Gene Hackman ve karısı evlerinde ölü olarak bulundu. Bir süre önce basın yayın organlarında yer alan bir haberdi. Hackman’ın filmlerini bilenler, oyunculuğunu takdirle hatırlayanlar şüphesiz üzüldü fakat bir yandan da geçmişin derinliklerindeki bir suretin artık oyunculuk değil de hayatın finaliyle karşılarına çıkması sebebiyle, mahiyetini henüz bilemedikleri bu uzun ömrü üzüntülerinin hafifletici bir nedeni olarak gördüler. Aktör 95 yaşında ölmüştü. Haberlerin ayrıntılarında uzun süredir Alzheimer olduğu, gözlerden ırak bir şekilde piyanist eşi 62 yaşındaki Betsy Arakawa ile yaşadıkları, daha önceki eşinden iki kızı ve bir oğlu bulunduğu belirtiliyordu. Polis yetkililerinin açıklamalarına göre Arakawa mutfakta ilaç şişeleri arasında yere düşmüş haldeydi, Hackman elinde bastonuyla kapıdan çıkmaya çalışırken orada hayatını kaybetmişti, keza evdeki köpekleri de ölmüştü, dışarıda olan iki köpek ise yaşıyordu. Aynı evde ölen iki kişi ve bir köpek olunca doğal olarak şüpheli bir durum söz konusuydu ancak ölenlerin bedenleri üzerindeki ilk incelemede herhangi bir darp, şiddet izine rastlanmadı, bu da şüpheleri azaltıyordu. Olayın sırrı bir hafta sonra çözüldü. Hackman’ın eşi kemirgenlerden geçen bir virüs nedeniyle ölmüştü, o öldükten yaklaşık bir hafta sonra da Alzheimer olduğu için ilaçlarını alamayan, bilinci yerinde olmayan, aklı karışık Hackman açlıktan ve susuzluktan hayatını kaybetmişti.
Haber kısaca böyle.
Bu haberin ardından doğal olarak insanın aklına birçok soru geliyor. Hackman’ın üç çocuğu olduğuna göre yaşlı babalarıyla ilgilenmek, kapısını çalmak, bir telefon açmak, haber alamayınca meraklanıp en azından yetkililere haber vermek gibi bir sorumluluk duygusu üçünde de yok muydu? Aile ilişkilerine dair ne yaşanmış olursa olsun, en alt düzeyde bir ilgiden bile mahrum kalmış bir durum nasıl, hangi şartlarda ortaya çıkmıştı? Bu ilgisizliği sadece kişisel dünyaların kendine özgü bağlantıları üzerinden mi anlamak gerekirdi yoksa modern dünyanın bu yüzüyle hepimiz çeşitli düzeylerde karşı karşıya mıydık? Teknik gelişmeler sebebiyle her tür iletişimin sınır tanımaksızın mümkün olduğu, “dünyanın küçük bir köy” haline geldiği bu hayat tarzı ne menem bir şeydi ki, maddi mahrumiyetleri bulunmayan üst sosyal sınıftan bir insan kendi evinde, ya da yalnızlığında mı demeliyiz, açlıktan ve susuzluktan ölebiliyordu? Bu evrensel köy, öyle anlaşılıyor ki bizim bildiğimiz köylerden değil, her bir evin evrenin bir tarafına savrulduğu, ironik bir şekilde, insanları birbirine bağladığı iddia edilen teknik bağların insana dokunmadan tükendiği, bu yüzden bireyin en temel iletişim biçimlerine bile sırtını dönmüş bir halde yaşadığı ve evet öldüğü bir köy.
