Onlar, bir zamanlar misafirdiler. Yusuf’un sayesinde Mısır’da yer bulmuş, çoğalmış, kök salmış bir halktı. Ama zamanla yeni firavun geldi, Yusuf’u tanımadı. Ve Yahudiler o topraklarda artık hoş karşılanan değil, korkulan oldular…
Zihinlere bir paranoya yerleşti: “Bu halk çok oldu, çoğaldı, güçlendi. Ya bize karşı birleşirlerse?” Ve bir sabah, bir karar alındı.
Yahudi halkı artık özgür değildi. Kölelik başladı.
Tuğla ocaklarında, taş şantiyelerinde sabah olmadan işe koşuldular. Kadınlar doğum yapar yapmaz tarlalara döndü. Erkekler sırtlarına zincirler vurulmuş gibi eğildiler.
Ama ne kadar ağır işler verilse de, ne kadar yoksun bırakılsalar da, çoğalmaktan vazgeçmediler. Ve bu kez başka bir emir verildi:
“Yeni doğan her erkek çocuk öldürülecekti.”
Mısır sokaklarında çığlıklar yankılandı.
Annelere, daha beşik ısınmadan mezar gösterildi. Kadınlar çocuklarını sakladı. Çocuklar sessizce büyümeyi öğrendi…
İşte o zaman, bir anne vardı: Yoheved. Üçüncü çocuğunu doğurduğunda onun yüzüne baktı ve bir karar verdi.
“Bu çocuk yaşayacaktı…”
Üç ay boyunca gizledi oğlunu. Ama sonra… artık daha fazla saklayamayacağını anladığında, sazdan bir sepet yaptı. Sepeti nehre bıraktı. İçine bir dua koydu. Ve gözyaşlarıyla geride kaldı….
O çocuk, firavunun kızının ellerinde büyüdü. Adı Musa oldu.
Yıllar sonra Musa kendi halkının acısını gördü. Bir Mısırlı’nın bir İbrani’yi dövdüğüne tanık olduğunda, içine gömdüğü öfke taştı. Mısırlıyı öldürdü. Kaçtı. Ve çöldeki sessiz yılların ardından, bir gün bir çalı alev aldı ve sönmedi…
T-nrı Musa’ya seslendi.
“Git. Halkımı kurtar.”
Musa döndü. Firavun’un karşısına çıktı.
“İbrani halkını serbest bırak.”
Firavun güldü.
“Kimmiş bu T-nrı? Neden dinleyeyim?”
Ve T-nrı’nın sabrı sınandı.
Mısır’a bela üstüne bela indi.
Nehir kana döndü.Heryeri kurbağalar bastı. Bitler, sinekler, salgınlar, çıbanlar, dolu, çekirgeler… Ama firavun inat etti. Ve en sonunda, o korkunç gece geldi.
İlk doğanlar ölecekti.
T-nrı, Musa’ya halkı uyar dedi.
“Her ev kuzusunu kessin. Kanını kapısına sürsün. O gece Ben geçeceğim. Kanla işaretlenmiş evlere dokunmayacağım.”
Ve Musa bir emir daha verdi:
“Hamurunuzu hazırlayın. Ama beklemeyin. Vakit yok. Mayalanmasına izin vermeyin. Bu gece çıkacağız.”
Ve işte o gece, binlerce Yahudi kadını ellerini una daldırdı. Korkusunu, özlemini, sabrını, duasını suyun içine karıştırdı. Ama pişirecek vakit bulamadılar. Çünkü özgürlük bazen fırının sıcaklığını bile bekleyemezdi..
Hamur bezlere sarıldı. Bohçalara kondu. Küçük çocukların omuzlarına bağlandı.
Ve o gece, bir halk yürümeye başladı. Karanlığı yaran sessiz bir yürüyüştü bu. Yalınayaktı, korkaktı belki ama kararlıydı. Ve sabah olduğunda, ilk güneş ışığında, çölde…
O hamurlar pişirildi…İnce, çatlak, kabarmamış ama özlemi taşımış bir ekmek çıktı ortaya.”Matza”.
Matza, sadece mayasız bir ekmek değil. O bir annenin kararıdır. Bir halkın sessiz direnişidir. Bir firavunun inadına karşı, T-nrı’nın adaletidir. Bir yolculuğun ilk lokmasıdır…
Bugün soframıza konan matza, geçmişi hatırlatır ama sadece geçmiş için değildir.
Çünkü her nesil, kendini Mısır’dan yeni çıkmış gibi hissetmelidir. Ve Mısır, yalnızca bir ülke değil, bazen bir ruh halidir. Korktuğun, sustuğun, zincirlendiğin her an senin Mısır’ındır. Ama her Mısır’ın bir çıkışı vardır.
Her zincirin kırıldığı bir gece…
Pesah, sadece eski bir hikayeyi anlatmaz. Bize bugünü sorar: Senin zincirin ne?
Senin hamurun hangi korkunun içinde yoğruldu? Ve sen, pişirmeye fırsat bulamayacak kadar hazır mısın çıkmaya?
Matza işte o soruların cevabıdır. Kabarmaz. Çünkü beklememiştir. Ama yükselir. Çünkü özgürlükle pişmiştir.
Bu Pesah, sofrana koyduğun matzaya bir kez daha bak.
O sana diyecek ki:
“Ben, susturulmuş kadınların duasıyım.
Ben, gece yarısı korkuyla yürüyen çocukların bohçasıyım.
Ben, T-nrı’nın geçerken dokunmadan geçtiği kapının iziyim.
Ben, senin de zincirlerini kırabileceğini hatırlatmaya geldim.”
Ve ben sadece mayasız bir ekmek değil; vakit bulamayan ama umut etmeyi bırakmayan insanların hatırasıyım..