Birkaç günlüğüne şehirden uzaklaşıp derin bir nefes almak istedim. İçinde kendi cennetimi bulduğuma emin olduğum Riva’daki bir eve kaçtım yine. Kaçtım dediğim yalnız başıma değil tabii. Zira 5 yaşındaki kızım son günlerde sürekli bana şu cümleyle işkence yapıyor: “Anne seni yanımdayken bile çok özlüyorum.”
Ayaklarımı uzatmışım, şömineden gelen sıcaklıkla yüzümün bir yanı hafifçe yanıyor. Çırpınan denizi, yemyeşil araziyi izliyorum. Karşımda müthiş bir güzellik var, büyülendiğim bir resmin içindeyim. Her şey tam kıvamında. Koltuğun rahatlığı, kahvemin sıcaklığı, pijamamın yumuşaklığı, çoraplarımın sıkılığı, yağmurun sesi, her şey yerli yerinde. Gözlerimi yaşartan bir güzelliği seyrediyorum.
Baktığım şey, içinde olduğum an, o kadar etkileyici ki, içimde hafif bir panik hissediyorum. O güzellikle ne yapacağımı, nasıl başa çıkacağımı bilemiyorum sanki. Her bir hücremle orada olmak istiyorum. Doğanın ihtişamının içine işlemek, onun bir parçası olmak, hatta parçası olmak da değil, o olmak, ona dönüşmek istiyorum. Benim güzellikle bağ kurma biçimim onu seyretmek, ona dokunmak, ruhumu ve bedenimi ona yaslayıp okumak ve yazmak. Bunların dışındaki her şey güzellikle aramdaki engeller adeta.
‘Mother!’ filmini izlediyseniz, genç kadının her bir detayına özenerek evinde yaratmaya çalıştığı ‘cennet’in ‘yabancılar’ tarafından nasıl yerle bir edildiğini, yağmalandığını görmüş olmalısınız. Eşiyle ve doğmak üzere olan bebeğiyle sakin bir yaşam sürdürmeyi planlayan kadının bu sıradan ama huzurlu hayali, önce kapıyı çalan tek bir insan, sonra onun eşi, derken herkesin izin almaksızın eve doluşmasıyla ‘cehennem’e dönüşür.
Tıpkı tek Tanrılı dinlerin bize anlattıkları yaratılış hikâyesi gibi. Cennet’teydi insan. Tasvirlerin anlamsız kalacağı, hiçbir sıfatın güzelliğini karşılayamayacağı kadar eşsiz olan o büyülü bahçeden kovuldu sonra. Cezası, dünyada yaşamaya başlamaktı. Madem insan, Cennet’in kuralını, Tanrı’nın “yapma!” dediği şeyi yaparak hiçe saymış, sınırları çiğnemişti, öyleyse artık çiğnenebilen sınırların, bozulabilen kuralların dünyasında yaşayacak, eylemlerine kendi iradesiyle karar verecek, sonuçlarına da katlanacaktı. Ve görecekti, irade ne menem bir şey.
Dünya, Cennet’e hiç benzemeyecekti. Çünkü Dünya, Cennet değil. Hiç olmadı. Hiç olmayacak. İnsan, Cennet’i kaybedeli, Cennet’ten men edileli çok oldu, hiçbir jenerasyonun hatırlayamayacağı kadar çok. Dünya, Cennet’ten kovulanların soyunun yuvası. Hatta isterseniz, buraya Cehennem bile diyebilirsiniz. İkiliklerle anlayabildiğimiz bu dünya yaşamında, her şeyi nasıl beyaz-siyah, aydınlık-karanlık, iyi-kötü biçiminde birbirinin karşıtlığı üzerinden tanımlıyorsak, Cennet ve Cehennem için de böyle düşünebiliriz. Kovulduğumuz yer Cennet’se, bu durumda yaşadığımız dünya, Cennet-olmayandır, yani Cehennem’dir.
Cehennem, ‘Mother!’da izleyiciye anbean yaşatıldığı gibi bir şey, bir yer, bir ruh hali, bir deneyim. Yabancıların bize ait alanı işgal etmesi. Bize istedikleri zaman ulaşabileceklerini, fiziki alanımızı, duygu dünyamızı, düşüncelerimizi, ruhumuzu, adeta varlığımızı kendi oyun alanlarına çevirebileceklerini düşünmeleri. Cehennem, artık yalnız kalamıyor olmamız. Tek başımızayken bile, bizi bize bırakmayan sistem. Evinizdesiniz, tek başınıza kahvenizi içip sessizlik içinde çalışıyor ya da anın tadını çıkarıyorsunuz. Telefon çalıyor. Arayan; telefon şirketi, güvenlik şirketi, bilmem ne internet servisi sağlayıcısı, hiçbir zaman gitmediğiniz bir hastane, bir anket uygulayıcısı. Art arda mesajlar. Hiç alışveriş yapmadığınız markaların indirim haberleri, hiçbir hesabınızın olmadığı bir bankanın kredi oranları, bilgilendirme amacı taşıyan onlarca mesaj, arayıp ulaşamayanlar, yanlışlıkla sesli mesaj bırakanlar.
Cehennem, telefonumuzdaki sosyal medya. Hayatın oradan aktığını, olan bitenden haberdar olmazsak adeta insanlıktan çıkacağımızı, “var olmayacağımızı” dayatan mutlakçı bir söylemin borazanı. O yazıyı gördün mü? O haberi okudun mu? O videoyu seyrettin mi? Oraya gittin mi? Ne, haberin yok mu?! Dur biz sana yollarız. Ve telefonda bitmeyen mesajlar, yazılar, videolar, röportajlar, haberler, uyarılar ve daha fazlası.
Cehennem, sınırsızlığı güç zanneden, toplum olma halini kaybetmiş yığınlar. Artık sınırlar yok, ahlak yok, etik yok, sadece işgal var. ‘Mother!’daki genç kadının dehşete düşmüş bakışlarıyla izlediği, ne kadar itiraz etse de durduramadığı, engelleyemediği vandallık, çığlıklarına duyarsızlaşmış barbarlar sürüsü, her yeri kuşatmış halde. Demokrasi, adalet, hukuk, prensip, kural, eşitlik, tarafsızlık, empati, vicdan, dürüstlük, alçak gönüllülük, güvenilirlik, nezaket gibi yaşama saygının gereği olan değerler, işgal altında. Yaşama dair neredeyse ne varsa hepsinin ayaklar altında hırsla ezildiği bir dönemdeyiz. Güzellikle nasıl başa çıkacağını bilmeyen insan, iradesini, yaşamın güzelliğini küçümseyip kendi gücünü ortaya koymaktan yana kullanınca sınır bilmeyen istilacı bir hadsize dönüşüyor.
Dünyaya sürülüşümüzün sebebi zaten Cennet’in kurallarını bozmuş olmamız. Dünyayı Cennet’e çevirmek kaderimizde yok. Bize yazılan, bir gün tekrar Cennet’e dönebilmek için dünyada elimizden geleni yapmak, Cennet’i değilse de, Cennet’e giden yolu dünyada inşa etmeye çalışmak. Fakat insan, iradesini, kendi eliyle dünyayı eksiksiz bir Cehennem’e çevirmekten yana kullanmayı tercih ediyor gibi görünüyor. Cennet’ten kovulmayı hak ettiğini gösterircesine.
Güzellikle başa çıkmak hiç kolay değil. İhtişamıyla çok yorucu, boğucu, ezici, hatta belki korkutucu olabilir. Yok etmek, sindirmek, söndürmek, ezip geçmek daha kolay bile gelebilir. Fakat insan, iradesini, güzellikle arasındaki bağı kurabilme yollarını keşfetmek için kullandığında ortaya çıkanı iyilik, sanat, estetik, yaratım, zanaat, tasarım, kurgu, özgünlük gibi ifadelerle kutluyoruz. Cehennem’i değil, Cennet’i hak ettiğimizi, irademizle güzeli tercih etmeye karar verdiğimizi böyle anlatıyoruz, her şeyin yaratıcısına.
Ya Cennet yoksa? Ya mitolojik bir masalsa bu? Ne var, dünya gözüyle biraz sevmiş, biraz şarkı söylemiş, şiir okumuş, resim yapmış, üretmiş, tasarlamış, mutlu olmuş, insanlığımızın hakkını vermiş oluruz!