır. Dolayısıyla birbirine aşina olan farklı toplulukların benliklerini de kaybetmeden yavaş yavaş değişime uğrayarak öz kültürlerinden bağımsız ortak bir kültür oluşturması çok kültürlülük şeklinde tanımlanabilir mi? Sorgulanmalıdır… Batılılar tarafından 16. yüzyıldan itibaren uygulanmaya başlayan ve yeni keşfedilen kıtalarda da uygulanan ancak çoğunlukla başarısızlıkla sonuçlanan çok kültürlülük politikalarıyla, İzmir’in farklı dini inanç, etnisite ve coğrafi kökenlere sahip topluluklarını barındıran ve hümanizmden feyz alan toplumsal yapısı arasındaki farklar saptanmalı ve bu iki farklı olgu birbirlerine karıştırılmadan kendine özgü öznel yapılarıyla değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Esasen, Anadolu hümanizmi ve İzmir kentinin özgün hümanist felsefesi, günümüzde temel bir ihtiyaç olarak gün yüzüne çıkmayı beklemektedir…

Muhyiddin-i İbn Arabi’nin aşağıdaki duygu dolu dizeleri Anadolu’nun ve İzmir’in Hümanist felsefesini gayet güzel ifade etmektedir. Gelin o dizelerle son noktayı koyalım:  

Bir zamanlar benim dinimden olmadığı için komşumu suçlardım.

Ama şimdi kalbim bütün biçimlere açık...

O artık ceylanlar için bir çayır

Keşişler için bir manastır

Puta tapıcı için bir mabet

Hacı için bir kabe

Tevrat levhaları

Kur’an kitabıdır.

Ben aşk dinine vaz ediyorum.

Ve hangi yöne yönelirse yönelsin

Bu din benim dinim benim imanımdır.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün