La vie en rose

Selin BARLAS Köşe Yazısı
11 Ağustos 2021 Çarşamba

Cayır cayır yanan güzelim ormanlar…

Yok olan tabiat ve yitirilen canlar…

Selin tahrip ettiği yerleşim yerleri…

Elini kolunu sallaya sallaya gezen katiller…

Buram buram ihmal kokan felaketler…

Muktedirlerin marazi hırslarıyla tükenmiş bir yığın insan…

Nefessiz kalmış bir ülke…

Çığlık çığlığa bir dünya…

William Shakespeare adeta bugünleri görmüş gibi “Cehennem boş çünkü bütün şeytanların hepsi burada” demiş…

Umut için susamış ve çaresizlikten kötülüğün içinde iyilik ararken buluveriyoruz kendimizi…

Olimpiyat Oyunlarının denk düştüğü bu karanlık zamanda ‘oyunun’ her ne kadar siyasi bir geçmişi ve yapısı olsa dahi içinde iyilik ihtiva eden anlara sarılırken buldum tüm dünyayı…

Oysaki altın madalya paylaşan, birbirine sarılan, düşen arkadaşını kaldıran sporcuların şefkat kokan fotoğraflarıyla mutlu olmak bile kısa sürdü.

Bir yandan Türkiye’nin iftiharı Filenin Sultanları türünün dileriz son örneği olan birtakım cahiller tarafından tekrar etmeye insanın dilinin varmadığı hadsiz laflara maruz kalınca… Öfkelenmemek elde değil…

Sonra haberleri açıp dünyanın öbür ucunda Amerika’da sağcı basını da arkasına almış eski Başkan Trump’ın Amerikan takımını yuhalaması ve sporcuları hedef alan çirkin sözlerini okuyup yine şaşakalıyor insan.

Olimpiyatları da romantize etmenin elbet bir anlamı yok fakat siyasetle yoğurup kirletmeye gerek var mı?

Belki Olimpiyat Oyunlarının siyasi tarihine bakıp tahlil etmekte fayda var.

1896’da ‘oyunlar’ resmen başladığında 12 ülkeden ve yalnızca erkek atletlerden oluşan apolitik bir ideal olarak teşekkül etmiş…Fakat ilerleyen zamanlarda politik oyunların ve milliyetçi tavırların sergilendiği kronik hal bugünlere dek devam etmiş…

1906’da Peter O’Connor, Birleşik Krallığın bayrağı altında yarışmayı reddedip altı metrelik İrlanda bayrağını sallayarak çıkışıyla protesto kültürünü tetikleyen hareketiyle oyunun ruhunu değiştirdi. Aynı yıl, Rusya işgal ettiği Finlandiya’nın sporcularının kendi bayraklarıyla katılmalarına mâni olmaya çalıştı. Skandallara bir ek olarak Amerikalı sporcuların İngiltere kralı Edward’ı selamlarken kralın önünde Amerikan bayrağını eğmemeleri Britanya’yı salladı.

1920’de ise Almanya, Bulgaristan, Macaristan ve Türkiye’nin sporcuları ülkelerinin I. Dünya Savaşındaki ittifaklarından dolayı Olimpiyatlara davet edilmedi.

Olimpiyatlara romantik anlamlar yüklememiz 1936 yılındaki oyunlara bakıldığında artık tamamıyla hayale dönüyor… Hitler, iyice politize edilmiş Olimpiyatları ırkçı propaganda yapmak için kullandı. Amerikalı Jesse Owens’ın dört madalya almasını ‘üstün ırk’ zırvalığına bağlayan Hitler yalnız bununla kalmayacaktı…

Alman ve Japon atletler II. Dünya Savaşında yaşanılan facialardan ülkelerine küresel bir siyasi mesaj olarak 1948’de oyunlardan muaf tutuldu.

1950’ler ve 1960’lar sayılamayacak kadar çok ulus ve devletin boykot edildiği bir arenaya döndü.

