Kızıl gözyaşları veya imparatorluğa övgü*

Paranoyak ve inkâr edicidir ilk bakışta Don Quichotte. Gerçek, gerçek değildir onun gözünde. Gerçek kendi düşleridir. Bu onu saplantılı ve saldırgan yapacaktır. Şişman çirkin Dulcinea onun için dünya güzeli bir prenses, elindeki teneke parçaları en etkili silahlar, temizlik kovası güvenilir miğfer, rüzgâr değirmeninin dev kanatları savaş açılacak düşmanlardır.

Metin SARFATİ Köşe Yazısı
21 Ekim 2020 Çarşamba

Gerçek var olmamışsa da…

Paranoyak ve inkâr edicidir ilk bakışta Don Quichotte. Gerçek, gerçek değildir onun gözünde. Gerçek kendi düşleridir. Bu onu saplantılı ve saldırgan yapacaktır. Şişman çirkin Dulcinea onun için dünya güzeli bir prenses, elindeki teneke parçaları en etkili silahlar, temizlik kovası güvenilir miğfer, rüzgâr değirmeninin dev kanatları savaş açılacak düşmanlardır.

Kendi hayallerindeki dünya asıl dünyadan daha gerçektir onun için. Platon’un felsefesinin içinden süzülen bu şövalye dışarıda olup biteni değil, kendi zihninin içindekileri doğru bulacaktır; dış dünya kendisine uyum sağlamak zorundadır. Duygularının içinde savrulurken reddin ve inkârın kumundan örülü şatosunda yine de erdemi arayacaktır Don Quichotte.

Modern zamanların entelektüelinin (bizim toplumumuzdakiler de dahil olarak) hazin aldanışlarının, kandırılmalarının(!) ve kaçınılmaz yanlış yol gösterişlerinin hikâyesine bir başlangıç da olacaktır bu roman.

Çağımızda çokça tanık olunacaktır yanılsamalı, kandırılmalı, bol özürlü ve yanlışa sürükleyen bu türden entelektüel söylemlere. Üstelik her zaman Don Quichotte kadar masum da olmayacaktır bu tipleme. Erdem arayışı bir yana, çıkar veya ün arayışı içinde savrulacaktır durmaksızın bu kişilik. Siyaset filozofu Raymond Aron derinliğine bir anatomisini yapacaktır onların.

Fakat tarih aynı zamanda düşlerini gerçek dünyanın üzerine inşa etmeye soyunan toplum önderleri ile de dolu değil midir? Onlar da ihtiraslarının ve düşlerinin dünyasını gerçek sanıp, topluma bunu benimsetmeye soyunmayacaklar mıdır? Erdem peşinde olmak bir yana, ihtiraslarının peşinde despotikleşirken ‘tarihsel meşruiyet’ gibi kavramlara sığınıp; kendilerine ‘doğal yaşam alanları’ yaratarak saldırganlaşırken, tüm toplumu tutsak etmeyecekler midir aslında kendi ün arayışlarına?

Tarih, ardı ardına kuşakların kendilerine ait olmayan bu türden gösterişçi amaçlar için nasıl telef olduklarına sayısız kez tanık olacaktır.

Osmanlı tarihi de bunun sayısız örnekleri ile dolu olacaktır ister istemez.

Spinoza uyarmıştı: “Ün ihtirası ister istemez bir tahakküm ihtirasına dönüşür.”

Zafer susuzluğu da saldırgan dürtülerin körükleyicisi olmayacak mıdır aynı şekilde? Ve aynı şekilde Osmanlı tarihi bunun sayısız örneği ile dolu değil midir?

 

İmparatorluk tükenirken…

Pusulasız kalmış insanlık, trajik bir yüzyıl olacağı her halinden belli olan 20. yüzyıla girdiğinde, Osmanlı İmparatorluğu da kaderin kendine biçtiği yolun sonuna gelecekti.

Son perdenin gongu ile Birinci Dünya Savaşı açılacaktı. Tarihe kendi hayalleri ve ihtirası ile yön verebileceğini sanan, gerçeğin aslında gerçek olmadığını düşünerek ‘taarruz’ emrini verecek olan güçlü Paşa’nın bundan haberi olmayacaktı kuşkusuz. Rusları gururu ile çevirmeyi düşleyecekti.

Kendi ben’ine teslim olanın, ün isteğinin onu tükenişe de götürebileceğini anlayamayacağı gibi; tarihi, insanın isteğiyle tümden dönüştürülemeyeceğini sezmesi bile mümkün olmayacaktı. Kendi hayalinin sarhoşluğu içinde dünyaya meydan okumaya kalkan, oyunun hangi perdesindeki oyuncu olduğunu da anlayamayacaktı.

Enver Paşa’nın yazgısı sanki İmparatorluğunki ile kesişmeye mıknatıslanmıştı.

İkisinin de yok oluşu kaçınılmaz olacaktı. 20. yüzyıl ancak Lenin’in, Stalin’in kızılına izin verebilirdi.

