Bazen bir hikâye sadece anlatılmaz, yaşatılır… Gözlem Yayıncılık´tan çıkan ´Önceki Gün, Dün, Bugün´ kitabının yazarı Moris Levi de tam olarak bunu yapıyor. Çocukluğundan beri büyüklerinden dinlediği hikâyelerle yetişmiş, şimdi ise bu hikâyeleri kalemiyle bizlere taşıyor. Yaklaşık on yıldır sosyal medyada paylaştığı yazılar arasından ailesi ve kendisiyle ilgili olanları bir araya getirerek bu seçkiyi oluşturmuş. Aile öykülerini sadece hatırlamak için değil, yaşatmak, paylaşmak ve hissettirmek için yazıyor. Yazdıkları, geçmişi geleceğe bağlayan sıcak bir köprü gibi... Kendisiyle, renkli kalemi ve içten üslubuyla, anıları ve yazma tutkusunu konuştuğumuz keyifli bir sohbette buluştuk.
Kitabınızda George Bernard Shaw’un “Eğitimime, okula başladığımda ara vermek zorunda kaldım” sözünü alıntılıyorsunuz. Sizin için eğitim ve yaşamın iç içe geçmesi neyi ifade ediyor?
Doğduğumuz an öğrenmeye başlarız. Doğduğumuz an üç güçlü öğretmen bizi kollarına alır: Ailemiz, yaşam ve zihnimiz.
‘Eğitim hayatı’ yaşamın bir parçası. Şansınız varsa -benimki gibi- özgürlüğünüzü kısıtlamayan bir okulda eğitim görür, kendinizi daha kolay bulursunuz. Ailemiz ise çok uzun bir süre başöğretmenimizdir. Benim renkli, kalabalık, farklı farklı karakterlerle ve yaşam şekilleriyle dolu bir ailem vardı. Yine çok şanslıymışım ki, her şeyden bir öykü yaratabilen bir babam vardı. Zihnime yerleştirdiğim bu eğlenceli özellik, yaşamım boyunca bana eşlik etti.
Tekrarlıyorum, aile, yaşam ve zihin; ben bu kitabı işte bu üç öğretmenimle birlikte yazdım. Bereket versin ki, her üçünü de barış içinde kendimle bir arada tutabilmeyi de öğretebilmişler, kitap kendi kendisini yazdı diyebilirim.
Sefarad kültürü ve kimliği, özellikle de İstanbul’daki Yahudi toplumu üzerine anlatılarınız var. Kültürel bellek ve kimliğin aktarımı konusunda sizce en önemli unsurlar nedir?
Bu coğrafyada benim gibi biri için Sefarad kökenli, Yahudi bir ailede doğmuş olmak bir ayrıcalık. Meraklıysanız ve bakmasını bilirseniz, bagajımızda farklı ve olağanüstü kapsamlı bir toplumsal bellek var. Anlatmak istediğim şu; dini, folklorik, tarihsel, sosyolojik, kültürel çeşitlilik ve zenginlik denizinde yüzüyoruz. Kültürel kimliğin en önemli unsuru ‘yaşama bakış’tır. Atalarımız batıda doğulu gibi bakarlardı yaşama; bir sürenin sonunda barınamadılar. Biz artık doğuda batılı gibi de bakabiliyoruz. Ters geliyor ama en azından tarih bize ‘low profile’ olmayı da öğretti. Sorun yok! Potansiyel içimizde. Bir gün bize ihtiyaç duyulur.
Kitabınızda Dunning-Kruger Sendromu’ndan bahsediyorsunuz. İnsanın kendini olduğundan daha bilgili sanmasıyla ilgili bir kavram. Akla hemen “Cehalet mutluluktur” sözü geliyor. Bu sendrom ile bu deyiş arasında nasıl bir bağ kurarsınız?
Tabii ki cehalet mutluluktur. Ama bağımlılık gibi buruk ve zavallı bir mutluluktur. Pek çok şey gibi, insanın cehaletten kurtulabilmesi için emek sarf etmesi ve eksikleriyle yüzleşmesi gerekir. Bu da kimileri için büyük bir külfettir. Tabii, daha kolay yolu da bilinen küçük bilgi kırıntılarını pervasızca ortaya dökmektir. Bir insan göğsünü gere gere “Bilmiyorum” diyebilmeyi kendisine öğretmeli.
“Kitap yalnızca okumak için değil, birlikte yaşamak içindir” diyorsunuz. Bu bana Sunay Akın’ın kendine ait bir kütüphane dairesinde kitaplar arasında kaybolarak yazılarını kaleme aldığı anları hatırlattı. Sizin de böyle ilham veren özel bir mekânınız var mı?
Evet. Hep vardı. Şimdi de var. Geçenlerde kitaplarımın yarısından fazlasını attım ama halen zengin bir kütüphanem var sayılır. Artık çok az karıştırıyorum çünkü yapay zekâ ve bilgisayarla istediğim metinlere ulaşabiliyorum. Yazılarımı kütüphanemin bulunduğu odada yazarım. Bir yerlerde birilerini beklemem gerekirse bir kitapçıda oyalanırım.
Kitabınızda, yazmayı ‘önüne geçilemez bir uğraş’ olarak tanımlıyorsunuz. Ayrıca çocukluğunuzda anneniz ve babanızın sürekli okumasının sizi etkilediğini anlatıyorsunuz. Sizce okuma alışkanlığı ve yazma tutkusu arasındaki bağ nedir? Ailenizde kitaplarla büyümek, sizin yazarlık yolculuğunuzu nasıl şekillendirdi?
Artık gerçekten yazmadan duramıyorum. Buna kimse inanmayacak, biliyorum, ama yine de söyleyeyim; yazılarımı kitaba döküp ortalara çıkmak benim için işin en zor tarafı. İnanınız “kitap satılıyor mu, okunuyor mu, beğeniliyor mu,” geçtim oraları.
“Ben yazayım da okuyunca belki birilerinin aklına daha iyileri gelir, yazın hayatı zenginleşir” diye düşünüyorum. Toplumumuzda ve ülkemizde o kadar az okunuyor ve yazılıyor ki!
Hani bir söz vardır, “Bırakın yüz çiçek açsın, yüz düşünce akımı birbirleriyle yarışsın.” Bu arada tarihin en önemli çelişkilerinden biri de bu sözün Mao’nun ağzından çıkmış olmasıdır.
“Bazen yaşamın bir köşesinde yediğimiz bir tokat öyle bir savurur ki bizi, bambaşka bir tarafa döneriz yüzümüzü. Biz ve bizden sonrakiler...”
‘Yanbol’daki Tokat’ öykünüzde, hayatın beklenmedik anlarda insanı farklı yönlere savurabileceğini anlatıyorsunuz. Sizce bu tür kırılma anları insanın hayat hikâyesinde nasıl bir rol oynar?
Yazdığım her şeyde, satır aralarında -az veya çok- bu görüşümü vurgularım. Yaşam ve tarih kestirip de hâkim olamayacağımız anlardan oluşur.
Yahudilikte şöyle bir öğreti vardır: “Bir insanı öldürmek, bütün insanları öldürmek demektir.”
Bence şunu da demek istiyor; “Yaşamı kesintiye uğratmak, o andan sonra olabilecek sayısız / sonsuz seçeneği yok etmek anlamına gelir.”
Derin düşünürsek eğer, ne kadar kötü olursa olsun yaşamımızdan tek bir anın dahi yok olmasını göze alamazdık. Bizi biz yapan, bugünü olduğu şekliyle belirleyen, hatta çok daha sonraları torunlarımızı ve onların çocuklarını bile etkileyecek olan belki de o andır.
Küçük kızınız için ‘her şeyden gülünecek bir şaka yaratan’ bir baba olduğunuzu yazıyorsunuz. Bu sizin hayat felsefeniz mi? Sizce, hayatta her şeyden gülümseyecek bir şeyler çıkarmak mümkün müdür?
Betül Hanım, başka çaremiz var mı? Gülmek, gülebilmek ve çok daha önemlisi sevdiklerinizi güldürebilmek ne güzel bir armağan!
Ben de gülmemek için vücudumu kasarım bazen. Ne kötü!
Yaşamımda pişmanlıklarım var kuşkusuz, ama insanları güldürebildiğim / sevindirebildiğim zamanlar için hiç pişman olmadım.
Kitabınızda, “Yaşam, ben ne istiyorum ile benden ne isteniyor arasındaki bir yerde” diyorsunuz. Bu ifadeyi biraz açabilir misiniz? İnsan, hayat yolculuğunda bu dengeyi nasıl bulabilir?
Soru cevaptan daha değerlidir. Şimdi bu sorunuzu cevaplamaya çalışıp anlamını kısıtlayacağım.
Esas olan her şeyde olduğu gibi burada da dengedir. Evlendiğim zaman önceleri bir aile babası olarak benden çocuklarıma örnek olmam, ailenin ihtiyaçlarını karşılamam, saygıdeğer olmamın beklendiğini anlamıştım. Tabii ki öyle ama oğlum doğduğu gün, onu iki elimin arasına aldığımda ona baktım ve o minnacık bebeğin bile güçlü bir kişiliği olduğunu hissettim. O an, “Bu bebek ve bundan sonra gelecek olanlar- benden her şeyden önce kendim olmamı isteyecekler” diye düşündüm. İnsanın kendisi olabilmesi için de ne istediğini iyi bilmesi gerek. Ve ne bunu bilebilmek ne de senden istenilenlerle dengeyi kurabilmek sanıldığı kadar kolay değildir.
Öykülerinizin torunlarınıza ve gelecek nesillere bir miras olmasını umduğunuzu söylüyorsunuz. Gelecek nesillere aktarmak istediğiniz en önemli değerler sizce nelerdir?
Ben düşünüp, biriktirip, yazabildiklerimi ortaya dökmek için çok bekledim. 65 yaşından sonra son iki buçuk senede bu üçüncü kitabım olacak (toplam dört kitap oldu). Daha yayınlanabilecek nitelikte olduğunu düşündüğüm en az iki kitaplık malzeme var.
Bir tek cümleyi bile yazdığıma pişman değilim. Bütün birikimim yazılarımda. Tek hayalim, uzak bir gelecekte bir torunumun “Vay be büyükbaba neler yazmışsın!” ya da “Neler saçmalamışsın” demesi. Hangi yanıtı verirse versin işte o zaman bulunduğum yerde büyük bir kahkaha atacağım.