Toplumun en küçük birimi aile denilir. Yaşarken öyle ve ölürken de öyle muhakkak. Hackman ilk evliliği sona ermesine rağmen belli bir düzeyde aile bağlarını muhafaza edebilseydi muhtemelen o kaçınılmaz son böyle acı verici olmazdı. Hepimizin aklına ilk çocuklarının gelmesi bu yüzden. Hackman’ın hikâyesinde herkesi ürperten, derinden derine hissettikleri, kendilerinden çok da uzak olmadığını düşündükleri bağların çözüldüğü bir dünya gerçekliği. Modernlik aileye meydan okuyan birçok unsurla birlikte hayatımızda. Klasik işbölümü ve onun karşılıklı bağları tahkim edici niteliği çözülürken, aynı ölçüde aile bağlarını tahkim eden yeni bir işbölümü modelini insanlık geliştiremedi. Gündelik hayatı kolaylaştıran teknik gelişmeler insanın tek başına, moral yük üstlenmeksizin yaşamasını kolaylaştırdı. Kadın erkek ilişkilerine dair kutsalın, keza geleneksel sosyal birimlerin denetim ve sınırlama mekanizmaları ortadan kalktı, özgürleşmenin “kurallardan ve sınırlardan özgürleşme” biçimi yeni bir düzen oluşturamadı, amorf ilişkiler insanı çekici ve aynı zamanda dramatik bir yalnızlığa götürdü. En temel moral bağların alanı olan aile bağlarından kurtulan insanın toplumsal bağları da bütünüyle fonksiyonel bir mecrada şekillendi. İnsan insana ilişki iyi zamanların karşılıklı çıkarlarca desteklendiği şartlarda mümkün hale geldi. Bir bakıma çevremiz teknik imkânlarla kuşatılırken etrafımızdaki insanca nefes uzaklaştı.
Gene Hackman bir Hollywood yıldızıydı. Başarılı bir aktördü. Seyrettiğim filmlerinde oyunculuğu fevkaladeydi. Tahmin ederim uzun yıllar yanında yöresinde her zaman çok sayıda insan bulunmuştur. Toplantılar, merasimler, kutlamalar, hayranlar, kendisiyle kısa bir karşılaşma yaşamak, bir iki söz edebilmek için saatlerce belki günlerce bekleyenler. Bütün bu kalabalıkların, onunla bağ kuranların, sadece belli şartlara mahsus bir ilişkiden öte anlamı bulunmayan, tamamen fonksiyonel bir tarzın gölgeleri oldukları anlaşılıyor. Çünkü insan insana ilişki, kökeninde bir sebebe ilişkin sınırlılık bulunsa dahi sadece ondan ibaret kalamaz, her bağlantı biraz da kişiliklerin bağlantısıdır ve insana daha uzun soluklu bir yakınlığın kapısını açar. Herkes için olmasa bile en azından bir kısım insan için bu böyle. Geçmişe nispetle bugünün dünyasında insan daha yalnızsa zamanın insani gelişme istikametinde aktığını söyleyemeyiz.
Çok daha şaşkınlık verici benzeri bir olay İzmir’de yaşanmıştı. Emekli hemşire Gülşen Çoğulu, 87 yaşında evinde öldükten üç yıl sonra fark edilmişti. Üstelik bir apartman dairesinde oturmasına rağmen. Komşuları bir ara bir koku duymuşlar o kadar. Sonra o da geçmiş. Evi ise boş zannediyorlarmış.
İnsanlığın gittiği yön sadece izole bir son değil, baştan sona izole bir hayat. Pascal bütün insanlık aynı anda başına silah dayayıp tetiği çekse herkes yalnız başına ölür demişti. Doğru. Ama en azından yaşarken yalnız olmadığımızı bilmek insan olduğumuzu bilmek gibi bir anlam taşıyor. Muhafazakâr ya da devrimci retorikleri dikkate alarak ancak onların yanılsamalarını da hesaba katarak aileyi yeni baştan düşünmek gerek. İnsan insana bağların çölleşmesi, içerikten yoksun kalması doğal bir gerçeklik değil, tarihi bir kategori, bunu unutmadan ‘büyüsü bozulmuş dünya’nın moral yönünü tahkim edecek kutsalı, sanatı, estetiği de bugünün şartlarında ele almak gerek. İngilizce ‘person’ kişi kelimesi, etimolojik olarak iç derinliğe atıf yapar. İnsanın içini, o derinliği ne oluşturur? Tekniğin ve hızın büyüsüne kapılmış, tuşlara basan, hep bir aceleyle bir sonrakine geçmeye çalışan insanın bir iç oluşturmaya, onun için gerekli dinginlik ve bilgeliğe ayıracak zamanı yok. İnsanın akıllı bir varlık olduğunu biliyoruz ancak aklın da şartların bir fonksiyonu olduğunu unutmuyoruz. Bize bilgelikle iç içe bir akıl lazım. İlerleme ise, eğer ondan bahsedeceksek, bu aklın ışığında daha insanca bir mecrada gelişmez mi?