Felsefesiz siyaset

Hasan Bülent KAHRAMAN Köşe Yazısı
25 Ağustos 2021 Çarşamba

Eskiden, özellikle Princeton Üniversitesinde hocayken, geceleri geç vakte kadar çalışır, sonra oturup bir film izler, bir kahve içer yatardım. Zamanla bu özelliğimi yitirdim. Üstelik o yıllarda film izlemek daha zordu. Sadece DVD’ler vardı. Oysa şimdi sayısız mecradan insan ortada olan neredeyse tüm filmleri buluyor.

Buna rağmen izlediğim film sayısında bir düşüş görüyordum. Ben ki, yıllarca Sinemanın Büyük Yapıtları başlıklı, 500 öğrencinin aldığı, salonların tıka basa dolduğu dersler vermişimdir ve bu sayı azalması beni rahatsız ediyordu. Derken COVID’e yakalandım ve çok ağır geçirdiğim, nekahet döneminde de beni sarsan bu hastalık nedeniyle pek masa başı entelektüel iş yapamayınca J’yle birlikte her gece bir film izleme alışkanlığıma geri döndüm. Ben aslında iki film de ‘çıkarabiliyorum’ ama onun takati de sabrı da olmuyor.

Bir süre daha hafif filmler izledik. Yaz aylaklığının da buna bir tesiri oldu. Yaz öğleden sonralarını çok severim. Akşam üstü güneş iyice akikleşince, kapalı perdelerin loşluğunda bir kanepeye uzanıp iyi bir film izlemenin keyfini ancak sıcak yaz öğleden sonralarını içinde geçirdiğim gençliğimin kuytu sinemaları verebilir bana. Sadece geceleri değil, o saatlerde de kendime göre filmler izledim şu Edip Cansever’in ‘kirli Ağustos’ dediği ayda. Fakat geçenlerde bu minval üzere izlediğim bir film o kadar kötüydü ki, artık ‘ağır filmlere’ döneceğimi ilan ettim.

Tam o katmanda yer alır mı bilmem ama Alice et Le Marie (Alice ve Belediye Başkanı) diye bir film gördüm. (Mubi’de izleyebilirsiniz.) Tam bir Fransız film. Lyon Belediye Başkanı artık düşünemediğini söyleyerek kendisine bir felsefeci bulmalarını ister çevresinden. Genç bir kızı getirirler. Başkana küçük düşünce notları yazar. Bunlar, tahmin edilebileceği gibi tesir eder ve adamcağız zaten tedirgin olduğu yaşamını var-oluş sorunları etrafında irdeler. Gerisini yazmayayım. Yeni moda tabirle ‘spoiler’ vermiş olurum.

Film, aman Tanrım, en ağır felsefi ve politika sorunların tartışmasıyla cereyan ediyor. Dünya nereye gidiyor, tevazuun siyasetteki yeri, çevre sorunları, bireysel konularla toplumsal ilişkiler örüntüsünün izlekleri, büyük kitlelerin beklentileri, finans kapitalin hakimiyet ve sosyalist politikaların bulduğu veya bulamadığı cevaplar. Derslerde okuttuğum Dona Haraway gibi ‘avangart’ bir felsefecinin adı bile zikrediliyor. Düşünün ki, gençliğimin en büyük ismi olan (yoksa hala mı?) Rousseau’nun o nefis Bir Yalnızgezerin Hayalleri kitabını genç düşünür Başkana armağan ediyor. Son sahnede de o nefis kitabı: Herman Melville’in Kâtip Bartleby’sini. Daha ne olsun?

***

Ne kadar önemli bir olgudan söz ediyor bu film! Siyasete ve onun günlük pratiğine boğulmuş bir politikacıya düşünce notları göndermek. Kendisini son büyük başkan olarak nitelendirip “Büyük başkanlar dönemi benimle sona eriyor, kusura bakmayın” diyen, gerçekten de sosyalist partiden seçilmesine rağmen tam bir imparator gibi yaşayan Mitterand prostat kanserinden öldü. (Rue de Buci’de bir pazar sabahı tam da pazar yerinde kendisiyle karşılaşmıştım. Sessiz sakin, boynunda atkısı, başında büyük kenarlı fötrü, elinde bastonuyla, mağrur ifadesiyle sessiz sakin tezgâhları gezdi, gitti. Evi zaten hemen çok yakındaki Rue de Bievre’de 22 numaralı binada, 79 m2 bir daireydi.) Bir tür ölüm korkusu yaşıyordu. En azından içinde olduğu bilinmezlik onu tedirgin ediyordu. Bir ilahiyatçı (din felsefecisi diye düşününüz), bir astrofizikçi ile üç gün kapandı ve tartıştı. Sonunda artık korkmuyorum dedi. (Bu konularda danışmanı Marie de Hennezel’in yazdığı bir kitaba da bir önsöz kaleme alıp ‘bu kitabın verdiği en güzel ders ölümün bir başarı olabileceğini’ öğretmesidir demişti.)