Ün ihtirasının içinde savrulan da ona övgüler düzmeye soyunan (duygusal entelektüel!) da tarihe bakarken en basit gerçekleri bile gözden kaçırabileceklerdir. ‘İktisadın çağına’ girilmiş olduğunu kavrayamayacaklardır öncelikle.

Fakat unutulmuş bir şey daha yok muydu Paşa’nın ‘taarruz’ emrinde; savaş sonunda insanların yaptığı bir şey değil miydi? İmparatorluklar sermayelerin üstünde olduğu kadar insan gücü-yaşamı üzerinde inşa edilmez miydi?

Enver Paşa, Ruslara ‘taarruz’ emrini verirken bunu göz kamaştıran planlarla bütünleyecekti. Gerçek, kendi gerçeğinden ibaret olduğunda Mısır’ın fethi dahi gündeme gelebilecek, tükenmiş bir imparatorluğun tükenmiş isimsizleri (Anadolu halkı) kendilerine her zamanki gibi sorulmadan ölüm hattına sürülebileceklerdi; Balkan Savaşlarından sağ kurtulabilen tükenmişler, Sarıkamış’tan Yemen’e yeniden ve yeniden yok olmaya koşturulacaklardı.

Hayretle seyredecekti ‘Küçük Prens’ olanı biteni.

Ve soracaktı kim bilir kendi kendine Frédéric Passy gibi; savaşların, zaferlerin öyküsünün yeniden yazılmasının vakti ne zaman gelecekti. Savaşta görev yapan hekim, kaç ülkenin tutsak edildiğini değil meydanları şöyle anlatacaktı mesela; “parçalanmış cesetlerin arasından yaşayabilir olanları topladıktan sonra, bacaksız bedenlerle sahipsiz bacakları birleştirmeye koyuluyorduk. Kafatasının yarısı kalmış ama henüz ölemeyenlerin ölmesine de yardımcı oluyorduk arada.”

Akbabalar bile Küçük Prens’in arkasına toplanmış sessizce bakıyorlardı ‘humanitas’a. Primo Lévy de tarihin bir yerinden safça soracaktı: “Bunlar da mı insan?”

Ya bu idealler! Ve onlara hala yeni baştan övgü düzenler…

 

Düşe sığınmak

Bireysel narsisizmle toplumsal narsisizm arasında büyük bir fark yoktur. Patolojik narsist, kendini sürekli başka biri ile kıyaslayacaktır. Varlığını buna borçlu olacaktır. Başka birinden (başka bir toplumdan) ayrı olma ve üstün olma temel bir var olma biçimidir onun için. Rousseau’nun mükemmel analizi kötünün kaynağı olarak gösterecektir bunu. Bu yarış ve kıskançlık, kuşku yok ki bireysel düzeyde olduğu gibi toplumsal düzeyde de kavgayı, savaşı getirecektir.

Narsist olan, Spinoza’nın da Schopenhauer’in de belirttiği gibi kendinin tutsağı olarak kendi despotizmini ötekine taşıyacaktır.

Narsist yönetici de kendi düşlerindeki üstünlüğünü fetih ve yayılmacılıkta ancak somutlaştırabileceği için kendi insanına da ‘humanitas’a da ancak yokluk, zulüm, sömürü ve acı getirebilecektir; “Kendisi kendisinden ibaret olanın” Primo Lévy’yi anlamaya ayıracak vakti yoktur.

***

Kızıl hülyalar, büyüklük ihtirasları, sigaranın dumanı gibi çemberler çizerek havaya savrulacaklardır, efsunlananlar bunu kanı ve canı ile ödeyeceklerdir.

 

İhtiras ağlattığında

İstek ön plana çıkarılıp duygusallıkla yoğrularak ihtirasa dönüştüğünde, sahibine kalan bunu iyi niyetli bir görüntünün içinde topluma sunmaktır. Toplum yöneticisi, mesela milliyetçiliği böyle iyi niyetli bir paketle topluma sunabilecek ve onun da arzularını kışkırtabilecektir; ihtiraslı Paşa 1921 yılında Çilli Göl’den eşine mektup yazacaktır. Gerçek, düşlerini artık hallaç pamuğu gibi dağıtmıştır. Sarıkamış’tan Yemen’e yitmiş insanlar sessizlerdir: “Herkesi topladım, bana inanmayanlara ‘benim de eşim var, yavrularım var, onları bırakıp buraya geldim’ dedim. Kendimi tutamadım, ağladım. Burada esir gibiyim.”

İhtiras mezarını Orta Asya’nın merkezine inşa edecekti.


*** 

Duygu selinin ortasında, kabaran milliyetçilik dalgalarının üstünde denize açılmak…

Gemleyemediği, ele geçirmek, fethetmek, arzusuna kendini bırakmak…

Zaferin getireceği ünün saplantısına suçsuz insanları kurban etmek…

Ve ağlamak…

Ve hala bugün buna övgüler düzmeye soyunmak…

***

Yeni bir siyasal etiğin üzerinde düşünmeye başlamanın vakti çoktandır gelmedi mi?

 

*Bir yazarımızın yazısının düşündürdükleri