“Kazandığım her maçta bir gün daha yaşadım. Kaybedenlerin sonu belliydi.” Bu cümleler, Holokost´un gölgesinde bir adamın hayatta kalma mücadelesinin sessiz çığlığını yansıtıyor.
O, yalnızca bir boksör değil; bir kurban, bir tanık, geçmişin acılarını taşıyan bir hayaletti. Harry Haft, bir zamanlar hayatta kalmanın bedelini ödeyen, bugüne taşınan bir insanlık dramının adıydı.
1925’te Polonya’nın Belchatow kasabasında, Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Haft, Nazi işgaliyle birlikte 16 yaşında ailesinden ayrıldı ve önce Pabianice Gettosuna, ardından Almanya sınırındaki Jaworzno Toplama Kampı’na gönderildi. Jaworzno, Auschwitz-Birkenau kompleksiyle bağlantılıydı ve burada tutsak edilen çoğu genç Yahudi gibi, Haft da ölümle burun buruna gelmişti.
Ancak Harry Haft’ın yaşadığı bu kabus, diğerlerinden farklı bir biçimde şekillendi. SS subayı Dietrich Schneider’in dikkatini çeken fiziksel gücü, ona hem ölüm hem de hayatta kalmak için bir şans verdi. Nazi subayları, esirler arasında boks maçları düzenlerken hem eğleniyor hem de kendi üstünlüklerini pekiştiriyorlardı. Ancak bu eğlencenin bedeli ağırdı: Bir maçta bir kişi hayatta kalıyordu, diğeriyse ölümün soğuk yüzüyle tanışıyordu.
Hayatta kalabilmek için dövüştü
Harry Haft, hayatta kalabilmek için dövüştü. Birçok zaman rakiplerini hatırlamaktan bile kaçındı; çünkü her zafer, bir başka hayatın sona ermesi demekti. Yani kaybetmek yok olmaktı. Kazanmaksa sadece bir gün daha yaşamaya devam etmekti.
70’in üzerinde maça çıktı. Her zafer, azabını bir gün daha uzatıyordu ama aynı zamanda ona hayatta kalma umudu veriyordu. Kampın sadist subayları, özellikle de Karl Höcker gibi isimler, bu dövüşlerin bir kısmına tanıklık etmişti. Höcker, Auschwitz’deki subayların sosyal hayatını yöneten bir figürdü ve esirlerin acılarına duyarsız bir psikopattı. Onları günlük eğlencesi olarak kullanmaktan zevk alıyordu.
Haft, 1945’te kamptan kaçtı, ormanlarda günlerce saklanarak Amerikalılara ulaştı. Ama asıl savaş, dışarıda değil, Haft’ın içindeydi. Nitekim savaş bittiğinde, onun için bambaşka bir ring başladı; bu kez içindeki suçluluk, travma ve kimlik kaybıyla yüzleşmek zorundaydı.
Amerika’ya göç
1948’de Amerika’ya göç ettiğinde artık kimse ona ‘tutsak’ demiyordu. Ancak o hâlâ kamptaki dövüşlerin yankılarıyla uyanıyordu. Bu sefer eldivenlerini kendi isteğiyle taktı. Geçmişiyle yüzleşmek, kendini affetmek için belki de dövüşmesi gerektiğini düşündü. Ve bu yol, profesyonel boks dünyasından geçiyordu.
Amerika’da çıktığı ilk maçlar, onu hızla tanınır hale getirdi. Ancak 1949’da dönemin yükselen yıldızı Rocky Marciano ile yaptığı maç, onun boks kariyerinden çok daha fazlasıydı: Geçmişiyle, korkularıyla ve ölümle yaptığı son hesaplaşmaydı belki de.
Haft, maçı kaybetti ama bu yenilgi onu yıkmadı. Aksine, maç sonrası medyanın ilgisi, onun hikâyesini geniş kitlelere ulaştırdı. Bazı gazeteciler, onu sadece bir göçmen boksör olarak değil, aynı zamanda bir Holokost tanığı olarak görmek istediler. Ama o, uzun süre sessiz kaldı. Çünkü anlatacakları, ringdeki yumruklardan daha ağırdı.
1950’lerde, New York basını Haft’ın geçmişine ilgi duymaya başladı. Ancak her soru, onun içindeki derin yarayı biraz daha ortaya çıkarıyordu. Uzun süre sessiz kaldı. Ta ki, yıllar sonra oğlu Alan Scott Haft, babasının hikâyesini bir kitap hâline getirene kadar. ‘Harry Haft: Survivor of Auschwitz, Challenger of Rocky Marciano’ adlı kitap, yalnızca bir boks kariyerinin değil, bir insanlık dramının sayfalara dökülmesiydi.
Harry Haft gibi kamplarda dövüşmek zorunda kalan başka isimler de vardı ama çok azı hayatta kalabildi. Birçoğu kayıtlara geçmedi.
Kendini affedemedi
Harry Haft, hayatta kaldığı için kendini affedemedi. Bir tanıklığın bedelini, ömrü boyunca taşıdı. Ne Amerikan bayrağı altında boks yapmak ne de Marciano gibi bir efsaneyle dövüşmek, içindeki sesi susturamadı.
Harry Haft’ın hikâyesi, 2021’de ‘The Survivor’ adlı filme uyarlandı. Ben Foster’ın canlandırdığı Haft, sinema dünyasına Holokost’un farklı bir yüzünü gösterdi. Film, onun fiziksel değil, psikolojik savaşına odaklandı ve bu yönüyle izleyicinin kalbine dokundu.
Bugün Harry Haft’ın hikâyesi, sadece bir insanın değil, milyonların yaşadığı dehşetin simgesidir. Ve belki de en acısı, çoğu hikâyenin anlatılamadan, unutularak yok olmasıdır. Haft, anlatmayı seçti. Kendini belki affedemedi, ama insanlığa bir tanıklık bıraktı.
Çünkü bazı dövüşler ringde değil, insan ruhunun en derin yerindedir.