Mitterand eski Doğu ve Roma imparatorlarına özenmişti, besbelli. Ama bir entelektüel olduğunda kuşku yoktu. Romancılar, düşünürler, bilim insanları çevresindeydi. (Buyurun bir başka anekdot. O garip ‘bilimsel’ çalışmalarını bir yana çıkarsanız (hatta onlarda bile) dünyanın en zevkli denemecilerinden biri olan semiyolog Roland Barthes’a yol kıyısında beklerken bir kamyonet çarptı. Düşünür öldü. Düşüp öldü. CB Mitterand’la birlikte yediği yemekten çıkmıştı. Yemeği kendisi başlı başına bir efsane olan Beyaz Mantolar Sokağında (Rue des Blanc-Manteaux) yemişlerdi. Bir anekdot daha: Laurent Binet bu olaydan hareket ederek La Septième fonction du langage/The Seventh Function of Language isimli nefis bir polisiye roman yazdı.)

Bu eski bir adettir. Büyük İskender’in hocası Aristoteles’ti. Doğu imparatorlarının sarayları da alimler ve feylesoflarla dolup taşardı. Atatürk’ün sofrası vardı. (Süleyman Demirel’le bir defasında Bülent Ecevit hakkında söyleşiyorduk. Bana ‘bak hoca’ dedi, ‘Atatürk’ün sofrası dillere destandı. İnönü’nün sofrasında her gün misafir vardı. Benim şu Güniz Sokağın kapısı herkese açıktır. Sofrası bulunmayan devlet adamı olmaz.’) Lenin bırakın entellektüel olmayı felsefeye doğrudan katılarda bulunmuş, çok zor problemleri tartışmış bir felsefeciydi. Troçki tamı tamına bir düşünce insanıydı. Gerçeküstücülük Manifestosu’nu 1938’de Andre Breton’la birlikte yazacak ölçüde sanatın içindeydi.

Bizim II. Meşrutiyet devrimcileri de bu geleneğin dışında değildir. Hatta ilerisindedir. Ahmet Rıza’dan Ahmet Ağaoğlu’na, Ziya Gökalp’ten Prens Sabahattin’e tabii hepsinden önce de Genç Osmanlıların Namık Kemal’i, Ziya Paşa’sı tamamı politikacı, edip ve muharrirdir, düşünce insanıdır. 1940’larda durum gene aynıdır. Bu gelenek 1970’lerde de sürer, üniversite hocası, köşe yazarı, siyasetçi çoğu kez aynı kişidir. Derken tespih dağılır, siyasetçilik profesyonel bir mesleğe dönüşür ve politikacı yalnızlaşır. Bir doçent olmasına rağmen gençliğindeki birkaç yazı dışında kimse Deniz Baykal’ın kaleminden bir görüş okumamıştır.

Ecevit bu durumu çoğu kez dile getirdi. Başka bir uğraşısı yoksa siyasetçi kendisiyle baş başa kalır, bu defa koltuğunu yitirmemek, tek meşgalesinden mahrum kalmamak için elinden geleni yapar, yanlışa sürüklenir dedi. El-hak, kendisi geldiği her makamdan istifa etmesini bilerek çekildi. Sonunda, ama şöyle ama böyle bir şair ve çok değerli bir çevirmendi. Türkçesinin, yazılı ve sözlü anlatımının gücü çok az kimsede görülmüştü. O da bunu bir Tanrı vergisi olmaktan çıkararak, hayatını daktilosu başında geçirdi. Hala ve ne hikmetse toplanmamış yazıları bir araya getirilse (Salt arşivinden ulaşılabilir) ne kadar ilginç makaleler okunacağına, onların hepsini elden geçirmiş birisi olarak güvence veririm. Bir düşünce insanı olmasaydı Ortanın Solu görüşünü savunamaz, kitlelere benimsetemezdi.

Evet, siyasetin bizatihi kendisi bir felsefedir ve her siyasetçiye bir felsefeci gerektir. Felsefesiz, pragmatist, oportünist siyasetin ne olduğunu ne siz sorun ne ben söyleyeyim...

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün