Müzik öykümüzün bu seferki kahramanı blues ve rock türündeki eserleriyle önde gelen birçok müzisyenin ilham aldığı İngiliz gitarist, besteci ve şarkıcı, doğduğu adıyla Peter Allen Greenbaum.
Özgün stiliyle birçok eleştirmen tarafından döneminin Britanya’dan çıkan en yetenekli beyaz blues gitaristi olarak nitelenen müzisyen, hızlı bir devinim içindeki İngiliz blues ve rock&roll sürecinde ön safhada yer aldı. Ancak, kişisel sorunları ve yaşamındaki sert iniş çıkışlar nedeniyle, yeteneklerinin karşılığı olması beklenen üreticiliğe ve popülerliğe maalesef sadece kısa dönemlerde ulaşabildi.
Sanatçı, Doğu Londra’nın Bethnal Green mahallesinde Yahudi İngiliz bir ailenin dört çocuğundan en genci olarak dünyaya geldi. Çevrelerindeki antisemitizmden rahatsız olan ailesi, o henüz iki yaşındayken Batı Londra’ya Putney’e taşındı; aynı nedenle soyadlarındaki ‘baum’ kısmını yasal olarak çıkartıp ‘Green’ olarak değiştirdi.
İlk gitar derslerini küçük yaşta ağabeyleri Michael ve Lenny’den alan Peter Green, birkaç yıl sonra radyoda duyduğu melodileri çalabiliyordu. Henüz 15 yaşında bas gitarıyla topluluklarda yer almıştı bile. Blues müziğine ilgisi nedeniyle, ilk döneminde ilham kaynakları Hank Jones ve Muddy Waters oldu. 1965’te sonradan ‘Camel’ grubunun saygın klavyecisi olacak Peter Bardens’ın grubunda elektrik gitar çaldı.
Aynı yıl, müzik yaşamının dönüm noktası olacaktı. O dönem İngiliz blues’unun önemli ismi olarak görülen besteci ve gitarist John Mayall, ‘The Bluesbreakers’ topluluğunun lideriydi. Genç yaşında gitar ilahı olarak anılmaya başlayan Eric Clapton ise grubun öncü gitaristiydi. Rock yıldızlarının genel özelliği gibi yüksek egolu ve öngörülemez olan Clapton, grup turnedeyken kimseye danışmadan aniden Yunanistan’a tatile gitti. Mayall, birkaç konser için Peter Green’i topluluğa kattı. Clapton’un yedeği olarak sahne alan ve onunla kıyaslanmak zorunda kalan Green, bu zorlu yükün altından başarıyla kalktı. Üstelik gitar tarzıyla, Clapton’un yırtıcı ve gösterişli tonunu taklit etmeyip, kendi has üslubunu ortaya koydu. Clapton kısa süre sonra geri döndü, bir sonraki yıl tamamen ayrıldığında, Green artık topluluğun kalıcı gitaristiydi. Grubun prodüktörü Clapton gibi bir dehanın ayrılmasından endişe duyarken, Mayall aksine, Green’in kısa sürede alanının en iyi gitaristi olacağından emindi. Green’in yer aldığı grubun ‘A Hard Road’ adlı albümü, stilinin belirgin izlerini taşır. Çok notalı virtüözlüğü öne çıkaran hızlı gitar soloları yerine, sakin, ölçülü, ifadeye öncelik veren uzun zamanlı notalar dikkat çeker. ‘The Super-Natural’ adlı parça bu niteliklerle büyük beğeni topladı ve Green’in imza eserlerinden biri haline geldi.
YENİ GRUP
Üzerinden bir yıl geçmeden, ‘the Bluesbreakers’ın arzu ettiği blues konseptinden uzaklaştığını düşünen Green topluluktan ayrıldı. Burada birlikte çalıştığı davulcu Mick Fleetwood ve bas gitar çalan John McVie ile kendi topluluğunu kurdu. Kişilik olarak diğer yıldız müzisyenlerden farkı, egosunun yüksek olmaması, bilakis mütevaziliği ve içedönük duyarlı kişiliğiydi. Sırf bu nedenle, topluluğun adını iki arkadaşının isimlerini birleştirerek ‘Fleetwood Mac’ koydu, kendini öne çıkarmadı. Bu topluluk zaman içinde üyelerini ve müzik tarzını değiştirdiği için, onun içinde olduğu dönemin topluluğu, karşı çıkmasına rağmen ‘Peter Green’s Fleetwood Mac’ olarak anıldı. 1968’de yayınlanan ilk albüm ‘English Rose’ içinde yer alan enstrümantal ‘Albatross’, Britanya’da bir numaraya yükselen ilk parçalarıdır. Aynı albümdeki diğer bilinen parça ise, önceki bir yazımda hikayesini dile getirdiğim ve Santana’nın daha sonra dünyaca üne kavuşturduğu ‘Black Magic Woman’ oldu. Bahsettiği “Karanlık Büyülü Kadın”, dört yıl boyunca birlikte olduğu ‘Magic Mamma’ lakabını taktığı kız arkadaşı, dönemin mankeni Sandra Elsdon’dan başkası değildi.
Topluluk, sanatçının yaratıcılığın üst düzeyde olduğu bu dönemde ‘Mr. Wonderful’ ve ‘Then Play On’ adında iki başarılı albüm daha çıkardı. Ne var ki, gitgide artan madde bağımlılığı, sanatçının müziğini daha ileri götürmesini önlüyordu. Ruhsal sorunları ve takıntıları belirgin hale gelmişti. ‘Man of the World’ adlı parça, melankolik tonu ve sözleriyle onun sıkıntılarını iyice açık etti. Elde ettiği para ve şöhretten kurtulmayı arzuluyordu ve tüm servetini bağışlamayı kafasına koymuştu. Ona göre gereksiz maddiyattan arınıp özgür olmak istiyordu. Topluluk arkadaşları, özellikle Fleetwood ve ailesi onu kararından vazgeçirmeye çalıştılarsa da ikna çabaları nafileydi.
Bu arzusu, topluluktaki son bestesi ‘Green Manalishi’nin sözlerinde kendini gösterdi. Kendi ifadesine göre, parçada dolaylı olarak tarif edilen şeytan parayı temsil eder. Edindikleri serveti bağışlamalarını istediği grup arkadaşlarının bu talebini benimsememelerine kızgınlığı burada müziğine yansıdı. Konunun felsefe ve hikâyesi bir yana, müzikal açıdan parçanın son üç dakikasındaki gitar solosunun saflığı, akıcılığı ve isyan vurgusu son derece çarpıcı.
Eski dostlar John Mayall ve Peter Green, yıllar sonra 2003’te “Guitar” dergisine birlikte kapak oldular.
İNZİVA YILLARI
1970’te Münih’teki ağır uyuşturucu seansı, ruhsal ve fiziki sağlığına kalıcı zarar verdi. Sonraki yıl topluluğu terk etti, serveti dahil her şeyi bırakıp inzivaya çekildi. Farklı dönemde Amerika Vermont’da, sonra 1972’de birkaç ay İsrail’de Kibbutz Mishmarot’ta zaman geçirdiği söyleniyor. İngiltere’ye döndüğünde uzun yıllar psikiyatrik tedavi görerek müzik dünyasında unutuldu.
Ayrılmasından sonra, Lindsey Buckingham ve Stevie Nicks ‘Fleetwood Mac’e katıldı. Müzik türlerinin pop-rock’a dönüşmesiyle topluluğun dünya çapında geniş kitlelere hitap etmeye başlaması, anlayışlar arasındaki zıtlığın göstergesi. 1977 tarihli ‘Rumours’ albümleri satış ve hasılat rekorları kırdı.
Green, 1978-1983 arasında kısmen toparlanıp kendi grubunu kurdu, 1979’da çıkardığı üst düzey ‘In the Skies’ albümüyle başarılı geri-dönüş gerçekleştirdi. Albümdeki ‘Slabo Day’ parçası, dingin temposu ve düşündürücü gitar anlatımıyla müzisyenin ruhunu mükemmel aktarıyor, müziğin bazen sözden daha güçlü ifadesinin olabileceğini ispatlıyor. Ancak sanatçı parçayı kendi bestelemesine rağmen burada ritim gitar çalmakla yetindi, zira gitar çalma seviyesinin uzun ara sonrası yeterli düzeyde olmadığını düşünüyordu. Solo gitarda, o yıllarda Pink Floyd’a konserlerde katılarak ünlenen blues gitaristi Snowy White yer aldı.
Fleetwood’un belirttiğine göre, Green hiçbir zaman ünlü bir yıldız olmanın gereklilikleriyle barışık olmadı. Sahnede en yetenekli müzisyen olarak çaldığında dahi, odak noktası olmaktan hoşlanmadı, hep takım oyuncusu olmayı yeğledi. Tek amacı, bestelerinde ve çalışında her notada arzuladığı gerçek saflığı yakalamak oldu. Yıllarca ortadan kaybolunca hak ettiği ilgiyi görememesine rağmen, üst düzey gitaristlerin övgüsüne mazhar oldu, sonra gelen tanınmış gitaristlere ilham verdi.
Yanından ayırmadığı 1959 Les Paul gitarını bunalımlı bir döneminde diğer önemli bir gitarist Gary Moore’a sattı. Green’e hayranlığını sürekli dile getiren Moore, 1995 yılında duyduğu saygısının karşılığı olarak, onun bestelerini yorumladığı ‘Gary Moore Blues for Greeny’ albümünü yayınladı. Aynı gitar sonradan tekrar el değiştirdi, bugün diğer bir hayranı Metallica’nın gitaristi Kirk Hammett’e ait.
Peter Green son yıllarında, eskiden sahip olduğu 1959 Les Paul gitarı ve gitarın şimdiki sahibi Metallica’nın gitaristi Kirk Hammett ile birlikte
Sonraki yıllarda aralıklarla müziğiyle kendini tekrar hatırlatan bu aykırı sanatçı hakkında, BBC 2009 yılında bir belgesel hazırlayıp yayınladı. Green’in Temmuz 2020’de yaşama veda etmesinden birkaç ay önce, yakın dostu Mick Fleetwood ve yarattığı müziğin hayranı olan birçok tanınmış müzisyen toplanıp onun eserlerini yorumladılar. The London Palladium’da gerçekleşen ve canlı kayıt yapılan bu görkemli konserde, Pink Floyd’un yaşayan efsane gitaristi David Gilmore, Green’in sevilen Albatross’unu ‘lap steel slide guitar’ı ile müziğe döktü.
İstisnai sanatçının eserlerinden derlediğim seçki umarım ilginizi çeker!
KAYNAKÇA:
SEÇKİ
Spotify / Sami Asa, Playlist adı: MY_27_250326_Peter Green
https://open.spotify.com/playlist/2c6N3NqK6mqEuh6NAOMLem