Olimpiyat Komitesinin elediklerinin arasında Mısır, Lübnan, Irak, Hollanda, İspanya, İsviçre, Endonezya, Kuzey Kore ve Güney Afrika akla gelen ilkler arasında…

1968’de Amerika’da siyahlara uygulanan baskı ve şiddetten Olimpiyat Oyunları da etkilendi… İki Amerikalı sporcu Black Power yumruklarıyla ülkelerindeki ırkçı şiddeti protesto edince yer yerinden oynadı. 70’lere gelindiğinde açık protestoların oyunun bir parçası olmaması için birtakım yasaklar getirildi.

Fakat ‘önlemler’ 1972’de yaşanacak korkunç Münih katliamını engellemedi… Rehin alınmış 11 İsrailli atletin teröristler tarafından hunharca öldürülmesi ve Olimpiyat Komitesinin siyasete ‘kendini kapamış’ olması soğukkanlı (!) tavırlarını izah etmekte yardımcı olmadı. Katliamların ardından 34 saat sonra, sanki hava şartlarındaki bir aksaklıktan dolayı oyunlar durdurulmuş gibi yeniden başlatılması apolitik değil akıl almaz bir olay olarak tarihte yerini aldı.

İlerleyen yıllarda 1980’de Amerika Birleşik Devletleri, Moskova’da oynanan oyunlara Sovyetlerin Afganistan işgalini protesto etmek için katılmadı. Sovyetler buna karşılık 1984’teki Los Angeles oyunlarına katılmayıp tabiri caiz ise iade-i protesto etti…

Başlangıcından farklı bir yere evirilen Olimpiyat Oyunları iktidarlara propaganda fırsatı vererek, para sahiplerini de bu güç gösterisine ortak ederek daha ziyade bir israf meşalesinin yakılmasıyla başlıyor…

Mevcut spor tesisleri yerine kullanımına ihtiyaç duyulmayan ve ardından çürümeye terk edilecek yerlerin inşasıyla başlayıp sarf edilen milyarlarca dolar… Çekilecek gösterişli reklam videoları için sokakları ‘temizlemek’ yâni evsizleri toplatmak ülkelerin sorunlarını çözmek konusundaki iki yüzlülüğünü suratımıza vuruyor!

Ev sahibi ülkelerin ve misafirlerin bu platformu siyasi mesaj vermek için kullandığı ama aslında temel sorunların hiçbir zaman çözülmediği hayatın mikro ölçekli bir örneği olarak kalıyor…

Makul bir biçimde Olimpiyatları tahlil eden için bu ‘oyunlar’ çıkar çatışmalarını arttırabilen, ülkelerin birbirine siyasi mesajlar verdiği uluslararası bir platformu daha çok andırıyor…

Kapanışı daima ihtişamlı beklerken gayet vasat sayılabilecek Japonya’nın gösterisinin ardından devir teslim Paris Belediye Başkanına yapıldı.

2024’te ‘oyunlara’ ev sahipliği yapacak Fransa’nın hayat dolu, tarih kokan büyülü Paris görüntüleriyle Olimpiyatlar aniden romantik bir tablo çiziverdi…

İzin verin!

Bırakın aldanın…

Kısa bir süreliğine bile olsa gözlerinizi kapatın ve Edith Piaf’ın sihirli sesinden ‘La vie en rose’ eşliğinde Fransız devrimi, şarap ve sanat gelsin aklınıza…

Çünkü;

Gözlerinizi açtığınızda küresel sağlık krizi, kan ağlayan ekolojik sistem, iç savaşların sürdüğü ve evlerinden olan mülteciler, ırkçılık gibi korkunç şeylerin gerçeğine teslim olmak zorunda kalacaksınız…

Pablo Picasso’nun ‘Guernica’sına bakar gibi…o resimde varla yok arası görünen güvercin gibi, barışı isteyip çaresizce ağlamak gibi…

Öylece kalakalacağız…

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün